30 Aralık 2011 Cuma

YOL




Gülümsemeli insan yolun sonunda
Kıpırdamalı yüreklerde düşünceler
Boşluğa doğru uzanmalı parmak uçlarında
Bulutları görünce kırmızı çiçekler


Hüseyin GÜZEL/29.12.2011

22 Aralık 2011 Perşembe

İHTİYAR

İnanılmayacak kadar kirli
Yırtık pırtık al basmadan bir gömlek
Bol kadifeden pantolon
Ayaklarının birinde kundura artığı
Diğerinde üstü yırtık, altı delik bir lastik
Saçları dağınık
Taranmamış belli, toz toprak karışık
Göğsünde uzun kır bir sakal
Solgun bitkin bir yüz
Çoktan feri gitmiş bir çift göz
Umutsuz
Yorgun
Derin izler avuçlarında, yüzünde
Elinde katıksız bir ekmek
Belli ki çaresiz
Sokaklarda uyur
Her gün
Her gece
Kar ve yağmur
Uzayacak geceler
Bir sızı parmak uçlarında

Hüseyin Güzel/ 04.11.2011

ÇİLEK KOKAR GÖZLERİN

Ak özlemler gibi bulutlarla sardım seni
Yaprak oldu kayıverdi bedenimden
Kıpırdadın, sıkıldın, kızardın gülümserken
Penceremden ışık,
Duygu buram buram
Kaçar dağılır parmaklarımdan
Yıkadım yalnızlığını damarlarımdaki umutla
Gözbebeğin büyümekte, kızarmakta gülümseyişin
Bir sevdanın peşinde
Suya hasret karanfilin boynu eğri
Kaybolmakta gün ışığı sen yokken
Ama üzülme
Bir gönül yoludur bu
Çilek kokar gözlerin güneşle
Birgün görmek isterim yüzünü
Yüreğimdeki sevda pınarında, hasretle.


27.10.2011/ Hüseyin Güzel

VURGUN YEMİŞ GÖZLERİN

Karanlığın ayışığı ile yok olduğu günlerde
Gölgeni aradım penceremde umutla dışarıya bakıp,
Soğuk havanın sertliği ile karşılaştım
Güz gecelerinde
Gözlerimi kırpıştırarak hüzünlendim
Soluk lambaların ışığında...

Seni göremeyince güneş bile saklandı
Bulutların arasına,
Yaprakları yıkadı gün boyunca yağmur...

Mavinin denizle, yeşilin yaprakla buluşması için
Çölde kavrulmakta Mecnun.

Karanlık gecelerde ay ışığını bekleyen gölgelerle birlikte
Hüzünlü rüzgârlara saatlerce
Kum tanesi yıldızlara yorgun gözlere
Sormalı mıyım seni gelmediğinde eğer.

25.10.2011/ Hüseyin Güzel

ÇOCUK





 
Eşitlikmiş, adaletmiş
Özgürlükmüş
İnsan hakları, çocuk hakları imiş
Duydun mu sen çocuk?
Çocukluğunu yaşamadan
Yaşam derdine düşen
Oyun da değil kendini tarlada bulan
Sen değil misin çocuk?
Bir renk
Bir ışık
Bir hüzün
Bakışların umut mu düş mü bekler
Söylesene çocuk?

Hüseyin Güzel/ 22.12.2011

21 Aralık 2011 Çarşamba

BİR İSYANDI HÜCRELERİME SİNEN

Yalanlarla kuşatıldığında bedenim
Bir bulut gözyaşlarımı taşır
Duygularım savrulur yaprak yaprak
Seninle büyür yaşamın her anında
Yüreğimde sevdan
Dudaklarımda yas
Güller arasına armağanım o
Hatırla ne olur
Her gece
Öfkeden
Katran karası gözlerden uzakta
Umudu içinde taşıdım acısa da yüreğim
Bahçenin sakin uzak köşesinde
Duvara yaslandım saatlerce
Bir yumruktu boğazıma tıkanan
Bir isyandı hücrelerime sinen
Bedenimde kalan tek şey candı
Kader ağlarını örmeye başladığında

21.12.2011/Hüseyin GÜZEL

18 Aralık 2011 Pazar

BİR EMİRLE ON BİNLERİN YOK OLUŞU


Tarihimizin önemli ve ibret alınması gereken köşe taşlarından biri de ne yazık ki bundan 95 yıl önce 90 bin askerimizin donarak öldüğü “Sarıkamış Harekâtıdır.” Allahüekber dağlarında ağır kış şartlarında, -30 derece soğuğa, kara, tipiye, borana karşı yazlık kıyafetlerle savaşın acımasız kolların atılan; açlık, sefalet, hastalık ve karakış nedeni ile donarak toprağa düşen askerlerimizin şehit olduğu 1915 yılı.
Harekât 22 Aralık 1914 sabahı başladı. O sabah müthiş bir kar fırtınası ve tipi vardı. Fırtınadan göz gözü görmüyor, karargâh emirlerini alaylara götürmekle görevli askerler dönüp dolaşıp yola çıktıkları karargâha geliyordu. Harekâtın ikinci ve üçüncü günlerinde de ne kar ve tipi aman veriyor, ne de erzak ve teçhizat ileri hatlara taşınıyordu.
Cephedeki asker erzaksız, teçhizatsız ve yazlık kıyafetlerle ilerlemeye çalışıyordu. Allahüekber dağlarının yamaçları buzla kaplanmıştı. Güneş sadece ışık veriyordu. Isıdan mahrum bir ortam, sisli ve fırtınalı doruklar, yükseldikçe eğimin arttığı dik ve sarp yamaçlardı görünen, hissedilen, yaşanılan.
İnsanın içini donduran. Fazla kalındığında soğuk ve tipi ile mücadele imkânı kalmayan, bugün dahi soğuk ve karla mücadele için kışlık kıyafetler gerektiren şartlar.
Tarihimizde “93 Harbi” olarak bilinen 1876-1877 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında Kars ve ilçeleri Ruslara bırakılır. Sarıkamış’a Rus Çarlığı’nın garnizonuna konuşlanır. Bölge uzun yıllar Rusların elinde kalır. 1914 yılına gelindiğinde dönemin “Harbiye Nazırı” ve “Başkumandan vekili” Enver Paşa ile Padişah damadı olan Albay Hafız Hakkı Bey bölgeyi Ruslardan kurtarmanın ve Kafkaslar ile Orta Asya’ya yayılmanın peşine düşerler.
Sarıkamış muharebelerinde bir emirle on binlerin ağır kış şartlarında, donanımsız, yazlık kıyafetlerle dağlara sürülüşü tarihimizin ibretle okunması ve bilinmesi gereken bir sayfasıdır. Yetkili ancak yeteneksiz birinin binlerce insanın hayatını nasıl tehlikeye atabileceğinin ve bir devleti nasıl yok olmanın eşiğine getirebileceğinin belgesidir.
Yıllarca öğretmenlik yaptım. Binlerce öğrenci yetiştirdim. Sarıkamış yöresinde Allahuekber dağlarında düşmana tek kurşun atmadan şehit olup kara toprağa düşenlerin hazin hikayesi hep içimi yaralamıştır. Öğrencilerime konuyu anlatırken oluşan hüznü saklamanın çabasını yıllarca sürdürdüm.
Sarıkamış’ın benim için diğer bir önemi ise dedemin canından çok sevdiği kardeşinin Sarıkamış muharebelerinde Allahuekber dağlarında bir daha geri gelmemek üzere bu dünyadan göçüp gitmesi, şehit olmasıdır. Yıllarca onun gelmesini bekleyen insanların anlattıkları ile büyüdüm.
Sarıkamış faciası ile ilgili araştırmalar son yıllarda yoğunlaşmıştır. Sarıkamış’ta yoğun kar, tipi ve kış şartlarında hayatını kaybedenlerin resimlerinin büyük bölümü Ruslar tarafından çekilmiştir. Kendi arşivlerimizde Israrlı araştırmalara ve kaynakların taranmasına rağmen sadece bir tek resim bulunabilmiştir.
Bu durum Sarıkamış harekâtında olan bitenlerin İstanbul’a dönen Enver Paşa tarafından basına sansür uygulanması sonucu, ancak yıllar sonra öğrenildiğini düşündürmektedir.
Sarıkamış Harekâtı’ndan aylar önce, Balkan savaşlarında yeni çıkmış askerler henüz evlerine gitme fırsatı bulamadan, 4 Ağustos 1914 günü Enver Paşa’nın “Seferberlik ilân edilmiştir” emrini alırlar. O yıllarda üst üste yapılan yanlışlar ve hatalı kararlarla ordunun ihtiyaçları tam karşılanmadan cephenin biri kapanmadan diğeri açılır. Bu durumda ne halk ne de asker savaşa hazırdır.
Alptekin Müderrisoğlu ”Sarıkamış Dramı” adlı kitabında şunları yazıyor. ” ’Padişahım çok yaşa’ nidaları ile yer gök inliyordu İstanbul’da. Selimiye kışlasından hep bir ağızdan yükselen sesler daha sonra Maltepe, Maçka ve Davutpaşa kışlalarında bulunan askerlerin de katılması ile; Üsküdar’da, Boğazın kıyılarında, Beyazıt meydanında, Topkapı ve Karaköy’de Haliç’e kadar olan geniş alanda yankılanıyordu.”
Kışlalarda ve boğazdaki savaş gemilerinde bando, davul, zurna sesleri eşliğinde ’Padişahım çok yaşa’ nidaları ile savaş kararı duyurulmaktadır. Halk ise olan bitenden habersizdir. Savaş kolay değildir. Yıllarca cephede savaşan, yakınını kaybeden insanlar savaşın ne olduğunun ve ne anlama geldiğinin bilincindedir. Osmanlı imparatorluğu dört yıl sürecek ve on binlerce insanın yaşamına mal olacak olan Birinci Dünya Savaşı’na giriyordu.
Müderrisoğlu ilgili kitabında şunları yazıyor: “Savaş çağrısının son bölümünde Enver Paşa şunları söylüyordu : ’… İleri! Daima ileri ki zafer, şan, şehitlik, cennet hep ilerde; ölüm ve alçaklık geridedir….’
Birinci Dünya Savaşına girmeden önce Padişah Mehmet Reşat olan bitenlerin ayırdın da değildi. Ülkeyi Harbiye Nazırı Enver Paşa yönetiyordu. Almanlarla gizli bir anlaşma yapan Enver Paşa İngiliz ve Fransız donanmalarından kaçıp İstanbul’a sığınan iki alman savaş gemisinin (Goben ve Breslau) satın alındığını duyurdu. Her iki gemi adları değiştirilerek (Yavuz ve Midilli) Karadeniz’e açıldı.
Seferberlik ilân edilmişti lakin hazırlıklar yavaş ilerliyordu. Çeşitli çevrelerde ve komutanların bir kısmında savaşa girilmemesi konusunda eğilim söz konusu idi. Birinci Dünya Savaşı’nda çarpıştıkları cephelerde bozguna uğrayan Almanlar Osmanlı Devleti’nin bir an önce kendileriyle işbirliği yaparak savaşa girmesini istiyordu. Almanların baskısına fazla dayanamayan Enver Paşa Karadeniz’e çıkan savaş gemilerine Ruslara saldırma emri verdi. Osmanlı gemileri Rus limanı Sivastopol’ü bombaladı. Ruslarda Kafkasya cephesinde harekete geçtiler. Böylece Sarıkamış’ta Ruslarla savaş başlamış oldu.
Müderrisoğlu kitabında şunları yazıyor ”Osmanlı padişahı Mehmet Reşat, ordusuna ve donanmasına yaptığı savaş çağrısında savaşı Rusların başlattığını söylüyordu. Böylece, altı yüz yıllık Osmanlı tarihinde ilk kez bir padişah, savaşa yol açan olayın gerçek nedenini bilmeden savaş çağrısında bulunuyordu.”
Sarıkamış yenilgisi sonrasında  ’… İleri! Daima ileri ki zafer, şan, şehitlik, cennet hep ilerde; ölüm ve alçaklık geridedir’ diyen Enver Paşa Ocak 1915 başlarında İstanbul’a geri döndü. Harekât sona erdi. 4 Ocak 1915 günü ordunun kalan kısmı savaş öncesi mevzilerine döndü. Geride on binlerce insanı donmuş, aç, yaralı bırakarak.

15 Aralık 2011 Perşembe

KENT VAROŞLARINDA YAŞAMA İSTEĞİ





Türkiye’nin 12 ilinde 600’den fazla katılımcıyla yapılan araştırma sonucunda ilginç veriler elde edildi. Bu araştırmaya göre halkın büyük çoğunluğu kentlerde yaşamayı tercih ediyor. Kentler deyince sanılmasın ki kent merkezlerinden söz ediliyor. Sözü edilen yerler sorunların yoğun olarak yaşandığı, yani bir bakıma köyden kente göç eden vatandaşların ilk durak yerleri, okul, yol, elektrik, belediye ve sağlık hizmetlerinin yetersiz olduğu “varoşlar”dır.
Kentlerde yaşamak isteyenlerin “kentlerin daha yaşanabilir kılınması için yapılanların yetersiz olduğunu” düşündükleri de belirtiliyor aynı araştırmada. Örneğin işsizlik, kent nüfusundaki artış, kentlerin yeterince aydınlatılmaması, trafik şikayet edilen sorunların başında geliyor. Buna rağmen tercih yine “kent”lerden yana ağır basıyor.
Bu tercihin altında yatan nedenler elbette vardır. Eğitim ve sağlık gereksinimlerini karşılama isteği, köyden kente göçü tetikleyen nedenlerin başında gelmekte.
Kentlerin mimari ve kültürel dokusu ya da diğer bir deyişle kentsel dokusunun göç olayında etkili olduğunu söylemek olanaklı değil. “Ucube” yapılaşmalarla bu doku zaten yok ediliyor.
Yıllardır, ülkelerin geleceğini “serbest piyasa ekonomisiyle birbirine bağlayan” küreselleşme propağandası yapılıyor. Küreselleşmenin iflası 2008 den bu yana devam ediyor. Ülkemiz insanının bu iflastan etkilenmemesi düşünülemez. Kırsalda yaşayan insanlar küreselleşme ve vahşi kapitalizm sarmalında çaresizce kurtuluşu kentlerde görüyor. Göç olayında küreselleşmenin etkisini de unutmamak gerekir.
“Yeni dünya düzeni” ile toplumlar “daha fazla ticaret, daha fazla iletişim” yaklaşımı ile birbirleri ile daha fazla etkileşim içine girecek, “demokratik haklarını” daha fazla dile getirecek ve alacaktı. Kısaca söylemek gerekirse daha fazla özgürleşecekti. Bu söylemlerle halkların boynunda “boza” pişirildi. İnsanlar yerinden yurdundan edildi.
Dünya neoliberalizmin çılgınlığına ve kitleleri sürüklediği algı yanılsamasına geniş ölçüde teslim oldu. Bu teslimiyette ülkemizi ayırmak olası görünmüyor. Kapitalizmin yoksulları “demir kafes” içine alması değişik coğrafyalarda sürüp gidiyor. Irak, Afganistan, Libya benzeri ülkelerde yapılanlar ortada. Gelişmekte olan ülkelerin iç sorunlarla boğuşması en büyük istekleri.
Varsıllarla yoksullar arasında var olan uçurumun açılmasını engellemeye yönelik girişimler başarılı olamıyor. Yoksul kesim, varoşların düzensizliğini unutmuş görünüp, kitle iletişim araçlarının katkısı ile varsıla özeniyor.
Kırsaldan kente göçü bir rahatlama bir kurtuluş olarak görenler bir gün talihin kendilerine güleceği umuduyla oyalanıyor. Düşünsel akımların etkisine teslim oluyor. Algı yanılsamasının, kapitalizmin, tarikat örgütlenmelerinin, kimlik kaybının kendilerini sarmasına seyirci kalıyor.
Kırsaldan kente akan kitlenin ilk durak yerleri olan varoşlarda hoşnutsuzluk dile getirilse de genelde bir suskunluk söz konusu. Bu suskunluk donanımsızlığın ve yoksulluğun sonucudur. Donanımsızlık, yeterli eğitimin alınmayışı, belli alışkanlıkların devam ettirilmeye çalışılması sorunları artırıcı rol oynuyor.
Kimi zaman kentli gibi davranamayan çağdaş uygarlığa burun kıvıranlarla da karşılaşmak şaşırtıcı değil. Düzensizlik, insanın insana olan saygısızlığı, vurdumduymazlık, nemelazımcılık kentli olmaya çalışanların ortak davranışı olduğu gibi bu davranış biçimlerini “kentli oldum” düşüncesinde olanların da göstermesi ne derece kentli olduğumuzun sorgulanmasına neden olmaktadır.
Küreselleşmenin yarattığı “algı yanılsaması” ne yazık ki toplumların geleceğini daha da çıkmaza sürükledi. Daha sorunsuz bir yaşam için yerinden yurdundan olan insanlar gittikleri yerlere “uyum” sağlamakta güçlük çektiler. Hâlâ da çekiyorlar. Alışılagelmiş yaşam biçimini terk etmek kolay olmuyor. Kentin sorunları düşünüldüğünde “sorunsuz” bir yaşam şimdilik hayal olmaktan öte gitmiyor.

14 Aralık 2011 Çarşamba

VEDA

VEDA
Sen çölde susuz bir ceylan
Sen yağmurda tutsak bir kırlangıç
Kanadı yorgun serçeyi bekleyen bir ağaç
Dağın, ormanın, toprağın özgürlük türküsü
Kapıda giyerken ayakkabılarımı
Ürkerek bakmıştın bana
Gözlerimle veda ederken dudaklarına
Bütün çiçekler kıskanmıştı seni
İnsanı yakıp kavuran bir mücadele
Bir direniş vardı oysaki
Bir sevgi, bir ağıt
Yüreğinin en ücra köşesinde

Hüseyin Güzel/14.12.2011

13 Aralık 2011 Salı

KORDONBOYUNDA


Olma Hercai Kardelenin gözyaşında
Yüreğimin doğrusuyla konuşuyorum
Kordonboyunda çırpınışına bakıp dalgaların
Saate ve boşluğa karşı susuyorum



Hüseyin GÜZEL 

10 Aralık 2011 Cumartesi

YAPRAK DÖKÜMÜDÜR YAŞANANLAR!



Hava soğuk, sokaklar soğuk. Karlı, yağmurlu günleri yaşıyoruz, karakışın acımasızlığında. Yürekleri sarsılmış çocukların, kimsesiz yaşlıların, evsizlerin gülüşlerine gözyaşı karışmış, donuyor ortamın soğukluğunda.
Kışa hazırlıklı mıyız toplum olarak? Şiddetli yağmura örneğin, kara buza hazırlıklı mıyız? 
Şehir merkezlerinde ne karlı zirveleriyle şahlanmış dağlar var, ne yol geçit vermeyen zirveler. Karakış canavarı yerini trafik canavarına terk etmiştir. Kırsalda tipinin kara borana boğduğu coğrafyanın yerini şehirlerde arabaların motor homurtuları, gürültü ve kesif bir egzoz dumanı almıştır.
İster kış olsun, ister yaz, ister sonbahar tepkisiz ve unutkan bir toplumuz. Yaşam, acı ve hüzün asık suratlı artık. “İleri demokrasi”ye geçtiği söylemi ağızlarda düşmeyen, ekonomik büyümede dünyaya “dudak ısırtan” ülkemizde şehirlerin parkları, izbe köşeleri, terk edilmiş metruk binaları, köprü altları sığınacak yer arayan çocuklarla, kimsesizlerle dolu.
Kimi zaman inceden yağan yağmurda, kavurucu ayazda korunacak yer ararlar. Ayakları çıplak, soğuktan tir tir titreyen çocuklar. Evsizler, yaşlılar. Böylesi günlerde susarım. Suskunluğun egemen olduğu toplumlarda, demokrasi ve insan haklarından bahsedenleri gördükçe.
Böyle havalarda hüzünlenirim. Mesaisinin bitmesi ile yola çıkan memuru, işçiyi. Okulundan çıkan öğrenciyi. İş bulabilmenin ve evine bir lokma ekmek götürmenin peşindeki vatandaşın ayazda donmamak için sarf ettiği çabayı gördükçe.
Saatlerce yol kenarlarında, otobüs duraklarında toplu taşım araçlarını beklemenin dayanılmaz hafifliğini yaşayanları. Sinirleri gerilenleri. Zabıtayı arayıp toplu taşım otobüslerinin yetersizliğini ve duraklarda durmadıklarını şikâyet edenleri. Sonuçta kocaman bir hiç ile karşılaşanları gördükçe.
Yaklaşık 10 yıldır yapımı yılan hikâyesine dönen 4 farklı metro hattını tamamlayamayarak, hükümete devreden Anakent Belediye Başkanı Melih Gökçek, Ankara’nın ulaşım planında yer almamasına karşın, Kızılay - Oran arasına teleferik hattı kuracağını açıkladı. Projenin Güvenpark’tan başlayıp, Dikmen Vadisi’nden geçerek, Panora AVM’ de bitmesi planlanıyor... Bir "çılgın proje" daha...
Var olan "metro" hatlarını tamamlayamayan zihniyet, yeni bir proje ile uğraşacağına, Ankara yollarında evine gitmek için saatlerce araç bekleyenlerin sorunları ile ilgilense, bir kaç otobüs daha alıp sefere koysa ya! Keşmekeşe dönen trafiğin düzelmesi için uğraşsa ya!
Gelişmiş ülkelerde insana verilen önem konut yapımından tutunda, trafik akışının düzenine, yoksulların barınmasından, evsiz ve kimsesizlerin korunmasına, sokak ortasında kadın cinayetlerini bırakın yaşam alanlarında kadın erkek eşitliğine varana kadar her alanda kendini hissettirir. Bizde ise polis copu ile kadının kalçasının kırılmasına, dayak atılmasına, devlet ihalesi alan müteahhitlerin sağlam olan villasının yanında yaptığı konutların depremde yerle bir olmasına, vatandaş soğuktan kırılırken müteahhitlerimizin çifte çadırları bahçelerine kurmasına şahit oluruz.
Demokrasi kültürümüzü geliştirmek, özgürlükleri genişletmek, insanımızın onurluca yaşamasını sağlamak, aydınlık güne acı haberlerle başlamamak, yaşamı daha güzel ve sorunsuz kılmak gerekmez mi?
Toplumsal şiddet, tahammülsüzlük, vurdumduymazlık, eleştiriye “hoş görü” ile bakamamanın boyutları giderek artıyor mu diye düşünmeden edemiyor insan.
Kar taneleri düşüyor tek tek, şehirlerin varoşlarına. Apartman aralarına, gecekondulara. Uzak tepelerde gün doğuyor, alacakaranlık kayboluyor yavaş yavaş. Buz gibi bir havada güneşi kucaklıyoruz sonrasında.
Sabahın ilk ışıkları, motor homurtuları çınlayan kulaklarda. İnsanlar gidecekleri yere gitmenin telaşında. Çocuklar kan uykularında. Kimsesizlerin kış ortasında yaşadıkları dram, yiyecek bulma telaşındaki serçeleri kumruları da çaresiz bırakıyor. Bir onlar anlıyor köprü altı çocuklarının, yaşlıların, kimsesizlerin üşümesini, açlığını.
İnsanlık sınavı işlerin sorunsuzca gittiği günlerde değil, kırılma noktalarında yaptıklarımızla, yaklaşımlarımızla, düşündüklerimizle ölçülür.

7 Aralık 2011 Çarşamba

KARDELEN



KARDELEN
Buzun içinde yükseklerde
Üşüyen
Lakin direnen kardelenler  var ya
Kökünden sarsılan bir ağaç gibi
Sevgiye muhtaç
Kırılır kanadı,
Yok olur
Gözyaşları rüzgârla taşınır
Saklanır gün
Gizem yüklü gecelerce
Ardından çağlayan yine sel olur.


3 Aralık 2011 Cumartesi

BİZDEN EV ALAN CENNETTEN EV ALMIŞ SAYILIR !

İnsan sevgisinin yüzyıllardır çiçek açtığı kadim Anadolu topraklarında hangi vicdan, hangi düşünce, hangi yürek böyle bir şey yapabilir diye düşünmeden edemiyor insan. Utanmazlık, rant elde etme gayreti, duyguların vicdansızca sömürülmesi sıradanlaşmıştır ne yazık ki sırıtan yüzlerde.
Kendisini Şeyh olarak tanıtan vicdansızın Bursa’da sözde müritlerine uygun gördüğü “nitelikli cinsel saldırı” belleklerde tazeliğini korurken, bir başkasının “Peygamber soyundan geliyorum” iddiası ile Gebze’de yüzlerce insanı “Bizden ev alan cennetten ev almış sayılır” diyerek dolandırması insanın nutkunun tutulmasına neden oluyor adeta. İlgili yakalanınca getirildiği adliyenin önünde “adalet arıyoruz” diye bağıran mağdurların söylenenlere inanıp elinde avucunda ne var ne yok vermesine ne demeli?
İnsanın insana reva gördüğü son derece çirkin yaklaşımın sabahında uyandığınızda tarifsiz bir acı sarar içinizi. Gözleriniz kapanır açılmamacasına. Gün kararmadan simsiyah bir bulut çöker şehrin üstüne. Ayazda buz tutarsınız sonrasında. Nefes alışlarınız sıklaşır, kirpikleriniz birbirine yapışmaya başlar. Adımlarınız kalabalığın ritmindedir artık. Bazen bir sokakta, bazen kalabalık bir cadde de ilerlersiniz. Etrafta ne bir çocuk ne bir kuş sesi vardır artık. Çoktan uzaklaşmışlardır sokakların çığlığından.
Çaresiz kalırsınız bu durumlarda. Bir şeyler söylemek gelmez içinizden. Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde yaşananlara şaşıp kalırsınız. Aldatmak ve erdem uzaktır birbirinden. Yaşamları acı ve hüzündür artık onların. Aldatılmışlığın ve parlak günlerin karanlık tortusu çökmüştür üzerlerine.
Bu kaçıncı kandırılış, bu kaçıncı feryat? Yaşanmadı mı daha öncesinde benzerleri? Bu yaşananlar nasıl bir karanlığa savrulmakta olduğumuzu göstermiyor mu?
Hiç kuşku yok ki bu yaşananlar bir aldatmaca bir safsatadır. Kendi menfaati ve çıkarı için diğerlerini kandırmaktan öte bir şey değildir tüm bu olanlar. Çağdaş bir yaşam tarzında kandırılmak, gerçek dışı söylemlere inanmak niye? Ağlamak, sızlamak, feryat etmek sorunu çözecek mi?
Çağdışı söylemlerle insanları çıkarlarına alet edenlerin gerçek niyetlerini anlamak bu kadar mı zor?
Fakir ve cahil insanları sömürme aracı olarak bu tür yaklaşımlar kullanılıyor. Kendi ülkesinin fakir insanlarını bu şekilde sömürmek kabul edilebilir bir şey değildir elbette. Lakin kitlelerin bu tür yaklaşım ve kandırmalara karşı sessizce boyun eğmemeleri gerekir. Geçmişte ve günümüzde yaşanan bu tür olayları sorgulamak, ders çıkarmak ve benzeri tuzaklara düşmemek gerekir.
Bu iki olayda irdelenmesi gereken şey aynı zamanda ahlaksızlıktır. Birincisi kadın erkek ilişkileri bağlamında, ikincisi çıkar elde etme, çalma, kandırma, yalan söyleme anlamında ahlaksızlıktır. Her iki yaklaşımda da toplumun cehaleti söz konusudur. Toplumun kandırılması söz konusudur. Bu kandırmacalarla mücadele etmesini bilmeli, inançlarının ve birikimlerinin sömürülmesine, heba edilmesine olanak vermemeli insan.

29 Kasım 2011 Salı

KARANLIK BASMADAN

                                
Yaşadığımız tüm zorluklara, geçirdiğimiz uykusuz gecelere, suskunluklara, kırgınlıklara rağmen hâlâ ayaktayız. Yaşanmışlıklara, kapıların bir bir kapanmasına inat; dar sokaklara, geniş alanlara ve caddelere uzanan bir yolculuk aslında bizimkisi. Garip bir içgüdü ile devam eden.
Susmak ve sinmek genlerimize işlemiş. Gerçek olmayanı, yalanı dolanı kabullenmekte. Bir hengâmedir gidiyor, sislerin ve dumanların arasından, parmakları metale yapıştıran kör karanlık, rant elde etme, girişimcilik, tüketim alışkanlıkları, kalkınma çabaları, kırdan kente göç. Paranın erdemi yok etmesi, işçiyi titretmesi sanayileşmenin ve modernleşmenin felsefileşmesi insan haklarını yok sayarak.
Ama ne gam, sabah gün doğarken çıkıp gece yarılarına kadar büyük bir azimle çalışmalar, mücadeleler. En azından bir lokma ekmek için, muhtaç olmamak için. Gelecek ve insanlık için. Gerçekçi olmak lazım her daim her yerde. Vicdanlar körelmemeli. Akıl ve aydınlık yol göstermeli, hayatı sorgulamalı insan. Köylüyü, şehirliyi, cam ve çelik karışımı ucubeleri, gecekonduları, varoşları, sanatı ve sanatçıyı iyi tanımalı. Sanatın içine tükürenleri de. Sorunlara kafa yormalı insan. Aydınlatmalı madenciyi, balıkçıyı, marabayı, köylüyü dilinin döndüğünce.
Geçmişi unutmamalı insan. Yük teknelerini, kağnı gıcırtılarını, ince çarıklı, çoğu zaman yalınayak kadınları, “İstiklâl Yolu”nda bebesini karakışa kurban verenleri. Ege’de Çete Ayşe’yi, Gökçen Efe’yi, Şehit Cafer’i, Erzurum’da Nene Hatun’u, Kastamonu’da Şerife Bacıyı, Kara Fatmaları ve daha nicelerini. Yolu izi olmayan coğrafyaları, ağa baskısında yorulananları, üç kuruş için canından olanları, rantçıyı, üçkağıtçıyı, feodal kalıntıları, Kurtuluş Savaşı’na ihanet edenleri.
İnsanlık acı çekmekte. Savaşlarda, kırgınlıklarda, ötekileştirmelerde, öfkede. Oysaki savaşın kazananı olmaz. Ne öfkenin, ne kırgınlığın ne de ötekileştirmenin kimseye bir faydası yok. Kırıp dökmenin, yakıp yıkmanın, yok etmenin kime ne faydası var? İnsanın içinde barışa yol olmalı, umut olmalı. En kötü barış bile savaşlardan, kırgınlıklardan, öfkeden iyidir. Öfke ve kin, kendi iç savaşını yapar insanda. Mantığı yok sayar, uzaklaştırır.
Hepimiz aynaya bakmasını öğrenmeliyiz. Büyük aynanın içindekileri görmeliyiz ve gördüklerimizi doğru yorumlamalıyız. Yaşama dair her şeyi sağlıklı bir şekilde iredelemeli, dünyanın farklı bölgelerinde insana dair hakların ne durumda olduğuna ilişkin saptamaları doğru okumalıyız. Afrika’da, Asya’da, Latin Amerika’da ya da dünyanın herhangi bir yerinde yoksullukla, savaşla gelen hak ihlâllerini somut bir biçimde ortaya koymalıyız.
Mutluluk  ve yaşamın herkesin hakkı olduğuna belleklerimizde yer vermeliyiz.

26 Kasım 2011 Cumartesi

1938 DERSİM VE 1993 SİVAS OLAYLARI

1938 Dersim olayları gündeme oturdu. Konuşan çok, yazan çok. Konuşuyorlar, yazıyorlar lakin ellerinde belge yok. Devletin arşivlerinde var olan belgelere henüz ulaşılmış değil. Başbakanın açıkladığı dört belge dışında elle tutulur bir belge yok.
Bir kısım medya ve köşe yazarları köşelerinde yazdıkça yazıyorlar. Okudukça insan pes diyor. Konuyu kıyısından köşesinden öyle yontuyorlar ki şaşılacak şey. İnsan diyor bunlar bu kadar şeyi belge olmadan nasıl yazabiliyor? Düşününce gerçek dışı, belgeye dayanmayan o kadar şeyin yazılıp çizildiğini görmek şaşırtıyor insanı.
1938 yılında ne olmuştur?
Dersim ve yöresinde harekâtı tetikleyen olaylar nelerdir?
Bu ve benzeri soruların cevapları esasında arşivlerde yer alan belgelerdedir. Arşivlerdeki bilgiler elimizde olmadığı için ister istemez değişik kaynaklarda var olan yazılara itibar etmek durumunda kalıyoruz.
Bir kısım kaynakta (Vikipedi ansiklopedisi) dönemin Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil’e göre “1937 yılında Atatürk Singeç (aslı soyungeç) köprüsünün açılışını yapmak üzere Dersim’e gelecekti. Bu köprünün bir ucunda güvenliği sağlamak amacı ile bir askeri karakol bulunuyordu. İsmail Hakkı adlı bir Teğmen’in komutasındaki karakola isyancılar tarafından saldırı düzenlendi. Karakol yakıldı ve 33 askerin tümü öldürüldü. 27 Mart 1937 tarihinde Tunceli-Erzincan yolundaki bir köprü Haydaran ve Demanan aşiretleri tarafından yakılır. Telefon hatları kesilir. Jandarma birliklerine pusu kurulur. Pax bucağı karakoluna baskın düzenlenir. Seyyit Rıza bizzat Sin Karakolu’nun basılması için asi milislere emir verir. Bölgede 9.Seyyar Jandarma Taburu’na baskın düzenlenir. Kendi vatandaşlarından kurulu düzensiz gerilla kuvvetlerine karşı savaşmak üzere eğitilmemiş ve bu yönde bir hazırlığı olmayan askeri kuvvetler kendilerini korumakta zafiyet içine düşerler. Birçok askeri birlik basılarak askerler öldürülür ve yaralanır. Asiler Mazgirt Köprüsü’nü tahrip ederler”  açıklaması mevcuttur.
1937-1938 yıllarında Dersim yöresinde bilinen olaylar gelişir. Bir kısım yöre insanı olaylar sırasında yaşamını yitirir. Askerlerden de yaşamını yitirenler vardır. Seyyit Rıza’nın İngilizlere yazdığı mektupta zaten buna yer veriliyor. Seyyit Rıza mektubunda ‘ üç aydan bu yana savaş sürüyor ben ve yurttaşlarım Türk ordusunu başarısızlığa uğrattık’ diyor. Olaylar sonucunda halkın bir kısmı alınan kararla zorunlu iskâna tabi tutulur. Seyyit Rıza, Fındık Hafız, Seyyit Rıza’nın oğlu ile birlikte bir kısım isyancılar 15 Kasım 1937 tarihinde idam edilir.
Yaşanmaması, olmaması gereken olaylar yaşanır. Ne var ki o günün şartlarında devletin bu kararları almasının gerekçeleri mutlaka vardır. Askerine kurşun sıkılması söz konusudur. Devletin yaptığı köprülerin yakılıp yıkılması söz konusudur. İsyan ve başkaldırı söz konusudur. Ancak, arşivlerde yer alan belgeler incelemeye açık olmadığı sürece gerçeği tam olarak bilme olanağı yoktur. Belgelere dayalı olmayan söylemler ise havada kalmaya mahkûmdur.
Bu tür olaylarda insanlar yaşamlarını kaybetmektedir. Günümüz dünyasında da değişik coğrafyalarda çıkan kargaşa ve savaşlarda da bu tür olaylar yaşanmaktadır. Geçmişte de yaşanmıştır. İsyanların ve başkaldırıların bertaraf edilmesinin getirdiği bir sonuçtur bu.
Bu arada Hürriyet Gazetesi yazarı Yılmaz Özdil’in 24 Kasım 2011 tarihli yazısında dile getirdiği bir belge söz konusudur.
Özdil’in yazsında ilgili belgenin Londra’da İngiltere devlet arşivinde (The National Archives)  “FO 371/20864/E5529” numara ile kayıtlı olduğu belirtiliyor.
Bu belgede yazılanlar nelerdir?
Bu belgede yazılanları Rıza Zelyut şu şekilde açıklamaktadır.
“Dersim İsyanları ve Seyyit Rıza Gerçeği” adlı kitabında, olayın tarihsel gelişimini anlatan Rıza Zelyut 18 Kasım 2011 tarihli yazsında (I) yazısında “Seyyit Rıza, Dersim’de isyan edip devlet kuvvetleri ile savaşırken dış destek alabilmek için İngiltere’ye mektup yazdı.  Bu mektubun, onun isteği ile danışmanı konumundaki Baytar Nuri tarafından yazıldığını tahmin ediyoruz. 30 Temmuz 1937 tarihli mektubunda, bölgeyi Kürdistan olarak tarif eder. ‘Yıllardan beri Türk hükümeti Kürt halkını asimile etmeye çalışıyor’ dedikten sonra ‘ üç aydan bu yana savaş sürüyor ben ve yurttaşlarım Türk ordusunu başarısızlığa uğrattık. Üç milyon Kürt benim sesimden Ekselanslarına sesleniyor ve hükümetinizin yüksek manevi etkisinden Kürt halkını yararlandırmanızı sizden istirham ediyorum’ diyor” “Mektupta Alevilikten en küçük bir işaret yok. Kürtçü fikirlerin olduğu görülüyor” açıklaması var. Rıza Zelyut’un ilgili kitabı incelendiğinde elde mevcut olan belgelere dayalı olarak yazılanları görmek olasıdır.
Özdil’in yazısında da benzer ifadelerin ilgili mektupta kullanıldığı belirtilmektedir.
Bir kısım Kürt kalemşorlar yazdıkları yazılarda olaylardan Mustafa Kemal Atatürk’ü sorumlu tutmaktalar. Bizzat idam emrinin Atatürk tarafından verildiğini belirtmekteler. Oysaki Zülfü Livaneli’nin Vatan Gazetesindeki köşesinde 25 Kasım 2011 tarihinde yazdığı “Atatürk Seyyit Rıza’yı affedecek korkusu” başlıklı yazısında açıkladığı belgede idam ile ilgili gerçekler açıklanmakta ve idam emrini Atatürk’ün vermediği belirtilmektedir. Bu konuda Atatürk’ü haksız yere suçlayanların asıl amacı bellidir.
Seyyit Rıza’nın İngiltere’ye yazdığı mektup içeriğinde de anlaşıldığı gibi konu Alevilerle ilgili değil aksine Kürtlerle ilgilidir. Mektupta anlaşılan budur. Şeyh Sait’in 1925 yılında yapamadığını yapmaya çalıştığı izlenimi söz konusudur.
Yeni Akit Gazetesi yazarlarından Ali Karahasanoğlu’nun 25 Kasım 2011 tarihli yazısı ise üzerinde düşünülmesi gereken bir yazıdır.
İlgili yazar bakınız yazısında neler diyor: “Sivas’ta aslan kesilenler Dersim’de niye sessiz? Alevi dernekleri, alevi önderleri çıkıp cevap vermeliler. Nedir bu, ‘ Dersim’de ölen binlerce insanın katillerine yönelik çekingenlik?’…Yakın tarihimizde başka bir olay var. Sivas olayları. Sivas’ta çoğu Alevi 33 vatandaşımız ölmüştü. Aslında Dersim’de ki gibi, kasıtla işlenmiş bir toplu öldürme olayı da değildi bu. Bir gösteri sonrasında çıkan yangında, otelde dumandan zehirlenerek yaşanan ölümlerdi, Sivas ölümleri. Planlayarak, taammüden bomba atarak bir ölüm söz konusu değildi. Kurşuna dizerek hiç değildi. Hatta o kadar şüpheliye en ağır cezalar verildi. Ama bir tanesinde bile, ne tabanca, ne de bıçak gibi bir suç aleti yakalandı. Böylesine masum bir olaydı, Sivas olayları. Ama Dersim’deki ölümlerin hesabını sormayan, yaşananların takipçisi olmayan Alevi vatandaşlarımız, Sivas olayları söz konusu olunca, aslan kesildiler.”
Ali Karahasanoğlu’nun yazısı benzer cümlelerle devam ediyor. Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Özür yetmez. Mallar da iade edilsin” söyleminde bulunduğunu ekleyip “Ne denir şimdi buna?  Bugüne kadar nerdeydin, paşa baba? Denmezde, ne denir?” (II)
Temmuz 1993 yılında Sivas Madımak otelinde bundan 18 yıl önce 35 insan otelin ateşe verilmesi ile diri diri yakıldı. Öldürüldü. Bu insanlar bir tesadüf sonucu ölmedi. Bu bir insanlık suçudur. Savunmasız insanları ateşe verip yakmak asla masum bir olay değildir. Masum bir olay olmadığı için sekiz yıl hukuk mücadelesi verilmiş ve dava 2001 yılında sonuçlanmıştır. Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin onadığı karar uyarınca sanıklardan 33’ü TCY’ nin 146/1 maddesine göre idam cezası almıştır. Bu cezalar ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çevrilmiştir. Diğer sanıklar ise değişik cezalara çarptırıldılar.
2 Temmuz 1993 günü yaşananları ve otelin yanışını televizyon ekranlarında canlı yayınla tüm Türkiye izledi. Orada yanan otel değil insanlıktı. Onlarca insan yaralandı, yaşamını yitirdi. Orada insan haklarının, akıl ve vicdanın kabul etmeyeceği görüntülere şahit olundu.
Şimdi çıkıp da “Sivas’ta aslan kesilenler Dersim’de niye sessiz?” demek doğru bir yaklaşım değildir. Sivas olayları sonucu verilen bir hukuk mücadelesi vardır. Yaşamını yitiren insanların yakınları haklarını aramasınlar mı? Hak arandığı için aslan kesilmek diye bir tabirin kabul edilmesi doğru değildir. Orada bir hukuk mücadelesi verilmiştir. Hukuk mücadelesi verilmese miydi? Mağdur olan insanlar, yakınlarını kaybeden insanlar haklarını aramasalar mıydı? Böyle bir anlayış olabilir mi?
Sivas madımak otelinde meydana gelen olayın kasıtlı olup olmaması olaya sebep olanları mazur göstermez. Suçlarını ve yaptıklarını azaltmaz. Yaşanmış gerçekleri yok etmez.
“Bir gösteri sonrasında çıkan yangında, otelde dumandan zehirlenerek yaşanan ölümlerdi, Sivas ölümleri. Planlayarak, taammüden bomba atarak bir ölüm söz konusu değildi. Kurşuna dizerek hiç değildi. Hatta o kadar şüpheliye en ağır cezalar verildi. Ama bir tanesinde bile, ne tabanca, ne de bıçak gibi bir suç aleti yakalandı. Böylesine masum bir olaydı, Sivas olayları.” Diyerek olaya meydan verenleri masumane göstermek doğru değildir. İster planlayarak ister plansız olsun orada onlarca insan yaşamını kaybetmiştir. Elbette olaya sebebiyet veren, oradaki toplumu kışkırtan insanlar hak ettikleri cezaları alacaklardır. Üzerlerinde yaralayıcı, delici, kesici bir suç aletinin çıkmaması onların suçunu hafifletmez.
Kaldı ki 2 Temmuz 1993 Sivas olayları ile 1938 yılında Dersim ve çevresinde yaşanan olayları birbiri ile karşılaştırmak hatadır. Ali Karahasanoğlu’nun yaptığı gibi 1938 Dersim olaylarında şunlar olmuştur, Alevi dernekleri filan neden seslerini çıkarmıyorlar, 2 Temmuz 1993 günü Sivas Madımak’ta olan olaylara aslan kesiliyorlar deyip iki olayı aynı potada düşünmek ve yorumlamak doğru değildir.
Dersim 1938 olayları devlete karşı yapılan bir isyanın bastırılması ve meydana gelen olaylarda insanların yaşamını yitirmesi söz konusudur.
2 Temmuz 1993 tarihinde ise masum insanların katılacağı bir şenlik öncesi öldürülmesi yakılması söz konusudur.



(I)http://www.gunes.com/2011.11.25/yazar/1498/riza_zelyut/dersim_in_anasini_aglatanlar.html
(II)http://www.habervaktim.com/yazar/44907/sivas’ta_aslan_kesilenler_dersim’de_niye_sessiz.html


19 Ağustos 2011 Cuma

MEDENİYETLER DİYARI SURİYE

Emperyalizmin rotası değişmiyor. Küresel sömürü düzeninin yalan ve dolanı, dünya ekonomisine, siyasetine, kültürüne, düşüncesine yön vermeye devam ediyor. Yoksullaştırılan ve sömürülen halklar gün geliyor meydanlara iniyor. O andan itibaren dişliler acımasızca çalıştırılıyor, kan ve gözyaşı aynı potada öğütülüyor.
Bunca kargaşaya, huzursuzluğa neden olanlar ise ellerini ovuşturmaya devam ediyor. Kutuplaşma ve çatışmalar yoğunlaşıyor, artıyor. Daha önce hiç karşılaşmamış olanlar birbirlerine rakip oluyor, muhalif oluyor.
Dünya jandarmalığına soyunan ABD başkanı Obama Suriye Devlet başkanı Beşar Esad’a “görevi bırak” çağrısında bulundu. Suriye’den petrol alımını yasaklayan Obama “Suriye halkının yararı için artık Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın çekilme zamanının geldiğini belirtti.”
Yandaşlar boş durur mu? Almanya, İngiltere, Fransa troykası da “iktidarı bırak” çağrısını tekrarladılar.
Suriye tarih boyunca birçok dine ve medeniyete ev sahipliği yapmış bir ülke. Coğrafi konumu nedeni ile farklı medeniyetlerin kesişim noktasında bulunuyor. Uzun yıllar Osmanlı egemenliğinde kalan ve Osmanlının tarih sahnesinden silinmesi ile Fransa’nın kontrolüne giren Suriye, 1946 yılında Fransızların ülkeden çekilmesi ile bağımsızlığına kavuştu.
Yoksul bir aileden gelen Hafız Esad 13 Kasım 1970 tarihinde kansız bir darbe ile iktidarı ele geçirdi. Mart 1971’de yapılan halk oylaması ile Devlet Başkanı oldu. Ölümüne kadar da bu görevini sürdürdü.
Hafız Esad’ın ölümü sonrası Suriye Devlet Başkanlığına geçen oğlu Beşar Esad, Londra’da Western Göz Hastanesi’nde staj yaparken Ocak 1994 tarihinde aldığı haberde Suriye Devlet Başkanlığı için yetiştirilen kardeşi Basil’in o sabah Şam havaalanına giderken arabası ile geçirdiği kazada yaşamını yitirdiğini öğrendi.  Bu olay Beşar Esad’ın geri çağrılması anlamına geliyordu.
Beşar Esad’ın işbaşına gelmesinden bu yana yaklaşık on yıl geçti. 2003 yılında ABD’nin Irak’a girmesinin ardından, Suriye’nin savaş karşıtı tavrı ve Iraklı ayaklanmacılara verdiği destekten dem vuran George W. Bush’un şimşeklerini üzerine çekmişti. Bush Şam’da rejim değişikliği tehdidinde bulunmuş, Esad’ı Ortadoğu’nun karanlık gücü olarak tanımlamıştı. Bu durum ABD-Suriye ilişkilerinin iyice bozulmasına neden olmuştu. Gelinen noktada olan bitenlere bakıldığında sorunun kaynağının yeni olmadığı görülüyor. Ayrıca Suriye’nin Rusya’ya yakın durması batılı güçleri rahatsız etmektedir.
Ayrıca New York’ta uçakların Dünya Ticaret Merkezi’ni vurması ve El Kaide ile Müslüman Kardeşlerin eylemleri, İslami cihatçıların Suriye’yi hazırlık yeri ve geçiş noktası olarak kullandıkları şeklinde algılandı.
Suriyeliye sorulduğunda vereceği cevap “özgürlük” olacaktır, “daha fazla özgürlük. İhtiyacımız olan bu” cevabı sizleri şaşırtmayacaktır. Onların istediği belki siyasi özgürlükten çok demokrasi ve insan haklarının tanımladığı haklardır. İstediği bazı şeyleri bürokrasinin ağlarına takılmadan, yeni şeyler yaratmak için teşvik almak, hükümetten gerekli desteği almak. Hepsi bu belki de. Ya da biraz daha fazlası. Ama hepside insan hakları kapsamında yapılması gereken şeyler. Bunları yapmak için “kimin yakını olduğunuz, hangi köy ve aşiretten olduğunuz, paranızın olup olmadığı” ön koşuldur Suriye’de. Suriye’de Vitamin Vav olarak adlandırılan rüşvet çarkı aşırı dozda kullanılmaktadır. Bu durum karşısında 2000 yılında yönetime gelen Beşar Esad’da rahatsızdır. İş başına gelir gelmez rüşvete karşı bir kampanya başlatan Esad çok sayıda bakan ve bürokratı görevden aldı. Reformları başlattı. Çok sayıda siyasi tutukluyu serbest bıraktı. Muhalefet üzerindeki baskıyı azalttı. Suriye’ye bilgisayarı ve internet cafe kültürünü getirdi. Ekonomiyi canlandırmak için girişimlerde bulundu. Bankacılık sistemini özelleştirdi. Özel ve yabancı sermayeyi çekmek için Şam borsasını kurdu. Yurt dışında yaşayan Suriyelileri geri dönmeye ikna etti. Yeni işyerleri, restoranlar açılmasını ve turizmin gelişmesini sağlamak için çaba sarf etti. 
“Benim işim Suriyeliler için çalışmak” diyen Esad halkın yaşam standardını yükseltmek için çaba gösterdi. Kırsal bölgelere eğitim ve sağlık hizmeti götürdü.
Ne var ki tüm bu çabalar yeterli olmadı. Siyasi reform ve ifade özgürlüğü yarıda kaldı. Rüşveti engelleme çalışmaları sonuçsuz kaldı. Daha önce serbest bıraktığı siyasi tutukluları yeniden tutuklattı. İnterneti getirdi ancak kimi sitelere (You Tube, Facebook) erişimi engelledi. Ülke içinde sert güvenlik tedbirlerini rejimi korumak için gerekli gören Esad’ın bu yaklaşımı halkta tedirginlik yaratmış durumda. İnsanlar her an izlenmekten korkuyor.
Ülke içerisinde yaşanan çatışmalarda batılı güçlerin muhaliflere destek verdiği bir gerçektir. Tıpkı Libya’da olduğu gibi. Tıpkı Yemen’de olduğu gibi. Tıpkı Afganistan’da, Somali’de, Sudan’da, Fildişi’nde olduğu gibi. Muhaliflerin gösterilerini kanla bastırmaya çalışan Esad’a ülke dışında da tepkiler artmış, yaşamlarından endişe eden bir kısım Suriyeliler komşu ülkelere sığınmak durumunda kalmıştır.
Bugün ABD’sinden, AB’sine, BM’lerine kadar dünya siyasetine yön verenlerin kapsama alanında Suriye ve Esad yönetimi vardır. Esad’ın görevi bırakması istenmekte “yaşanan çatışmalarda insanlık suçu işlendiği savı ile uluslar arası ceza mahkemesinin devreye girmesi” dile getirilmektedir. Amaç bellidir. Libya’da olduğu gibi kendilerine karşı dik duran ve ülkesinin iç işlerine karışılmasını istemeyen Esad yönetimini alaşağı etmek için taşlar yerinden oynatılmış, piyonlar harekete geçirilmiştir. Çarklar dönmektedir. Dişliler öğütmeye hazırdır.
Sonuçta; Türkiye, Suriye, İsrail, Filistin, Kıbrıs, Mısır, Irak gibi ülkelerin yer aldığı Doğu Akdeniz havzası farklı kültür, din ve uygarlıkları barındırdığı gibi petrol ve doğalgaz kaynaklarının da yer aldığı stratejik bir konumdadır. Okyanusa açılan suyolu üzerinde yer alan ülkelerde diğer önemli bir sorun da sudur. Suyun yetersizliği ve artan nüfusun su ihtiyacının nasıl karşılanacağı ise belirsizliğini korumaktadır.
Bu bağlamda Doğu Akdeniz’in geleceğini su ve petrol belirleyecektir. Bölgede var olan sorunlar yumağı dünya kamuoyunu meşgul ettiği gibi emperyalist güçlerin de dikkatini çekmeye devam edecektir. Keskin hesaplaşmalar yaşanacaktır. Olan yine fakir ve yoksul halka olacaktır. Silah tüccarları ve kandan beslenenler, sömürmeyi alışkanlık haline getirenler ise ellerini ovuşturmaya devam edecekler, purolarını yedi yıldızlı otellerde tüttüreceklerdir.