7 Ağustos 2011 Pazar

AKÇABEY KÖYÜ

HÜSEYİN GÜZEL
Bozkırın sıcağı da soğuğu da yamandır. İnsanlar yazın sarı sıcağa, kışın karakışın acımasızlığına yenik düşer. Sadece insanlar mı? Hayır. Diğer canlılar için de bozkır acımasızdır kimi zaman.
Havalar soğumaya başladığında yer gök gelinliğini giymeye başlar yavaş yavaş. Günlerce ve gecelerce ıslık çalan kuzey rüzgârının çığlıkları yağan beyaz kâbusa eşlik eder. Yağan kar aralıklarla dinlenmeye çekilirken bu sefer yeryüzünü örten sis aman vermez. Buz, kar ve tipinin ne denli acımasız olabileceğine şahit olur insanlar.
Hem de günlerce, aylarca.
Bir tek insan asla tek başına bir insan değildir buralarda. Vahşi yaşam da asla tek başına bir vahşi yaşam değildir. Bir dağ, bir yayla ve bir ova da asla tek başına bir dağ, bir yayla ve bir ova değildir bozkırda.
Bozkır kimi zaman acıyı ta iliklerine kadar duyumsayan insanlara şahit olur. Kimi zaman sevincin, mertliğin ve yiğitliğin varlığına, kimi zaman da kalleşliğin ve acımasızlığın kol gezmesine.
Etrafı saran dağların ulu doruklarına meydan okurcasına yan yana duran kuzgunlar gibi, ovanın en ucunda, omuz omuza yaslanmış, kibrit kutusu şeklindeki evleri ile bağrını rüzgâra karşı harmanlamış köylere rastlamak şaşırtıcı değildir.
Ve evler…
Düz damlı, etrafında ve içinde nice canların yaşam bulduğu bozkıra has kerpiç ve taş evler.
İçlerinde acının da mutluluğun da bin bir çeşidinin yaşandığı evler. Bir o kadar da yoksulluğun ve zenginliğin, hüznün ve sevincin, yiğitliğin ve kalleşliğin yaşandığı evler.
Bozkırın ortasında sert kuzey rüzgârlarının aman vermediği, kışın karakışın en zaliminin hüküm sürdüğü, yazın kavurucu sıcaklarda bir yudum suya hasretliğin çekildiği, bir tek ağaç gölgesine muhtaç yaşamların var olduğu Akçabey köyü.
Canlarını çoktan gurbete dağıttın. Oysaki kimi canını adadı uğruna, kimi ömrünü. Kiminin kahpe kurşunlarla damarlarında kan boşaldı üzerine, kiminin alnından ter. Kimi kahpece ve onursuzca yaşadı duvar diplerinde, kimi çilesine sevdalandı, onursuzluk olsa da sokaklarında.
Berrak sulara hasretsin artık. Sırtını dayasan da Poyrazçukuruna. Zirvesindeki özgürlüğe inat, eteklerinde kalleşlik sarmaş dolaş olmuş. Aradan yıllar geçti. Koskoca yıllar. Gurbete çıkanlar gönüllerde hasretleri çoğalttı. Yıllar Hasan'ı delikanlı yaparken, Ayşe'yi, Emine'yi on altısında, on yedisinde gözlerden kıskanılacak güzellikte genç kız yaptı.
Akçabey köyü Akçabey olalı böyle bir zulüm, böyle bir yıkım görmedi.
Onurun yerine onursuzluğun duvar diplerinde, kuytu köşelerinde görüldüğü, bir böcek gibi yaşayanların zavallılıklarına şahit olundu aradan geçen yıllarda...
Hazanla birlikte doğa kışlıklarına bürünmeye, ağaçlar ise beyaz giysilerini giyinmeye başlamıştı.
Günler ilerleyip karakış iyicene kendini hissettirmeye başladığında köyde evlerin içine çekilmiş insanlarda da bir canlanma başladı. Yoğun kar yağışı saatlerdir aralıksız yağıyordu. Ne zaman dinlenmeye çekileceği de belli değildi.
Düz damlar artık çekemeyecekleri karların altında eziliyordu…
Köy halkı tez zamanda damlardaki karları küreklerle kürüdüler…
Evlerin etrafında kardan yığınlar oluşmuştu. Çocuklara da gün doğmuştu böylece. Damlara çıkıp kardan yığınların üzerinde en uzağa atlama yarışına girişmişlerdi. Soğuğa ve ayaza aldırmadan. Analarının bağırışlarını duymazlıktan gelerek…
Çocuk bu dur durak nedir bilmez. Bir kez oyun oynamaya başladı mı zamanın nasıl geçtiğine de, soğuğu da ayaza da aldırmaz.
Kışın ahırlara mahkûm hayvanları suya götürmek için yollar açılmaya başlamıştı çoktan. Yağan karın açılan yolları kapaması da aynı yoğunlukta devam ediyordu.
Özellikle koyunların su içmek için, karda açılan patika yoldan tek sıra gidişlerini ve dönüşte ağılların önüne konan yemliklerinden yem yemek için koşuşturmaları görülmeye değerdi.
İşlerini bitiren erkeklerden kimisi köy odasına kimisi de kahveye, kadınlarda evlerdeki işlerinin başına dönmüşlerdi. Herkes birbirine aynı şeyi söylüyordu…
- Bu kış böyle giderse hayvanları bahara zor çıkaracağız!
- Doğru diyorsun ağa… Kel Sado’nun samanı azalmış diyorlar…
- Yakında biter o da, köylüden olanlardan alır herhal…
- Sado ağada acemi sanırsın. Yazdan koysana alafını çokça… Kışın ne olacağı belli mi?
Fadime düşünceli idi. Son günlerde içine kapanan Recep’in haline üzülüyordu.
-Sen bugün dışarı çıkma, dedi canından çok sevdiği kocasına.
Recep Fadime’yi duymadı bile. Duvarda asılı ceketini ağır ağır giyindi. Tabakasını yokladı. Tütün dolu tabaka yerinde idi. Ağır adımlarla kapıya yöneldi. Dışarıda göz gözü görmüyordu. Fırtına iyice azıtmıştı. Geri döndü. Rengi solmuş paltosunu aldı. Paltosunun yakasını kulaklarına doğru çekti. Kahveye giden yola saptı. Rüzgâr bir kamçı gibi yüzünü yalıyordu.
Dışarıda yere göğe beyaz gelinliğini giydiren kar yağıyordu. Rüzgâr kış kokuyordu. Şiddetini artırdıkça artırmıştı. Aşağıdaki ağıllarda yalaklarda suların üzeri ince bir buz tabakası ile örtülmüştü.
Karların örttüğü gri tarlalar ürkütücü bir beyazlıkla kaplıydı. Günbatımının renklerini bürünmüş bulutlar ve söğüt ağaçları kâbus gibi çöken gecenin ayazına hazırlanıyordu.
Kozmik gökyüzü, soğuk ve fırtınalı bir kış günü sırtlarını rüzgâra verip ısınmak için atlar gibi ayaklarını yere vurup soluk alıp veren insanları izliyordu.
Tekmil canlı buz tutmuştu.
Sular buz tutmuştu.
Güneş buz tutmuştu.
Yaşam uçsuz bucaksız bir beyazlığın içinde kaybolmuştu.
Arazi arazi olmaktan çıkmıştı.
Evler ev olmaktan, ağaçlar ağaç olmaktan.
Baş döndürücü kayalık arazi ve ova günlerce rüzgârın korkunç uğultusu ile mücadele etti. Tekmil canlı ıssızlığın ortasında yaşam mücadelesi verdi. Gölün yüzeyi aylarca sürecek kalın bir buz tabakası ile kaplandı. Günlerce rüzgârın uğultusundan, soğuğun ürkütücü gücünden kimse dışarıya çıkamadı.
Aralıklarla rüzgâr köyü terk edip, güneş bulutlar arasında ışıklarını gönderdiğinde kahvede ve köy odasında toplanıldı. Hayvanlar yalaklardan su içsin diye dışarıya salıverildi. Köpek sesleri belli belirsiz duyuldu. Çocuklar kendilerini sokaklarda buldu. Kadınlar çeşme başlarında çamaşırlarını yıkadı.
Gölün kıyısındaki toprak yolun hemen yanında Tilki Selim’in düz damlı beyaz badanalı kahvehanesi tıka basa doluydu. Renksiz bir havada ısınmak için gürül gürül yanan tezek dolu sac sobanın etrafında kımıldayacak yer yoktu.
Recep de kahveye gelmişti. Gürültü ile yanan sobadan uzak, giriş kapısına yakın bir yerde tahta masaya dirseklerini dayamış düşünüyordu. Karakış ile birlikte havanın buz kesmesi diğerleri gibi Recep’i de bunaltıyordu. Kış uzun sürerdi böyle zamanlarda. Recep bunu deneyimlerinden biliyordu. Ancak yapacak bir şey yoktu…
Kahve dolu idi. Gürültülü kalabalıkta konuşulanları anlamak için kulak kabartmak gerekiyordu. Recep’te öyle yaptı. Dikkat kesildi. Konuşmalar kış üzerine idi. Kışın zorlu geçmesi, baharın geç gelmesi halinde mal davarın açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalacağı üzerineydi…
Arada bir yan masada okey oynayanların gürültüsü sesleri bastırsa da sesin sahiplerini tanıyınca sinirinden ayaklarını yere vurmaya başladı. Ceketinin yan cebinden tütün tabakasını çıkardı. Tabaka kaçak tütünle doluydu. Recep kış bastırmadan kaçak tütünden yeteri kadar alırdı. Kar bastırıp yollar aman vermediği zamanlarda tütünsüz kalmak ölümden beterdi…
Recep titreyen parmaklarıyla sardığı sigarasını çakmağı ile yakıp dudaklarına götürdü. Burnunun deliklerinden kalın kalın dumanlar direklendi. Sigaranın dumanları helezonlar çizerek yükselirken hırsından dudakları patlayacak gibi oluyordu.
Recep gözlerinde kıvılcımlar saçarak aylar öncesi yaşadığı olayı hatırladı.
Köyün üzerinde esen rüzgâr, nemli bulutları dağıtmıyordu o günlerde. İnsanın suratına tokat gibi vuran esinti olmuştu. Batıda esen rüzgârın şiddeti ile meşe ağaçlarının dalları ne yapacağını şaşırmıştı. Üzüm bağlarındaki salkım salkım dallar birbirini kırarcasınaydı.
Ara sıra ortaya çıkan, etrafı kasıp kavuran fırtınada insan kendini kafeslenmiş bir canlı gibi hissediyordu. Tutunacak bir dal, konuşacak bir insan bir arkadaş arıyordu. Böyle günlerde varsa düşüncelerini paylaşacak bir dostun arkadaşın şanslısın. Yoksa yere düşmüş bir yaprak gibi savrulur durursun.
Ağır aksak adımlarla sokağa çıktı. Ellerini kavuşturup yüzünü bulut yüklü gökyüzüne çevirip gerindi. Etrafta gürültücü birkaç çocuğun sesi geliyordu. Canı tekrar eve gitmek istedi. Çocuklarının kokusunu duydu birden. Sonra vazgeçti bu düşüncesinden. İçten içe sökülen çaresizlikle etrafına bakındı.
Köyün meydanına doğru yürüdü. Evleri çevreleyen bahçe duvarlarına artık alışmıştı. Yolunu değiştirse Sülolara cesaret verecekti. Arık Hasan’ın evinin yanında geçerken kendini sıktı sıktı. Avuçları kan ter içinde kalmıştı. Acıdan yüzü kırış kırış olmuştu. Hiçbir şey söylemeden etrafta oynayan çocukların yüzlerine baktı. Rüzgârın sertliği yüzünden ortalıkta Sülolardan kimseler gözükmüyordu. Recep, çocukların arasından yürüdü gitti. Titriyordu. Zihninde geçmişin tuzakları, kahpelikleri ve kalleşlikleri şimşek gibi yanıp yanıp sönüyordu. İçindeki intikam duygularını bir türlü bastıramıyordu.
Bilinçsizlik ve imkânsızlıkların, kısır çekişmelerin Akçabeyi esir aldığı günleri düşündü. Az ilerde Arık Hasan’ın kardeşi Budak Mehmet elinde sigara tabakası esen yele ceketini dulda edip sigara sarmakla meşguldü. Recep’in geldiğinden habersiz görünüyordu.
Recep’in yaklaşan ayak seslerini fark eden Budak Mehmet yüzünü hızla kaldırdı. Recep’i görür görmez tabakasını kapamasıyla sarmaya çalıştığı sigarayı yere atması bir oldu. Şaşkınlıktan kurtulmuş, can derdine düşmüştü. Yüzü aniden sararmıştı…
Recep, Budak Mehmet’in hareketlerine ve titremesine aldırmadan adımlarını yavaşlattı. Budak Mehmet’e rüzgârın sesini bastıran bir ses tonu ile:
-Hesabı görülecekler listesinde adın defterimin başköşesinde yazılı. Unutuldu diye düşünme. Hiçbir şey unutulmaz, dedi.
Budak Mehmet ne yapacağını şaşırmış, adeta nutku tutulmuştu. Gözleri Recep’in belindeki silaha gidecek gibi duran ellerinde idi.
Yalvaran gözlerle Recep’e bakarken bir yandan da can havli ile etrafına bakındı. Etrafta çocuklardan başka kimseler yoktu. Dar ve kırışmış alnında rüzgârın şiddetine rağmen boncuk boncuk terler birikmeye başlamıştı.
Bir an duraksayan Recep, Budak Mehmet’le göz göze geldi. Korku dolu gözlerle kendisine bakan Budak Mehmet’in yüzüne acıyarak baktı. İçinden zavallısın dedi.
Sonra… Sonra etrafta gürültülü şekilde oynayan çocuklara baktı. Başını yere eğdi. İçinden fırtınalar kopuyor, yüreği kanıyordu. Kendini dizginledi ve yavaş ama emin adımlarla yürümeye başladı.
Uzaklaşan Recep’in ayak seslerinin kesilmesi ile Budak Mehmet içinden derin bir ohh çekti. Az önce titreyen o değilmiş gibi kafasını yukarı kaldırdı, göğsünü ileriye çıkarttı, tütün tabakasını almak için ceketinin yan cebine seğirtti. Bir yandan da çocuklara:
-Ne bu gürültü, diye çıkıştı.
Çocuklar bu ani tepki ve sert bağırma üzerine oynadıkları oyunu yarıda kestiler ve bahçe duvarının dibine, rüzgâr almayan yönüne duldalandılar. İçlerinden en büyüğü Budak Mehmet’e:
-Ne oldu amca? Bir şey mi yaptık, diye seslendi.
Budak Mehmet kızgın bir sesle:
-Bak birde konuşuyor. Susun az. Kafamızı patlattınız gürültünüzle.
Çocuk:
-Amca sessiz nasıl oynayacağız ki? Dedi.
Budak Mehmet:
-Uzaklaşın buradan diye bağırdı.
Bir yandan bağıran, bir yandan da hışımla üzerlerine gelmekte olan Budak Mehmet’in sillesinden kurtulmak için çocukların her biri bir yöne dağıldı.
Budak Mehmet’in titremeleri geçmiş, sigarasını da sarmıştı. Köyün kahvesine doğru gitmeyi düşündü. Bu düşüncesinden hemen vazgeçti. Çünkü Recep yürüyerek kahvelere doğru gitmişti. Sigarasından bir nefes çekip pek de uzak olmayan evine doğru yöneldi.
Rüzgâr hızını artırmış, bulutlar çoğalmıştı. Köyün içi rüzgâr’ın savurduğu toz topraktan görünmez olmuştu. Söğüt ağaçlarının dalları birbirine daha hızlı vuruyor adeta çatırdıyordu.
Bulutların dağılması ve rüzgârın hafiflemesi ile hava açılmaya başladı. Recep kahveden çıkıp ağır aksak tekrar evine yollandı. Ağıllardan gelen hayvan kokusuna gübre yığınlarının kokusu karışıyordu. Recep bu kokudan oldum olası hep kaçmıştı. Eve geldi. Eve girer girmez yanan ocağın başında oturan eşi ve çocukları ayağa kalktı. Çocukları daha küçüktüler.
Recep ocağın başına oturdu.
-Süloları gördükçe kardeşim aklıma geliyor, dedi.
Eşi Recep’in bu iç sıkıntısını bilirdi. Sessizce yanına oturdu.
Yinede garip bir merakla dalgalanıp durdu…
Recep’in hırsının nedenini biliyordu. Yinede bakışları sorulaştı. Gözlerini Recep’ten ayırmadan ocağın başında sukutu sürdürdüler. Recep bir sigara yaktı. Duyulur duyulmaz kısık bir sesle:
-Kahvelerin orda Budak domuzu ile karşılaştım, dedi.
Eşi Fadime merakla:
-Kavga etmediniz ya? Diye sordu.
Recep başı ile yok manasında işaret etti:
-Hazır kimse yoktu. Kendimi zor tuttum. Çocuklar aklıma geldi, dedi.
Fadime kocasının hırsını da, insanlığını da bilirdi. Rahatladı. Elini Recep’in omzuna sevgiyle attı.
Recep’in gözlerinde belli belirsiz bir nem oluşmuştu.
Düşüncesinden sıyrıldığında Tilki selim’in kendisine aptal aptal bakmakta olduğunu fark etti. Sıkıntıdan yüzünde oluşan teri mendili ile sildi. Yan masadan gürültüler gelmeye devam ediyordu. Sırtını döndü. Tilki’den bir çay istedi.
Tilki Selim’in dar ve tahta masaların sıkıştırıldığı, orta yerde tezek sobasının gürültü ile yandığı kahvesi gölün kıyısında uzanan toprak yola sırtını dayamıştı. Kahve aynı zamanda yolcuların minibüs beklediği bir durak vazifesi de görüyordu.
Göl ise yazın kahve müdavimleri için doyumsuz bir manzara sunuyor idi. Çıkarılan Sazan balıklarının ise lezzetine doyum olmazdı. Kışın ise yüzeyi yaklaşık iki metre kalınlığında buz ile kaplanan göl üzerinde ilçe ve yakın köylere gidip gelinirdi. Kış manzarası ise bir başka güzeldi.
Recep işlemeli tütün tabakasından sardığı sigarayı köylü çakmağı ile yaktıktan sonra derin bir nefes çekti. Hoş sigara içmese de zaten içerisi sigara dumanından yeterince nasibini almıştı.
Dışarısı soğukla mücadele ederken içeride gürültü ve sesler birbirine karışıyordu. Tilki Selim ise memnun çay yetiştirmenin telaşında idi.
Budak Mehmet dudaklarını acı acı buruşturarak:
- Bu sene kış uzun süreceğe benzer, dedi.
Tilki Selim uzaktan:
- He valla doğru den, diyerek Budağı doğruladı.
Elindeki çayı yudumladıktan sonra Hamza Dayı ağır ağır konuştu:
- Daha şimdiden yem sıkıntısı var. Evlerde yakacak gaz, ısınacak tezek sıkıntısının baş göstermesi yakındır, dedi.
Hamza Dayı konuşurken sesinde öfke ve kızgınlıktan eser yoktu. Çünkü yetmiş senedir köyünü de, köyündeki yaşam şartlarını da çok iyi biliyordu. O kışın uzun geçmesine hazırlıklı olmak gerektiğini düşünüyordu.
Recep çayını yudumlarken düşünüyordu. Gürültü o kadar artmıştı ki konuşulanları yarım yamalak işitiyordu. Hoş işitse ne değişecekti ki. Sakalı uzamış, saçları ise dağınıktı. Küçük kurşuni gözlerini kapatmıştı. Geniş ve yayvan burnundan hızlı hızlı soluk alıp veriyordu. Göğsü körük gibi bir inip bir çıkıyordu. Dudaklarına öfkeli bir gülümseme hâkimdi. Solgun yüzüne rağmen asil bir duruş sergiliyordu. Sigarasından nefes üstüne nefes çekiyordu. Ya şu sigarada olmasa köylük yerde can sıkıntısından insan kurtulamaz diye düşündü bir an.
O biliyordu ki bozkırın sıcağı da soğuğu da yamandır. İnsanlar yazın sıcağa kışın ise karakışa yenik düşer. Hazırlıklı olmak gerekir. Sadece insanlar mı? Elbette hayır. Diğer canlılarda zor şartlarla yaz kış mücadele ederlerdi.
Havalar soğumuş, kar ve fırtına aman vermiyordu. Yer gök gelinliğini giymeye başlamıştı çoktan. Günlerce ve gecelerce ıslık çalan kuzey rüzgârlarının çığlıkları yağan beyaz kâbusa eşlik ediyordu.
Yağan kar aralıklarla dinlenmeye çekilirken bu sefer yeryüzünü örten sis aman vermiyordu. Hayvanlar ağıllara gireli çok olmuştu. Buz, kar ve tipinin ne denli acımasız olabileceğine şahit oluyordu insanlar.
Hem de günlerce, aylarca.
Recep biliyordu ki bozkır da yaşam zorludur.
Tıpkı vahşi yaşamın zorlu olması gibi.
Yaşam o kadar zorlu idi ki kimi zaman acı ve yoksulluğu ta iliklerine kadar hisseden insanlara şahit olunurdu, kimi zaman yiğitliğin, mertliğin ve kalleşliğin varlığına şahit olunurdu. Kimi zaman acımasızlık kol gezerdi uçsuz bucaksız bozkırın ortasında ya da dik bir vadinin hemen kıyısında.
Kışın telef olan hayvanlardan kurdu kuşu da yararlandı. Günler günleri, aylar ayları tez kovaladı. Havalar ısınmaya, güneş sıcak yüzünü göstermeye, bahar gelmeye başladı.
Çobanlar koyunları gün boyu kırda tutmaya, akşamları gelen koyunlara az da olsa yem verilmeye devam edildi bir süre.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder