19 Ağustos 2011 Cuma

MEDENİYETLER DİYARI SURİYE

Emperyalizmin rotası değişmiyor. Küresel sömürü düzeninin yalan ve dolanı, dünya ekonomisine, siyasetine, kültürüne, düşüncesine yön vermeye devam ediyor. Yoksullaştırılan ve sömürülen halklar gün geliyor meydanlara iniyor. O andan itibaren dişliler acımasızca çalıştırılıyor, kan ve gözyaşı aynı potada öğütülüyor.
Bunca kargaşaya, huzursuzluğa neden olanlar ise ellerini ovuşturmaya devam ediyor. Kutuplaşma ve çatışmalar yoğunlaşıyor, artıyor. Daha önce hiç karşılaşmamış olanlar birbirlerine rakip oluyor, muhalif oluyor.
Dünya jandarmalığına soyunan ABD başkanı Obama Suriye Devlet başkanı Beşar Esad’a “görevi bırak” çağrısında bulundu. Suriye’den petrol alımını yasaklayan Obama “Suriye halkının yararı için artık Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın çekilme zamanının geldiğini belirtti.”
Yandaşlar boş durur mu? Almanya, İngiltere, Fransa troykası da “iktidarı bırak” çağrısını tekrarladılar.
Suriye tarih boyunca birçok dine ve medeniyete ev sahipliği yapmış bir ülke. Coğrafi konumu nedeni ile farklı medeniyetlerin kesişim noktasında bulunuyor. Uzun yıllar Osmanlı egemenliğinde kalan ve Osmanlının tarih sahnesinden silinmesi ile Fransa’nın kontrolüne giren Suriye, 1946 yılında Fransızların ülkeden çekilmesi ile bağımsızlığına kavuştu.
Yoksul bir aileden gelen Hafız Esad 13 Kasım 1970 tarihinde kansız bir darbe ile iktidarı ele geçirdi. Mart 1971’de yapılan halk oylaması ile Devlet Başkanı oldu. Ölümüne kadar da bu görevini sürdürdü.
Hafız Esad’ın ölümü sonrası Suriye Devlet Başkanlığına geçen oğlu Beşar Esad, Londra’da Western Göz Hastanesi’nde staj yaparken Ocak 1994 tarihinde aldığı haberde Suriye Devlet Başkanlığı için yetiştirilen kardeşi Basil’in o sabah Şam havaalanına giderken arabası ile geçirdiği kazada yaşamını yitirdiğini öğrendi.  Bu olay Beşar Esad’ın geri çağrılması anlamına geliyordu.
Beşar Esad’ın işbaşına gelmesinden bu yana yaklaşık on yıl geçti. 2003 yılında ABD’nin Irak’a girmesinin ardından, Suriye’nin savaş karşıtı tavrı ve Iraklı ayaklanmacılara verdiği destekten dem vuran George W. Bush’un şimşeklerini üzerine çekmişti. Bush Şam’da rejim değişikliği tehdidinde bulunmuş, Esad’ı Ortadoğu’nun karanlık gücü olarak tanımlamıştı. Bu durum ABD-Suriye ilişkilerinin iyice bozulmasına neden olmuştu. Gelinen noktada olan bitenlere bakıldığında sorunun kaynağının yeni olmadığı görülüyor. Ayrıca Suriye’nin Rusya’ya yakın durması batılı güçleri rahatsız etmektedir.
Ayrıca New York’ta uçakların Dünya Ticaret Merkezi’ni vurması ve El Kaide ile Müslüman Kardeşlerin eylemleri, İslami cihatçıların Suriye’yi hazırlık yeri ve geçiş noktası olarak kullandıkları şeklinde algılandı.
Suriyeliye sorulduğunda vereceği cevap “özgürlük” olacaktır, “daha fazla özgürlük. İhtiyacımız olan bu” cevabı sizleri şaşırtmayacaktır. Onların istediği belki siyasi özgürlükten çok demokrasi ve insan haklarının tanımladığı haklardır. İstediği bazı şeyleri bürokrasinin ağlarına takılmadan, yeni şeyler yaratmak için teşvik almak, hükümetten gerekli desteği almak. Hepsi bu belki de. Ya da biraz daha fazlası. Ama hepside insan hakları kapsamında yapılması gereken şeyler. Bunları yapmak için “kimin yakını olduğunuz, hangi köy ve aşiretten olduğunuz, paranızın olup olmadığı” ön koşuldur Suriye’de. Suriye’de Vitamin Vav olarak adlandırılan rüşvet çarkı aşırı dozda kullanılmaktadır. Bu durum karşısında 2000 yılında yönetime gelen Beşar Esad’da rahatsızdır. İş başına gelir gelmez rüşvete karşı bir kampanya başlatan Esad çok sayıda bakan ve bürokratı görevden aldı. Reformları başlattı. Çok sayıda siyasi tutukluyu serbest bıraktı. Muhalefet üzerindeki baskıyı azalttı. Suriye’ye bilgisayarı ve internet cafe kültürünü getirdi. Ekonomiyi canlandırmak için girişimlerde bulundu. Bankacılık sistemini özelleştirdi. Özel ve yabancı sermayeyi çekmek için Şam borsasını kurdu. Yurt dışında yaşayan Suriyelileri geri dönmeye ikna etti. Yeni işyerleri, restoranlar açılmasını ve turizmin gelişmesini sağlamak için çaba sarf etti. 
“Benim işim Suriyeliler için çalışmak” diyen Esad halkın yaşam standardını yükseltmek için çaba gösterdi. Kırsal bölgelere eğitim ve sağlık hizmeti götürdü.
Ne var ki tüm bu çabalar yeterli olmadı. Siyasi reform ve ifade özgürlüğü yarıda kaldı. Rüşveti engelleme çalışmaları sonuçsuz kaldı. Daha önce serbest bıraktığı siyasi tutukluları yeniden tutuklattı. İnterneti getirdi ancak kimi sitelere (You Tube, Facebook) erişimi engelledi. Ülke içinde sert güvenlik tedbirlerini rejimi korumak için gerekli gören Esad’ın bu yaklaşımı halkta tedirginlik yaratmış durumda. İnsanlar her an izlenmekten korkuyor.
Ülke içerisinde yaşanan çatışmalarda batılı güçlerin muhaliflere destek verdiği bir gerçektir. Tıpkı Libya’da olduğu gibi. Tıpkı Yemen’de olduğu gibi. Tıpkı Afganistan’da, Somali’de, Sudan’da, Fildişi’nde olduğu gibi. Muhaliflerin gösterilerini kanla bastırmaya çalışan Esad’a ülke dışında da tepkiler artmış, yaşamlarından endişe eden bir kısım Suriyeliler komşu ülkelere sığınmak durumunda kalmıştır.
Bugün ABD’sinden, AB’sine, BM’lerine kadar dünya siyasetine yön verenlerin kapsama alanında Suriye ve Esad yönetimi vardır. Esad’ın görevi bırakması istenmekte “yaşanan çatışmalarda insanlık suçu işlendiği savı ile uluslar arası ceza mahkemesinin devreye girmesi” dile getirilmektedir. Amaç bellidir. Libya’da olduğu gibi kendilerine karşı dik duran ve ülkesinin iç işlerine karışılmasını istemeyen Esad yönetimini alaşağı etmek için taşlar yerinden oynatılmış, piyonlar harekete geçirilmiştir. Çarklar dönmektedir. Dişliler öğütmeye hazırdır.
Sonuçta; Türkiye, Suriye, İsrail, Filistin, Kıbrıs, Mısır, Irak gibi ülkelerin yer aldığı Doğu Akdeniz havzası farklı kültür, din ve uygarlıkları barındırdığı gibi petrol ve doğalgaz kaynaklarının da yer aldığı stratejik bir konumdadır. Okyanusa açılan suyolu üzerinde yer alan ülkelerde diğer önemli bir sorun da sudur. Suyun yetersizliği ve artan nüfusun su ihtiyacının nasıl karşılanacağı ise belirsizliğini korumaktadır.
Bu bağlamda Doğu Akdeniz’in geleceğini su ve petrol belirleyecektir. Bölgede var olan sorunlar yumağı dünya kamuoyunu meşgul ettiği gibi emperyalist güçlerin de dikkatini çekmeye devam edecektir. Keskin hesaplaşmalar yaşanacaktır. Olan yine fakir ve yoksul halka olacaktır. Silah tüccarları ve kandan beslenenler, sömürmeyi alışkanlık haline getirenler ise ellerini ovuşturmaya devam edecekler, purolarını yedi yıldızlı otellerde tüttüreceklerdir.

7 Ağustos 2011 Pazar

AKÇABEY KÖYÜ

HÜSEYİN GÜZEL
Bozkırın sıcağı da soğuğu da yamandır. İnsanlar yazın sarı sıcağa, kışın karakışın acımasızlığına yenik düşer. Sadece insanlar mı? Hayır. Diğer canlılar için de bozkır acımasızdır kimi zaman.
Havalar soğumaya başladığında yer gök gelinliğini giymeye başlar yavaş yavaş. Günlerce ve gecelerce ıslık çalan kuzey rüzgârının çığlıkları yağan beyaz kâbusa eşlik eder. Yağan kar aralıklarla dinlenmeye çekilirken bu sefer yeryüzünü örten sis aman vermez. Buz, kar ve tipinin ne denli acımasız olabileceğine şahit olur insanlar.
Hem de günlerce, aylarca.
Bir tek insan asla tek başına bir insan değildir buralarda. Vahşi yaşam da asla tek başına bir vahşi yaşam değildir. Bir dağ, bir yayla ve bir ova da asla tek başına bir dağ, bir yayla ve bir ova değildir bozkırda.
Bozkır kimi zaman acıyı ta iliklerine kadar duyumsayan insanlara şahit olur. Kimi zaman sevincin, mertliğin ve yiğitliğin varlığına, kimi zaman da kalleşliğin ve acımasızlığın kol gezmesine.
Etrafı saran dağların ulu doruklarına meydan okurcasına yan yana duran kuzgunlar gibi, ovanın en ucunda, omuz omuza yaslanmış, kibrit kutusu şeklindeki evleri ile bağrını rüzgâra karşı harmanlamış köylere rastlamak şaşırtıcı değildir.
Ve evler…
Düz damlı, etrafında ve içinde nice canların yaşam bulduğu bozkıra has kerpiç ve taş evler.
İçlerinde acının da mutluluğun da bin bir çeşidinin yaşandığı evler. Bir o kadar da yoksulluğun ve zenginliğin, hüznün ve sevincin, yiğitliğin ve kalleşliğin yaşandığı evler.
Bozkırın ortasında sert kuzey rüzgârlarının aman vermediği, kışın karakışın en zaliminin hüküm sürdüğü, yazın kavurucu sıcaklarda bir yudum suya hasretliğin çekildiği, bir tek ağaç gölgesine muhtaç yaşamların var olduğu Akçabey köyü.
Canlarını çoktan gurbete dağıttın. Oysaki kimi canını adadı uğruna, kimi ömrünü. Kiminin kahpe kurşunlarla damarlarında kan boşaldı üzerine, kiminin alnından ter. Kimi kahpece ve onursuzca yaşadı duvar diplerinde, kimi çilesine sevdalandı, onursuzluk olsa da sokaklarında.
Berrak sulara hasretsin artık. Sırtını dayasan da Poyrazçukuruna. Zirvesindeki özgürlüğe inat, eteklerinde kalleşlik sarmaş dolaş olmuş. Aradan yıllar geçti. Koskoca yıllar. Gurbete çıkanlar gönüllerde hasretleri çoğalttı. Yıllar Hasan'ı delikanlı yaparken, Ayşe'yi, Emine'yi on altısında, on yedisinde gözlerden kıskanılacak güzellikte genç kız yaptı.
Akçabey köyü Akçabey olalı böyle bir zulüm, böyle bir yıkım görmedi.
Onurun yerine onursuzluğun duvar diplerinde, kuytu köşelerinde görüldüğü, bir böcek gibi yaşayanların zavallılıklarına şahit olundu aradan geçen yıllarda...
Hazanla birlikte doğa kışlıklarına bürünmeye, ağaçlar ise beyaz giysilerini giyinmeye başlamıştı.
Günler ilerleyip karakış iyicene kendini hissettirmeye başladığında köyde evlerin içine çekilmiş insanlarda da bir canlanma başladı. Yoğun kar yağışı saatlerdir aralıksız yağıyordu. Ne zaman dinlenmeye çekileceği de belli değildi.
Düz damlar artık çekemeyecekleri karların altında eziliyordu…
Köy halkı tez zamanda damlardaki karları küreklerle kürüdüler…
Evlerin etrafında kardan yığınlar oluşmuştu. Çocuklara da gün doğmuştu böylece. Damlara çıkıp kardan yığınların üzerinde en uzağa atlama yarışına girişmişlerdi. Soğuğa ve ayaza aldırmadan. Analarının bağırışlarını duymazlıktan gelerek…
Çocuk bu dur durak nedir bilmez. Bir kez oyun oynamaya başladı mı zamanın nasıl geçtiğine de, soğuğu da ayaza da aldırmaz.
Kışın ahırlara mahkûm hayvanları suya götürmek için yollar açılmaya başlamıştı çoktan. Yağan karın açılan yolları kapaması da aynı yoğunlukta devam ediyordu.
Özellikle koyunların su içmek için, karda açılan patika yoldan tek sıra gidişlerini ve dönüşte ağılların önüne konan yemliklerinden yem yemek için koşuşturmaları görülmeye değerdi.
İşlerini bitiren erkeklerden kimisi köy odasına kimisi de kahveye, kadınlarda evlerdeki işlerinin başına dönmüşlerdi. Herkes birbirine aynı şeyi söylüyordu…
- Bu kış böyle giderse hayvanları bahara zor çıkaracağız!
- Doğru diyorsun ağa… Kel Sado’nun samanı azalmış diyorlar…
- Yakında biter o da, köylüden olanlardan alır herhal…
- Sado ağada acemi sanırsın. Yazdan koysana alafını çokça… Kışın ne olacağı belli mi?
Fadime düşünceli idi. Son günlerde içine kapanan Recep’in haline üzülüyordu.
-Sen bugün dışarı çıkma, dedi canından çok sevdiği kocasına.
Recep Fadime’yi duymadı bile. Duvarda asılı ceketini ağır ağır giyindi. Tabakasını yokladı. Tütün dolu tabaka yerinde idi. Ağır adımlarla kapıya yöneldi. Dışarıda göz gözü görmüyordu. Fırtına iyice azıtmıştı. Geri döndü. Rengi solmuş paltosunu aldı. Paltosunun yakasını kulaklarına doğru çekti. Kahveye giden yola saptı. Rüzgâr bir kamçı gibi yüzünü yalıyordu.
Dışarıda yere göğe beyaz gelinliğini giydiren kar yağıyordu. Rüzgâr kış kokuyordu. Şiddetini artırdıkça artırmıştı. Aşağıdaki ağıllarda yalaklarda suların üzeri ince bir buz tabakası ile örtülmüştü.
Karların örttüğü gri tarlalar ürkütücü bir beyazlıkla kaplıydı. Günbatımının renklerini bürünmüş bulutlar ve söğüt ağaçları kâbus gibi çöken gecenin ayazına hazırlanıyordu.
Kozmik gökyüzü, soğuk ve fırtınalı bir kış günü sırtlarını rüzgâra verip ısınmak için atlar gibi ayaklarını yere vurup soluk alıp veren insanları izliyordu.
Tekmil canlı buz tutmuştu.
Sular buz tutmuştu.
Güneş buz tutmuştu.
Yaşam uçsuz bucaksız bir beyazlığın içinde kaybolmuştu.
Arazi arazi olmaktan çıkmıştı.
Evler ev olmaktan, ağaçlar ağaç olmaktan.
Baş döndürücü kayalık arazi ve ova günlerce rüzgârın korkunç uğultusu ile mücadele etti. Tekmil canlı ıssızlığın ortasında yaşam mücadelesi verdi. Gölün yüzeyi aylarca sürecek kalın bir buz tabakası ile kaplandı. Günlerce rüzgârın uğultusundan, soğuğun ürkütücü gücünden kimse dışarıya çıkamadı.
Aralıklarla rüzgâr köyü terk edip, güneş bulutlar arasında ışıklarını gönderdiğinde kahvede ve köy odasında toplanıldı. Hayvanlar yalaklardan su içsin diye dışarıya salıverildi. Köpek sesleri belli belirsiz duyuldu. Çocuklar kendilerini sokaklarda buldu. Kadınlar çeşme başlarında çamaşırlarını yıkadı.
Gölün kıyısındaki toprak yolun hemen yanında Tilki Selim’in düz damlı beyaz badanalı kahvehanesi tıka basa doluydu. Renksiz bir havada ısınmak için gürül gürül yanan tezek dolu sac sobanın etrafında kımıldayacak yer yoktu.
Recep de kahveye gelmişti. Gürültü ile yanan sobadan uzak, giriş kapısına yakın bir yerde tahta masaya dirseklerini dayamış düşünüyordu. Karakış ile birlikte havanın buz kesmesi diğerleri gibi Recep’i de bunaltıyordu. Kış uzun sürerdi böyle zamanlarda. Recep bunu deneyimlerinden biliyordu. Ancak yapacak bir şey yoktu…
Kahve dolu idi. Gürültülü kalabalıkta konuşulanları anlamak için kulak kabartmak gerekiyordu. Recep’te öyle yaptı. Dikkat kesildi. Konuşmalar kış üzerine idi. Kışın zorlu geçmesi, baharın geç gelmesi halinde mal davarın açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalacağı üzerineydi…
Arada bir yan masada okey oynayanların gürültüsü sesleri bastırsa da sesin sahiplerini tanıyınca sinirinden ayaklarını yere vurmaya başladı. Ceketinin yan cebinden tütün tabakasını çıkardı. Tabaka kaçak tütünle doluydu. Recep kış bastırmadan kaçak tütünden yeteri kadar alırdı. Kar bastırıp yollar aman vermediği zamanlarda tütünsüz kalmak ölümden beterdi…
Recep titreyen parmaklarıyla sardığı sigarasını çakmağı ile yakıp dudaklarına götürdü. Burnunun deliklerinden kalın kalın dumanlar direklendi. Sigaranın dumanları helezonlar çizerek yükselirken hırsından dudakları patlayacak gibi oluyordu.
Recep gözlerinde kıvılcımlar saçarak aylar öncesi yaşadığı olayı hatırladı.
Köyün üzerinde esen rüzgâr, nemli bulutları dağıtmıyordu o günlerde. İnsanın suratına tokat gibi vuran esinti olmuştu. Batıda esen rüzgârın şiddeti ile meşe ağaçlarının dalları ne yapacağını şaşırmıştı. Üzüm bağlarındaki salkım salkım dallar birbirini kırarcasınaydı.
Ara sıra ortaya çıkan, etrafı kasıp kavuran fırtınada insan kendini kafeslenmiş bir canlı gibi hissediyordu. Tutunacak bir dal, konuşacak bir insan bir arkadaş arıyordu. Böyle günlerde varsa düşüncelerini paylaşacak bir dostun arkadaşın şanslısın. Yoksa yere düşmüş bir yaprak gibi savrulur durursun.
Ağır aksak adımlarla sokağa çıktı. Ellerini kavuşturup yüzünü bulut yüklü gökyüzüne çevirip gerindi. Etrafta gürültücü birkaç çocuğun sesi geliyordu. Canı tekrar eve gitmek istedi. Çocuklarının kokusunu duydu birden. Sonra vazgeçti bu düşüncesinden. İçten içe sökülen çaresizlikle etrafına bakındı.
Köyün meydanına doğru yürüdü. Evleri çevreleyen bahçe duvarlarına artık alışmıştı. Yolunu değiştirse Sülolara cesaret verecekti. Arık Hasan’ın evinin yanında geçerken kendini sıktı sıktı. Avuçları kan ter içinde kalmıştı. Acıdan yüzü kırış kırış olmuştu. Hiçbir şey söylemeden etrafta oynayan çocukların yüzlerine baktı. Rüzgârın sertliği yüzünden ortalıkta Sülolardan kimseler gözükmüyordu. Recep, çocukların arasından yürüdü gitti. Titriyordu. Zihninde geçmişin tuzakları, kahpelikleri ve kalleşlikleri şimşek gibi yanıp yanıp sönüyordu. İçindeki intikam duygularını bir türlü bastıramıyordu.
Bilinçsizlik ve imkânsızlıkların, kısır çekişmelerin Akçabeyi esir aldığı günleri düşündü. Az ilerde Arık Hasan’ın kardeşi Budak Mehmet elinde sigara tabakası esen yele ceketini dulda edip sigara sarmakla meşguldü. Recep’in geldiğinden habersiz görünüyordu.
Recep’in yaklaşan ayak seslerini fark eden Budak Mehmet yüzünü hızla kaldırdı. Recep’i görür görmez tabakasını kapamasıyla sarmaya çalıştığı sigarayı yere atması bir oldu. Şaşkınlıktan kurtulmuş, can derdine düşmüştü. Yüzü aniden sararmıştı…
Recep, Budak Mehmet’in hareketlerine ve titremesine aldırmadan adımlarını yavaşlattı. Budak Mehmet’e rüzgârın sesini bastıran bir ses tonu ile:
-Hesabı görülecekler listesinde adın defterimin başköşesinde yazılı. Unutuldu diye düşünme. Hiçbir şey unutulmaz, dedi.
Budak Mehmet ne yapacağını şaşırmış, adeta nutku tutulmuştu. Gözleri Recep’in belindeki silaha gidecek gibi duran ellerinde idi.
Yalvaran gözlerle Recep’e bakarken bir yandan da can havli ile etrafına bakındı. Etrafta çocuklardan başka kimseler yoktu. Dar ve kırışmış alnında rüzgârın şiddetine rağmen boncuk boncuk terler birikmeye başlamıştı.
Bir an duraksayan Recep, Budak Mehmet’le göz göze geldi. Korku dolu gözlerle kendisine bakan Budak Mehmet’in yüzüne acıyarak baktı. İçinden zavallısın dedi.
Sonra… Sonra etrafta gürültülü şekilde oynayan çocuklara baktı. Başını yere eğdi. İçinden fırtınalar kopuyor, yüreği kanıyordu. Kendini dizginledi ve yavaş ama emin adımlarla yürümeye başladı.
Uzaklaşan Recep’in ayak seslerinin kesilmesi ile Budak Mehmet içinden derin bir ohh çekti. Az önce titreyen o değilmiş gibi kafasını yukarı kaldırdı, göğsünü ileriye çıkarttı, tütün tabakasını almak için ceketinin yan cebine seğirtti. Bir yandan da çocuklara:
-Ne bu gürültü, diye çıkıştı.
Çocuklar bu ani tepki ve sert bağırma üzerine oynadıkları oyunu yarıda kestiler ve bahçe duvarının dibine, rüzgâr almayan yönüne duldalandılar. İçlerinden en büyüğü Budak Mehmet’e:
-Ne oldu amca? Bir şey mi yaptık, diye seslendi.
Budak Mehmet kızgın bir sesle:
-Bak birde konuşuyor. Susun az. Kafamızı patlattınız gürültünüzle.
Çocuk:
-Amca sessiz nasıl oynayacağız ki? Dedi.
Budak Mehmet:
-Uzaklaşın buradan diye bağırdı.
Bir yandan bağıran, bir yandan da hışımla üzerlerine gelmekte olan Budak Mehmet’in sillesinden kurtulmak için çocukların her biri bir yöne dağıldı.
Budak Mehmet’in titremeleri geçmiş, sigarasını da sarmıştı. Köyün kahvesine doğru gitmeyi düşündü. Bu düşüncesinden hemen vazgeçti. Çünkü Recep yürüyerek kahvelere doğru gitmişti. Sigarasından bir nefes çekip pek de uzak olmayan evine doğru yöneldi.
Rüzgâr hızını artırmış, bulutlar çoğalmıştı. Köyün içi rüzgâr’ın savurduğu toz topraktan görünmez olmuştu. Söğüt ağaçlarının dalları birbirine daha hızlı vuruyor adeta çatırdıyordu.
Bulutların dağılması ve rüzgârın hafiflemesi ile hava açılmaya başladı. Recep kahveden çıkıp ağır aksak tekrar evine yollandı. Ağıllardan gelen hayvan kokusuna gübre yığınlarının kokusu karışıyordu. Recep bu kokudan oldum olası hep kaçmıştı. Eve geldi. Eve girer girmez yanan ocağın başında oturan eşi ve çocukları ayağa kalktı. Çocukları daha küçüktüler.
Recep ocağın başına oturdu.
-Süloları gördükçe kardeşim aklıma geliyor, dedi.
Eşi Recep’in bu iç sıkıntısını bilirdi. Sessizce yanına oturdu.
Yinede garip bir merakla dalgalanıp durdu…
Recep’in hırsının nedenini biliyordu. Yinede bakışları sorulaştı. Gözlerini Recep’ten ayırmadan ocağın başında sukutu sürdürdüler. Recep bir sigara yaktı. Duyulur duyulmaz kısık bir sesle:
-Kahvelerin orda Budak domuzu ile karşılaştım, dedi.
Eşi Fadime merakla:
-Kavga etmediniz ya? Diye sordu.
Recep başı ile yok manasında işaret etti:
-Hazır kimse yoktu. Kendimi zor tuttum. Çocuklar aklıma geldi, dedi.
Fadime kocasının hırsını da, insanlığını da bilirdi. Rahatladı. Elini Recep’in omzuna sevgiyle attı.
Recep’in gözlerinde belli belirsiz bir nem oluşmuştu.
Düşüncesinden sıyrıldığında Tilki selim’in kendisine aptal aptal bakmakta olduğunu fark etti. Sıkıntıdan yüzünde oluşan teri mendili ile sildi. Yan masadan gürültüler gelmeye devam ediyordu. Sırtını döndü. Tilki’den bir çay istedi.
Tilki Selim’in dar ve tahta masaların sıkıştırıldığı, orta yerde tezek sobasının gürültü ile yandığı kahvesi gölün kıyısında uzanan toprak yola sırtını dayamıştı. Kahve aynı zamanda yolcuların minibüs beklediği bir durak vazifesi de görüyordu.
Göl ise yazın kahve müdavimleri için doyumsuz bir manzara sunuyor idi. Çıkarılan Sazan balıklarının ise lezzetine doyum olmazdı. Kışın ise yüzeyi yaklaşık iki metre kalınlığında buz ile kaplanan göl üzerinde ilçe ve yakın köylere gidip gelinirdi. Kış manzarası ise bir başka güzeldi.
Recep işlemeli tütün tabakasından sardığı sigarayı köylü çakmağı ile yaktıktan sonra derin bir nefes çekti. Hoş sigara içmese de zaten içerisi sigara dumanından yeterince nasibini almıştı.
Dışarısı soğukla mücadele ederken içeride gürültü ve sesler birbirine karışıyordu. Tilki Selim ise memnun çay yetiştirmenin telaşında idi.
Budak Mehmet dudaklarını acı acı buruşturarak:
- Bu sene kış uzun süreceğe benzer, dedi.
Tilki Selim uzaktan:
- He valla doğru den, diyerek Budağı doğruladı.
Elindeki çayı yudumladıktan sonra Hamza Dayı ağır ağır konuştu:
- Daha şimdiden yem sıkıntısı var. Evlerde yakacak gaz, ısınacak tezek sıkıntısının baş göstermesi yakındır, dedi.
Hamza Dayı konuşurken sesinde öfke ve kızgınlıktan eser yoktu. Çünkü yetmiş senedir köyünü de, köyündeki yaşam şartlarını da çok iyi biliyordu. O kışın uzun geçmesine hazırlıklı olmak gerektiğini düşünüyordu.
Recep çayını yudumlarken düşünüyordu. Gürültü o kadar artmıştı ki konuşulanları yarım yamalak işitiyordu. Hoş işitse ne değişecekti ki. Sakalı uzamış, saçları ise dağınıktı. Küçük kurşuni gözlerini kapatmıştı. Geniş ve yayvan burnundan hızlı hızlı soluk alıp veriyordu. Göğsü körük gibi bir inip bir çıkıyordu. Dudaklarına öfkeli bir gülümseme hâkimdi. Solgun yüzüne rağmen asil bir duruş sergiliyordu. Sigarasından nefes üstüne nefes çekiyordu. Ya şu sigarada olmasa köylük yerde can sıkıntısından insan kurtulamaz diye düşündü bir an.
O biliyordu ki bozkırın sıcağı da soğuğu da yamandır. İnsanlar yazın sıcağa kışın ise karakışa yenik düşer. Hazırlıklı olmak gerekir. Sadece insanlar mı? Elbette hayır. Diğer canlılarda zor şartlarla yaz kış mücadele ederlerdi.
Havalar soğumuş, kar ve fırtına aman vermiyordu. Yer gök gelinliğini giymeye başlamıştı çoktan. Günlerce ve gecelerce ıslık çalan kuzey rüzgârlarının çığlıkları yağan beyaz kâbusa eşlik ediyordu.
Yağan kar aralıklarla dinlenmeye çekilirken bu sefer yeryüzünü örten sis aman vermiyordu. Hayvanlar ağıllara gireli çok olmuştu. Buz, kar ve tipinin ne denli acımasız olabileceğine şahit oluyordu insanlar.
Hem de günlerce, aylarca.
Recep biliyordu ki bozkır da yaşam zorludur.
Tıpkı vahşi yaşamın zorlu olması gibi.
Yaşam o kadar zorlu idi ki kimi zaman acı ve yoksulluğu ta iliklerine kadar hisseden insanlara şahit olunurdu, kimi zaman yiğitliğin, mertliğin ve kalleşliğin varlığına şahit olunurdu. Kimi zaman acımasızlık kol gezerdi uçsuz bucaksız bozkırın ortasında ya da dik bir vadinin hemen kıyısında.
Kışın telef olan hayvanlardan kurdu kuşu da yararlandı. Günler günleri, aylar ayları tez kovaladı. Havalar ısınmaya, güneş sıcak yüzünü göstermeye, bahar gelmeye başladı.
Çobanlar koyunları gün boyu kırda tutmaya, akşamları gelen koyunlara az da olsa yem verilmeye devam edildi bir süre.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Somali : Afrika'da Dram

Afrika’nın doğusunda korsan ve teröristlerin hüküm sürdüğü Somali yıkıntı içinde. Başkent Mogadişu’nun Cadde ve sokakları doksanlı yıllarda başlayan ve insanları kargaşaya sürükleyen çarpışma ortamında yanmış, yıkılmış ve harap olmuş binalarla dolu.
“Baharat Ülkesi” olarak bilinen Somali yüzyıllarca diğer ülkelerin işgaline uğradı. Galyalılar 750 tarihinde Somali’yi işgal etti. Kuzey kıyıları bir süre Osmanlı egemenliğinde kaldı. Sömürge hareketlerine maruz kalan ülke önce İngilizlerin ve sonrasında İtalyanların eline geçti. 1949 yılında bağımsızlığına kavuşan Somali’de 1969 yılında askeri ve polis gücünün Muhammed Siad Barre başkanlığında yaptığı darbe ile meclis dağıtıldı.
Muhammed Siad Barre iç karışıklıklar devam ederken 1979 yılında yeni anayasayı yürürlüğe koydu. Barre devlet başkanlığına seçildi. İç karışıklıklar yıllarca devam etti. Muhalifler yaşamlarını yitirdi. Diktatörlük doğasına uygun olanı yaptı. Faşist uygulamalarla binlerce insan baskıya maruz kaldı. Sonuçta Barre 1991 yılında devrildi. Diktatörün devrilmesi ile ülke onlarca sürecek bir kargaşa ortamına sürüklendi.
Somali bugünlerde dünya kamuoyunun dikkatini çeken açlık ve kıtlık ile yine gündemde.
Birleşmiş Milletler “insani operasyonlar” bölüm başkanı Valeria Amos önlem alınmazsa açlığın geniş bir bölgeye yayılacağını söylüyor. Bugüne kadar onbinlerce insanın yaşamını yitirdiği, yüzbinlercesininde açlık tehlikesi altında olduğu biliniyor.
Tarihinde çeşitli sorunlarla boğuşan ülkede yaşananlar tam bir insanlık dramı. Bu dramın en büyük kahramanları ise çocuklar. Halk ne yapacağını, nereye gideceğini bilemiyor. Açlık ve susuzluğun pençesinde çıkış yolu arıyor. Bir kısmı komşu ülke Kenya’ya son bir umutla sığınmış. Kuraklık sonucu her şeylerini kaybetmişler. Televizyon ekranlarında yaşanan bu dramı seyrediyoruz. İnsanın yüreği burkuluyor.
Değişik coğrafyalarda işgal ettikleri ülkelerde insanların kafalarına bomba yağdıran, dünya jandarmalığına soyunan ülkelerin kılı kıpırdamıyor. Savaş ve ölüm makinelerine devasa boyutta kaynak ayıranlar Somali’de yaşanan drama seyirciler.
Ülkenin kaynakları fırsatçılar tarafından yağmalanıyor. Elde edilen kaynaklar Mogadişu limanına oradan da alıcı ülkelere gönderiliyor. Fotoğraf karelerinde ise ellerinde kâselerle yiyecek dağıtım merkezlerinin önünde uzun kuyruklar oluşturan ve bir kap yemek için saatlerce bekleyen çocuklar var.
Kuru gıda dağıtılmıyor. Yağmacıların hedefi olmamak için sulu yemek dağıtılıyor. Yağmacıların çoğunluğu Somalili. Halk bir yandan kuraklık diğer yandan terör olayları kıskacında yaşam mücadelesi veriyor. En çok etkilenenler ise çocuklar. Rakamlar ise gerçekten ürkütücü. Doksan günde tam 29 bin çocuk yaşamını kaybetmiş.
Somalili çocuklar geleceğe umutla bakmak istiyor. Fotoğraf karelerine yansıyan yüzlerinde umutlu bir bekleyiş var. Geniş bir alana yayılmış derme çatma çadırlar ve çaresizlik insan belleğinde iz bırakıyor.
Yüzyıllarca işgal ve sömürge kıskacında kurtulamayan Somali, bağımsızlığına kavuşup kendi olanakları ile halkının geleceğine yön verme çabasında iken 1969 yılında Muhammed Siad Barre’ nin hışmına uğruyor. Ne meclis, ne demokrasi, ne insan hakları, ne de bağımsız yargı ve güvenlik güçleri var. Hapsi Barre’nin emrinde. Tek adam yönetimi işte böyle bir şey. İnsan yaşamını, onurunu hiçe sayar. Baskı gücü oluşturulur. Muhalifler acımasızca ve çeşitli yöntemlerle susturulur.
Sesini çıkarmak isteyenlerin kafalarında birbiri peşi sıra coplar patlar. Vahşice saldırılır. Yaşamını yitirenler umursanmaz. Kimsesiz ve ücra bir mezardadır artık onlar.  
Dün diktatöre karşı direnenler bugün açlık ve sefalete karşı direnmektedir. Karakter olarak inatçı, direngen ve onuruna düşkündürler.
Somali topraklarının büyük bir bölümü kurak. Bu toprakların kendilerine sunduğu az miktardaki yeşillik ve su için yüzyıllarca birbirleri ile yarış halinde oldular.
1960’lı yıllarda sömürgeci güçlerin ülkeden ayrılmasının ardından milliyetçilik akımına kapılan Somali’ler sömürge döneminde güçlenen aşiretlerin direnci ile karşılaştılar. Bu dönemde iş başına gelen Barre böl ve yönet politikası ile aşiretler arasında var olan gerginliği daha da artırdı. ABD ve Sovyetler bu dönemde Somali’de güç kazanmaya çalıştılar. Yani bir bakıma emperyalist güçlerde ülkede boş durmadı.
Gelinen noktada emperyalistlerin, sömürgecilerin ve diktatörlerin rolü çok büyük. Bir toplum kendi geleceğine sahip çıkmaz, olan bitenleri umursamaz ve kulağını tıkar, gözlerini kapatırsa yaşanacak olumsuzluklar, yoksulluklar kaçınılmaz olur.
Çıkarcılar, iş bitiriciler, yalakalar, dönekler, yalancılar, üçkâğıtçılar ise her dönemde olduğu gibi yine karakterlerine uygun davranmaya devam ediyorlar. Halkın açlığı, sefaleti onların umurunda bile değil.

Afganlı Kadın : Sharbat GULA



Ortadoğu’da (Irak, Yemen), Afganistan’da, Pakistan’da, Afrika’da (Tunus, Libya, Mısır, Fildişi, Somali vs.) yaşanan siyasi karışıklıklar ABD’nin işine gelmektedir. Bu ülkelerin çoğunu bombalamaktadır. Bombalarken de istediği sonucu almaktadır.

Bombardımanlarda en büyük zararı sivil hedefler görüyor. ABD’nin insanlı ya da insansız savaş uçakları adeta ölüm kusuyor. Gökyüzü kızıla boyanıyor, renkler insan belleğinde anlamını yitiriyor.

Dünya kamuoyu ve Birleşmiş Milletler ABD’nin insan haklarını hiçe sayarak yaptığı saldırıları sessizce izliyor. ABD’nin kendi güvenliğini bu şekilde sağladığına dair ileri sürdüğü bahanelerine ses çıkaramıyor.

Neredeyse her gün yapılan saldırılarda sadece binalar vurulmuyor, aynı zamanda onlarca sivil ya yaşamını yitiriyor ya da sakat kalıyor. Savaş uçakları hedef gözetmiyor. Basılıyor düğmeye. Belirlenen hedefler yerle bir ediliyor. Hedef imha edilirken içinde var olan çocuklar ve kadınlar dâhil savunmasız ve suçsuz siviller de yok ediliyor.

Emperyalizm budur işte. Hedef gözetmez. Gözettiği tek şey kendi çıkarıdır. Kendi halkının refahı için diğerlerini gözünü kırpmadan yok eder.

Emperyalizm peçesinin ardına gizlediği yüzünü göstermez. Sinsi ve çıkarcıdır. Hedefi bu ülkelere demokrasi götürmek değildir. Hedefi bu ülkelerde bulunan enerji ve maden kaynaklarını ele geçirmek ve kullanmaktır. Bunu yaparken de ceset yığınları oluşturup kanla beslenmekten çekinmez. Kan ve barut kokusuna alışkındır. Hatta yaşam biçimi olmuştur.

Yukarıdaki ülkelerin çoğunda uzun yıllar boyunca diktatörleri destekledi. Zamanı ve yeri geldi, şartlar değişti daha önce desteklediği ve halkın yüzde doksanlara varan oy çokluğu ile iş başına gelen diktatörleri sildi attı.

Ve savaş insanların korku ve kuşku dolu gözlerle etrafa bakmasına neden oldu. Örneğin Sovyet Rusya’nın 1979 yılında Afganistan’ı işgal etmesi ve sonrasında yaşananların acı öyküsü belleklerden hiç çıkmadı.

ABD’li gazeteci Steve McCuryy 1984 yılında Afganistan’dan kaçıp Pakistan’a sığınan Afganlıların yaşamını bulundukları kampta fotoğrafladı.

Bu fotoğraflardan en ünlüsü ve dünyanın tanıdığı fotoğraf hiç kuşkusuz savaşın insanları ne hale getirdiğini gözler önüne seren ve o yıllarda küçük bir kız çocuğu olan Sharbat Gula’nın fotoğrafıdır.

İlgili fotoğrafta Gula korku dolu gözlerle deklanşöre bakmaktadır. Steve Mc Curry'nin çektiği bu fotoğrafın öyküsünü ve Sharbat Gula'nın yaşam öyküsünü National Geographic dergisinin Nisan 2002 sayısında okumuştum. Etkileyici bir anlatımla Gula'nın yaşamı, evlenmesi ve çocukları ele alınıyor. Gula Afgan kabilelerinin en savaşçısı olan Peştunlardandı. Gula şu an Afganistan'da değil Pakistan’da Tora Bora yakınlarındaki dağlarda yaşıyor. Bugün üç kız annesi ve en küçük kızı Âliye 9 yaşında. Savaşın en etkileyici fotoğrafı ve korkunun fotoğrafa yansımasını Sharbat Gula'nın bu fotoğrafında görmek ve yüreğinde acı duymak içten bile değil.

İnsanın yüreğine işleyen o korku dolu gözler deniz yeşiliydi. Görenin aklından bir daha çıkmıyordu. Bu gözlerde savaşın bir ülkeyi nasıl bitirdiğini görmek mümkündür.

2011 itibari ile 1979’dan bu yana tam 32 yıldır süren bir savaş. 2 milyondan fazla ölü. 3.5-4 milyon belki de daha fazla mülteci. İşte Afganistan’ın son otuz yılı. Ve Sharbat Gula şu an büyük ihtimalle 40 yaşlarında. Sert coğrafyada yoklukla ve sıkıntılarla, ölüm korkusu ile geçen zorlu bir yaşam sürmekte.

Afganlı Sharbat Gula’nın bu kısa öyküsü bugün Afganistan dışında ABD bombardımanına maruz kalan ülkelerde ve coğrafyalarda da yaşanmaktadır. Hiç kuşkunuz olmasın. Hem de acı bir şeklide yaşanmaktadır. Irak savaşı ve o savaşta yaşamını yitirenler, yerlerinden yurtlarından, ata toprağından kopanlar, mülteci durumuna düşenler, oğlunu kızını, eşini savaşa kurban verenlerin yaşamları Gula’dan pek farklı değildir. Belki de daha acıdır. Çünkü Gula Tora Bora’nın ulaşılmaz sarp yamaçlarında kendini ve ailesini koruyabilmektedir ama diğer yerlerde bunu yapamayanlarda vardır.

Günümüzde halklar üzerinde sürdürülen bu acımasız politikanın altında ülkelerin enerji ve maden kaynaklarını ele geçirme düşüncesi yatmaktadır. Bu bağlamda dünya barışını tehdit eden en büyük tehlike ise silahlanma yarışıdır. Büyük bir hızla gelişen teknolojinin katkısı ile birbirinden üstün silahlar yapan ve bu silahları dünya pazarlarında dağıtan emperyalist ülkeler üstünlüğü ele geçirmek için halkları birbirine düşürmekte ve dağıttığı ya da pazarladığı silahlarla bunu başarmaya çalışmaktadır.

Libya’da yapılan tam da budur. Suriye’de yapılmak istenen de budur. İç kargaşa çıkmasına çanak tutmak ve sonrasında iç kargaşada yorulmuş ülkeyi ele geçirmektir. Amaç budur. Libya’ya müdahale eden güçler acaba yüz binlerce insanın iç savaş ortamında yaşamını yitirdiği Fildişi’ne neden müdahale etmeyi düşünmez. Çünkü Fildişi’nde yararlanacağı enerji yoktur ya da yetersizdir. Fildişi halkının birbirini öldürmesi için gerekli silahı satmayı da ihmal etmez.

Emperyalizmin tuzağına düşmemek gerekir. O tuzağa düşen halklar belini bir daha kolay kolay doğrultamazlar. Hatta hiç doğrultamazlar. Çünkü emperyalizme bağımlıdırlar artık. Emperyalizm ile işbirliği yapan yandaşlar, çıkarcılar, dönekler, liboşlar, nemalananlar, aymazlar ve utanmazların sayısı oldukça fazladır.

Emperyal ülkeler bu güruhtan yararlandıktan sonra tıpkı Tunuslu Zeynelabidin Bin Ali ve Mısırlı Hüsnü Mübarek örneğinde olduğu gibi bir kenara fırlatıp atarlar.

Libya lideri Kaddafi’nin ayağına kırmızı halı serenler bugün kafasına bomba yağdırmaktadır. Bu acı gerçekten halkların ders alması gerekir.

Sadece halkların ders alması yeterlimidir. Elbette hayır. O halkları yönetenlerinde var olan gerçeği görmeleri gerekir. Emperyalizme karşı koymak ve yapılanları boşa çıkarmak için başka yol yok.