26 Nisan 2012 Perşembe

KIR ÇİÇEĞİ

Hayatımda ilk defa bugün
Dağınık saçlarınla geçsen de
Gözümün önünden, göremiyorum
Var olsan da yüreğimde
Sevinemiyorum gülüşlerine,
Bu bir oyun mu anlayamadığım
Baharın gelişi mi bu yoksa
Yoksa rüyamda yedi rengin görünüşü mü?


Hüseyin Güzel/25.04.2012

KARAR MEKANİZMASINDA KİMLER ETKİLİDİR

                                                          Yüz yıl öncesi İstanbul


İlk karar son karardır demek doğru olur sanırım. Yazının kısa ve net özeti bu. Lakin ilk kararı vermek için nasıl bir yol çizilmiştir? O ilk kararı verirken hangi şartlar karar vermede etkili olmuştur? Karar sonrasında şartlardan değişenler nelerdir?  Karar almada insan özgür davranmış mıdır? Yoksa etki ve baskı altında mı karar alınmıştır? Karar almaya iten sebepler nelerdir? Karar almada aile mi, çevre mi, bulunduğu arkadaş grubu mu, öğretmenleri mi, din âlimleri mi, laf ebeleri mi, mahalle şövalyeleri mi, dünya görüşü mü, düşünceleri mi etkili olmuştur? Bir insan karar aldıktan sonra neden ve hangi geçerli sebeplerden dolayı aldığı karardan vazgeçer?  Özgür olmak doğru karar almak için yeterli midir? Yoksa alınan kararın getireceğini, götüreceğini mantığının süzgecinden de geçirmesi gerekir mi?

Hayat ilk kararı aldıktan sonra o karar üzerine bina edilmektedir. Bu görece doğru gibi görünmektedir. Lakin gerçek hiç de öyle değildir. Bir insan istemediği bir ilk kararın sonucunda o karara bağlı olarak yeni ve etkili, geleceğine yön veren kararlar alamaz mı? Yaşamın hata kabul etmediği gerçeği söz konusudur. Doğrudur bu. Lakin yukarıda sıraladığım geçerli sebeplerden hangisinin etkisi ile karar alınmıştır. Yanlış bir karar hatanın devam etmesine neden sebep olsun ki? O karardan vazgeçmek, sonrasında alınacak yeni kararların daha sağlam zeminlerde alınması çok da zor olmasa gerek. Fakat unutulmaması gerekir ki karar alma özgürlüğü dediğimiz olgu yaşanılan toplumda var olan geçerli sisteme bağlıdır.
                                                                   İstanbul

“İlk kararın doğruysa işler yolunda gidiyordu ama eğer yanlış bir karar aldıysan, her şey zincirleme yanlış gidiyordu.” Cümlesi üzerinde düşünülmesi gereken bir cümledir. Diyelim ki meslek seçiminde yanlış bir karar aldın. Ve yaşamın o karar sonucu devam ve dizayn edildi. Kapitalist sistemlerde bireyin özgürce karar alması olanaksızdır. Sermaye buna müsaade etmez. Karar vericilerde müsaade etmez. Ya onların istediği mesleği seçeceksin, ya da seçeceksin.  Bunun aksini düşünmek olanaksızdır. Dolayısıyla müziğe yatkın birinin sistemin isteği doğrultusunda marangoz olması söz konusudur.  Gelişmekte olan, bireyin hak ve özgürlüklerini yeterince veremeyen toplumlarda, bireyin kendi geleceğine kendisinin yön vermesi mümkün değildir.
İlk karar verildikten sonra yeniden seçme ya da başlama cesareti olsa dahi artık iş işten geçmiş, köprü kurulmuştur. O köprüden yürümek zorundasın artık. Seçeneğin kalmamış, yaşama o ilk seçimin arkasından devam etmek durumundasın.
Zamanın ve hayatın kısa olması verilen kararı ve o karar doğrultusunda devam eden yaşamı asla değiştiremez. Meslek seçimi kadar, evlilik, aile kurma, yerleşme, mal mülk alma, çocuğunun geleceği hakkında söz sahibi olma gibi çok değişik durumlarda da sistem etkili olacaktır, olmaktadır. Sonuçta ilk ve devamında alınan kararlar sıklıkla insanı yakmakta, geri dönüşü olmayan yolda yürümeye mecbur bırakmaktadır.




25 Nisan 2012 Çarşamba

Aladağlar


Aladağlar; Kayseri, Niğde, Adana illeri arasında uzanan Toros silsilesine bağlı dağ kütlesidir. Yaban hayatı ve bitki örtüsü bakımından zengin bir flora ve faunaya sahiptir. Bu nedenle Aladağların bir bölümü, 1995 yılında alınan bir kararla milli park alanı olarak ilan edilmiştir.

24 Nisan 2012 Salı

Unutma



Penceremden o vakitsiz karanlığı seyrediyorum,
Göğsümün sol yanında ağır bir sızı.

Taa uzaklarda  utanılası, ağlanası bir sefalet.

Uzansam tutuverecekmişim gibi
Öfkeyle karışık bir hüzün
Kahrolası bir acı.

Yaşamla ölüm arasında ince bir çizgi.

Yağmurlu bir günün içinde
Dağlarla çevrili dört duvar arasında
Güneşe doğru
Serçelerin havalanışı
Sanki bir öfke yangını.

Gözlerin
Solgun, çaresiz ve hüzünlü
Yüreğindeki aşk
Sanki dumanlı bir hatıra.

Güneş,
Doğmadan titrek sahillere henüz,
İnerken uzaklardan uçurumdan aşağı
Kaybetme gözlerindeki ışık dalgasını
Bir gün yıldızlara ulaşacak,
Zalim yüreklere inat.


Hüseyin Güzel

21 Nisan 2012 Cumartesi

Karganın Burnu Bunların Yanında Masum Kalır


Cahil bildiğini yapar. Çıkarcıdır, başkalarının varlığı onun için önemli değildir. Bir şey bilmediği halde bilirim duygusunda ısrarcıdır. Akrepten beterdir. Cahil eğreti inşa edilmiş sıvasız gecekonduya benzer. Yaşamaya çalıştığı gecekondunun sıvası dökülür, farkında değildir. Mahallenin şövalyeliğine soyunur, onu da yüzüne gözüne bulaştırır. Yalancılığı, çıkarcılığı, üç kağıtçılığı, yağcılığı, lafçılığı paçasından dökülür haberi olmaz, ya da umursamaz.
Her şeyi bilirim havasında ukalalar, yalakalar vardır. Her konuya, her işe maydanoz olmayı marifet sayarlar. Bunlara toplumun her kademesinde rastlamak olasıdır. Aşırı meraklıdırlar. Misal apartmana kimler taşınmış, kimlerin misafirleri gelir gider, kimlerin akrabaları vardır, kimler nerede çalışır, kim ne aldı, kim ne dedi bunlardan sorulur. Mahallenin de, sokağın da, apartmanın da sorumlusu bunlardır. Karganın burnu bunların yanında masum kalır. Sabah gün ışığı ile terk ettikleri evlerine gece yarısı dönmeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Çevrenize sıkıca bir bakın, göz kulak olun, mutlaka böyle birini ya da bir kaçını göreceksiniz. Kim bilir belki de aynı apartmanda ya da yan yana gecekondu da yaşıyor olabilirsiniz.
Bunların adını ilk duyan hemen unutur. Adlarıyla birlikte yüzleri de, sözleri de zihinlerde yer almaz. Doğrusu da budur aslında. Geldikleri yerde bir şey değişmez, gittiklerinde de eksilmez. Kısacası sözlerinin de, varlıklarının da, duruşlarının da rengi yoktur. Çok şey bilirim havasında olan bu ukalalar, başkalarının bildiği, gördüğü, işittiği şeyden başka şey bilmezler. Çünkü bulundukları ve alıştıkları çevreden başka yere gitmezler.
Bu hasletlere sahip bir insan sevilir mi, güven duyulur mu? Hiçbir zaman bir tasa, bir düşünce belirtisi göstermeyen, kendinden başkasını düşünmeyen bu insanları anlamak mümkün mü?
Güven duygusunun esasları onurlu olmak, erdemli ve dürüst olmak, doğru olmak olduğuna göre bunlara nasıl güveneceksin? Oysa ki güven duygusu toplumsal dayanışmanın, birlikte yaşamanın olmazsa olmazıdır, ana arter görevi görür. Bu mahalle şövalyelerinde ise o ana arter çoktan bataklığa dönüşmüştür.
Bakınız bire bir yaşadığım bir olayı anlatayım. Apartmanın en üst katında oturuyorum. Yıllardır apartman çatısında sorun var. Her toplantıda dile getiririm. Çatı onarımı apartmanın tüm sakinlerince ortak yapılması gereken bir durum diye çene patlatırım, aldıran, işiten, umursayan olmaz. Çünkü işin içine o çok sevip vazgeçemedikleri para, çıkar girmektedir. Geçenlerde yapılan toplantıda benzer durumu dile getirdim. Üzerine alınan olmadı. O zaman kendi olanaklarımla gerekeni yaparım deyip ayrıldım. Bir süre sonra ne düşünüldü bilinmez ama yeniden bir toplantı yaptılar. Bu sefer toplantıya gitmedim. Hoş gitsem de bir şey değişmeyecekti. Toplantı bitiminde panoya bir ilan asılmıştı, aidat artırıldı diye. Dur hele dedim kendi kendime. Bayram değil seyran değil hesabı, apartmanın çatı haricinde bir onarım durumu yok. Eee o zaman bu artırım niye.
Sordum, çatı onarımı için şu kadar ilave aidat alınacak, ilerde çatı komple aktarılacak dediler. Alınacak ilave parayı hesapladım tam beş yıl sonra çatının aktarılması için gerekli olan miktar toplanabilecekti. Yani o zamana kadar çatıda var olan problem devam edecekti anlaşılan. Sesimi çıkarmadım. Bu arada olukları ve kiremit kırıklarını değiştirmesi için tuttukları çatı ustasına“arkadaş benim evin üzerindeki sorun bu. Onarımını yap parasını ben vereyim” dedim. Anlaştık. Aynı gün yaparım dedi ve yaptı da.  Lakin yalaka, üç kağıtçı, çıkarcı takımı eksik olmuyor işte, karşısına çıkıyor insanın bir şekilde.
Sevdiğim, saydığım, yaşlı emekli bir memur komşum var. Sıklıkla yardımcı olduğum, güvenmeye çalıştığım bir insan. Balkon su tahliye boruları da değiştirilmişti. Emekli memurun alt katındaki dairede o gün kimse olmadığı için usta değiştirememişti. Çatıda onarım yapıyordu. Bir ara nasıl oldu bilmiyorum ama o koca gövde ile kiremitleri kıra kıra çatıda ustanın yanına geldi. Bir hışımla bana döndü “ortalığı karıştırdın” dedi. Neye uğradığımı şaşırdım. Adeta dilim tutuldu, tek kelime etmedim. Güya bunun balkon tahliye borusunu benim çatı onarımı ile uğraştığı için usta yapmamış. Ortalığı karıştırmam da buymuş meğersem. Uzatmayalım akrebin sokmasına benzer bir duygu kapladı içimi. Onca saygı, onca gösterdiğim iyi niyet kıytırık bir balkon tahliye borusuna kurban edilmişti.
Bu nasıl bir duygu yansımasıdır diye düşündüm. Bu insanlarda sevgi, saygı, acı çekme, nefret, duygularını anlama kapasitesi ne durumda acaba dedim kendi kendime. Bu nasıl bir çıkarcılıktır. Şimdi bu insanın içinde yaşam kırıntısı, insanlık anlayışı var mı diye düşünüyorum günlerdir. Bu insanların varlığını kimse algılamayacak, yokluğunu kimse fark etmeyecek, yaşadığını pek az kimse bilecek, belki de silik kişiliği asla ilgi uyandırmayacak diye düşünmek yanlış mı olur?

Buz, Soğuk ve Gece

19 Nisan 2012 Perşembe

Zaman Ayırmadılar Sevgiye


Bu topraklar sevgiyi, aşkı, güzelliği değil; ayrılık ve acıyı kutsamıştır. Kırbacı elinde bulunduranlar şakır şakır diğerini kırbaçlamayı marifet saymıştır. Dar ve karanlık koridorlarda beyin jimnastiği yapmak değil, önemli olan onurlu, erdemli, çağdaş düşünceyle yola devam etmektir.

18 Nisan 2012 Çarşamba

Kuş Cenneti Milli Parkı


Kuş Cenneti Milli Parkı, Türkiye’nin “kuş cenneti” olarak tanınan ilk sulak alanı. Balıkesir’in Bandırma ilçesi sınırları içerisinde yer alan park, kuş, bitki, balık ve çeşitli sürüngen türleri için yaşamsal öneme sahip. Biyolojik çeşitliliğin, yaban hayatının ve ekolojik dengenin korunması ve devamlılığının sağlanmasında önemli bir yere sahiptir. 1959 yılında milli park alanı olarak ilan edilen sulak alanı, 1938 yılında Avusturyalı doğa bilimci Kurt Koswig görmüş ve “kuş cenneti” adını vermiştir. 266 kuş türünden milyonlarca kuşa ev sahipliği yapmaktadır.

17 Nisan 2012 Salı

TOPLUMU YANLIŞ İLE AVUTMAK


Doğru tektir, bu konuda çoğu insan hemfikirdir. Doğrunun karşıtı doğru olmayandır, yani yanlış, eğri, yalan, üçkâğıt, dolandırıcılık, yalakalık, yandaşlık kısacası say say bitmez. Toplumda doğruyu konuşan bir diğeri tarafından sevilmez. Niçin? Çünkü diğeri yalana, çıkara, rant elde etmeye, yan gelip yatmaya, ağa paşa gibi yaşamaya alışmıştır. Bu karakter doğruya doğru bir gözle ve yalansız bakabilir mi?  
Geçmişten bir örnek vermek gerekirse; Eğer kara cahil değilse Sokrates adını duymayan pek yoktur. Atina’da gizlenmek istenenleri gençlere öğrettiği ve devrin politikacılarına engel olduğu için en büyük düşman ilan edilen Sokrates, haksız bir hükme uğradı. Mahkeme, Sokrates’i zehir içmek suretiyle ölüme mahkûm etti. Ancak bugün Sokrates adını tanıyor, biliyoruz. Lakin onu ölüme mahkûm edenlerden eser yok.
Bakınız hangi coğrafyaya giderseniz gidin; toplum yaşamında günü gününe yaşamak isteyenlerle, geçmişin karanlığına dönmek isteyenlerle, ileriyi ve çağdaş yaşamı, aydınlanma felsefesini kendisine hedef koyanlarla karşılaşırsınız. Bu bağlamda entelektüel, gerici ve ilerici kavramları sizi karşılar. Bir dördüncüsü ise çıkar, şöhret ve menfaate dayanan safsatacılıktır. Yani doğruymuş gibi düşünülen, gerçekte ise yanlış olan söylemlerdir. Toplumu yanlış ile avutmak, gerçeği saklamak, kanser etkisi yapar. İnsanların algı yanılsaması yaşamasına neden olur, katılaşma ve kabuklaşmayı beraberinde getirir. İlk bakışta sessiz kalınan ve hatta güzel de görünen bu durum kanserin en küçük hücrelere kadar yayılmasına neden olur.
Öyle bir an gelir ki bu etki yavaş ama sinsice ilerlemeye, toplumu etkisi altına almaya, işleyeni durdurmaya, duranı işletmeye başlar. Artık toplum alışmıştır. Dediğim dedik, çaldığım düdük yaklaşımlarına kayıtsızdır. Nemelazımcılık, evet efendimcilik rağbet görmeye, nemalanmaya başlamıştır. Öyle bir an gelir ki dönüp geriye bakıldığında, Nasrettin Hoca’nın “bindiği dalı kesmesi” gerçek olmuş, yapacak bir şey kalmamıştır.
İnce ayar etkisi o denli etkilidir ki artık ne yapılsa fayda etmez. Büyük şehirlerin orta yerinde “kırmızı noktalı” semtler oluşmaya başlar. Giyim kuşam “ulemaya” sorulmaya, Apronlarda “deve” kesilmeye başlar. Yadırgamazsınız. Öyle anlar olur ki, işsizlik ve yoksunluk toplumda etkili iken üç değil beş çocuk yapılsın nasılsa bez yıkamak artık çok kolay denir. Çamaşır makineleri ne güne duruyor değil mi? Bez yıkamakla sorun çözülürmüş gibi. İşimize gelir “Danıştay” ve “ Anayasa mahkemesi” kararlarını sorun etmeyiz, işimize gelir “yargı” siyasallaştı deriz. İşimize gelir yazıp çizenleri susturma yoluna gideriz. Benzer örnekleri yazmak çizmek zor değil. Her gün yeni bir söylemle karşılaşmak abartı olmaz.
Bilgiye yer olmayan yeni bir imaj oluşturuluyor. Bu yeni imaj ve algı toplumun beynine kazınıyor. İleri teknoloji ile birleşince, görseller eşliğinde topluma dinamizm ve görsel bir dürtü sağlıyor. Bu imaj sonrasında yıllardır kendi kabuğunda yaşayan toplum, gökdelenlerin ışıltısı ile karşılaştı, devasa alışveriş merkezlerini, lüks tüketim alışkanlıkları ve harcama tutkusu ile kredi kartı furyası takip etti. Reklamların beyinleri düşünemez kılması sonucu algıya dikkat edilmedi.
Köyden şehirlerin varoşlarına inen, diz boyu çamur, toz, toprak içinde, susuz, elektriksiz, okulsuz ve altyapısız eğreti gecekondularda, karın tokluğuna bulduğu işlerde çalışan insanların bu dinamizme ayak uydurması zaten beklenemezdi. Şehir yaşamının ve harcama furyasının çekimine kendini kaptıran varoşlar gelinen noktada yoksulluk ve yoksunluğun “sadaka” boyutuna mahkûm oldu. “Sadaka kültürümüzde var” söylemi dilimizde ki yerini aldı. Sonuçta çağdaş yaşam koşulları ve araçları toplumu bağımlı hale getirdi. Farkında değiliz.

13 Nisan 2012 Cuma

Yaşatmak İçin Sevdanı


Tanyeri ağarırken sonsuzluğa
İnce ve uzun parmakların
Sessizce
Uzanırken ıslak yüzüne,
Uykun bölünmüşken mavimsi yalnızlığa
Hoyrat, soğuk bir rüzgâr dağıtırken saçlarını
Yüreğin direnirken acılara, güvercin misali
Sesine aldırmadan yağmurun
Alacakaranlığın ıssızlığında
Işığı ararken gözlerin,
Demir gıcırtıları çınlatırken etrafı
Ve eğer,
Doğacak olan güne
Açıyorsan gözlerini dört duvar arasında
Direnmelisin
Demir kapılara, zincirlere
Etrafın paslanmış tellerle çevrilsede
Aldırma
Terlesede ellerin acıdan
Ürkek kanatlarını sararken
Cılız bedenlere yusufcuklar
Ve sen
 Yaşatmak için sevdanı
Yeniden yürümelisin hayata



Hüseyin Güzel /2008



Not: Resim  Mary Minifie'ye (1951-...) aittir. 
(Roses and Peonies- Güller ve şakayık)

12 Nisan 2012 Perşembe

Ayrılığın Zamanı Değildi



En çok beni üzmek için gitti
Biliyorum
Ücra bir köy mezarlığına
Üşenmeden hem de hiç.
Bağrımız yanık, 
Yüzümüz sert çaresiz
Yüreğimiz kavrulmada
Acıyı hissetmiyoruz artık
Granitleşmiş yüreklerimiz
Ayrılığın zamanı değildi 
Kahpe bir kurşunla
Parçalandığında
Şah damarı amansız.






Hüseyin Güzel


Not:: Resim Friedrich Von Amerling'e (1803-1887) aittir.

10 Nisan 2012 Salı

Bir İsyandı Hücrelerime Sinen



Yalanlarla kuşatıldığında bedenim
Bir bulut gözyaşlarımı taşır
Duygularım savrulur yaprak yaprak
Seninle büyür yaşamın her anında
Yüreğimde sevdan
Dudaklarımda yas
Güller arasına armağanım o
Hatırla ne olur
Her gece
Öfkeden
Katran karası gözlerden uzakta
Umudu içinde taşıdım acısa da yüreğim
Bahçenin sakin uzak köşesinde
Duvara yaslandım saatlerce
Bir yumruktu boğazıma tıkanan
Bir isyandı hücrelerime sinen
Bedenimde kalan tek şey candı
Kader ağlarını örmeye başladığında

Hüseyin GÜZEL/ 21.11.2011

4 Nisan 2012 Çarşamba

Adaletin Terazisi



Şu insanoğlu ne gariptir. Bir bakarsınız pehlivan edası ile ortaya çıkar.
Başlar ahkâm kesmeye, esip gürlemeye.
Kimi zaman kendi egosunu tatmin için…
Kimi zaman yalakalık için…
Kimi zaman da ağababalarından aferin almak için yapar bunları.
Söylemlerine baktığınızda boş konuştuğunu anlarsınız.
Ve gülersiniz… Hem de acı acı…
Adamın derdi “laf olsun torba dolsun “ da ne olursa olsun!
Toplum ne çekmişse bu tipler yüzünden çekmiştir. Hem bir şey bilmez, hem kendinden başka kimseyi dinlemez.
Bunların cahilleri bir yana okumuşları daha bir sorun esasında.
Lakin…
Adamın elinde adaletin terazisi var sanırsın!
Yargısız infaz yapıyor. Ona göre “Ergenekon” davasında yargılananlar bu toplumun sıkıntılarının sebebi!
Geçmişte ne kadar aykırı ve yaramaz iş varsa bu Ergenekoncuların işi ona göre!
Adam çoktan kararını vermiş!

Silivri mahkemesinin kararını bekleme gereğini bile duymadan!
Ona göre Fadime ile Müslüm’ü aynı yatağa sokanlarda onlar!
Madımak olayında 37 vatandaşın yakılmasının sebebi de.  Uğur Mumcuları, Bahriye Üçokları, Çetin Emeçleri, Turan Dursunları, Muammer Aksoyları katledenlerde. Adam almış başını gidiyor yargı kararını bekleme gereğini bile duymuyor. Kendisi kararı verdi ya yeter…
Ergenekon olayı yargı aşamasında. Yargılananları savunmak veya yargılamak bizlere düşmez elbette.
Çünkü biz ne hâkimiz ne de savcı…
Çünkü bu ülkede görevini yapan hâkimler ve savcılar var…
Kararı verecek olan yargıçlardır.
Varsa bir suçları, yanlışları Türk adaleti gereğini yapacaktır.
Bize düşen de yargıya güvenmek ve verilecek karara saygılı olmaktır.
Yargı karar vermemiş daha. Yargılama devam ediyor.
Gel gör ki adamcağız yargı kararını beklemeye gerek bile görmüyor!
Yargılananları çoktan mahkûm etmiş.
İyide sayın kardeşim sizin öncelikle adalete ve verilecek karara saygılı olmanız ve kararı beklemeniz gerekmez mi?

Siz neden adalete güvenip mahkemenin vereceği kararı beklemiyorsunuz?
Nedir bu aceleciliğiniz?
Kesinleşmiş yargı kararı olmadan hiç kimsenin mahkûm edilmeyeceğini bilmiyor musunuz?
Hadi diyelim bunu okulda size öğretmediler!
Çeşitli vesilelerle “yargıya güvenmek” gerektiğini hiç duymadınız mı? Size söylemediler mi?

Girl İn Yellow Hat /1835

                                      Friedrich  Von Amerling (1803-1887)
                                  Kunsthistoriesches Museum
                                           Vienna, Austria

3 Nisan 2012 Salı

Çaresizlik

Yeryüzünde yaşam alanı bulan canlılar arasında belki de en hassas olanı insanoğludur. İnsanoğlu yerine göre ne kadar aciz, ne kadar çaresiz, ne kadar muhtaçtır. Bunu bir sorunla karşılaştığında anlamak gerekmiyor. Mevsimlerin döngüsünden, havaların değişkenliğinden de bunu anlayabiliyoruz. Yaz aylarının sıcaklığından, kış aylarının  ürkütücü ayazından söz ederiz. Kış ilerledikçe ah vahlarımız azalmaz artar. Hele hele yaşlılarımızda ise bu sızlanma daha bir üzücüdür kimi zaman.
İnsanı bu döngüye iten şey nedir? 
Doğa karşısında ki çaresizliği midir? 
Yoksa değişen yaşam koşulları mıdır? 
Eskilerde karakışa, yağmura çamura, yaz sıcaklarına daha bir dayanıklımıydı insanoğlu, yoksa şimdilerde mi daha dayanıksız bilinmez çoğu kez.
Benzer özellikleri ağır bassa da her insan ayrı bir evrendir aslında. Her insanın huyu, alışkanlıkları, becerileri, davranışları, kararları, istekleri ve seçimleri kendine özgüdür. Biri diğerine benzemez, çünkü içgüdüleri ağır basar ve herkesin içgüdüsü; çevreyi, çevrede olan bitenleri algılaması farklıdır. Ne ki , içgüdülerimizi bastırmamız, bencilliklerimize ket vurmamız ve insanca özlemlere, eylemlere dönüştürmemiz gerekir.
Bazen bir olay, bir eylem, bir söylem karşısında çabuk karar veririz. Celalleniriz, eser gürleriz. Karşıdaki insanın ne dediğini, ne demek istediğini anlamak yerine, söyleneni  işimize geldiği gibi algılarız ve işte tam da o anda başlarız ahkâm kesmeye, yel olup esmeye, bora olup  silip süpürmeye, yanardağ olup yakıp yıkmaya.
Peki neden? 
Niçin bunu yaparız?
Acaba bizi kızdırdığını sandığımız şey karşısında önyargılı ve acele karar vermemiz mi etkili olmuştur? 

Yoksa işimize gelenin aksine doğru olan mı söylenmiş yazılıp çizilmiştir diğerlerince. İşimize gelmeyen, esip gürlememize sebep olan bu mudur? Bilinmez. Bilinmez çünkü birimiz diğerimize benzemeyiz. İçgüdülerimiz farklıdır, algı yanılsaması yaşarız kimi zaman, doğru olanı bulmakta zorlanır beynimiz, yaşam felsefemiz ve yetişme koşullarımız, çevre ile diyalogumuz, düşüncelerimiz, düşündüklerimizin ifade şekli farklıdır. 
Benciliz, doğruyu bilmeyiz, bileni ve dile getireni de ötelemeye yermeye çalışırız kendimizce.
Ötelemeye çalışmak nasıl bir duygudur? Anlamak zordur çoğu kez. Birini yeren, acımasızca eleştiren bazen kendini ön plâna çıkarmak için yapar bunu, bazen diğerine yaranmak adına yapar, bazen egosunu tatmin etmek için bazen de kıskançlık duygusunun esiri olarak yapar. Yaparken de kendine göre bir neden bulur.
Bazen “ söylediklerin karşısında sessiz kalmak istemem ama…” sözünü öne sürer. Belli ki vereceği cevap ya yok ya da yetersizdir. Öne sürerken de bunu karşısındakinin yaşına verir aklı sıra. Yani derki sen yaşlısın dediklerin yanlış ancak “ yaşına hürmetimden” sesim çıkmıyor. Ya da "seni kırmak istemiyorum..." cevabını verir.   Savunma mekanizmasına sarılmış  kendini kndince savunmak gereğini duymuştur.
Bilgiye muhtaçtır. Okumaya ve anlamaya muhtaçtır. Kaçamaktır cevapları. Bir şey bilmediğinin farkındadır. Dediklerinin ne anlama geldiğini tam olarak ifade etmekte zorlanmaktadır. Yine de üste çıkmaya çalışır. Bunu yaparken de yandaş edinmenin yollarını arar. Söylenenler karşısında, varsa eğer, o söylenen sözde yanlışı orta yere koyacağına eleştirisine karşısındakini ithamla başlar. Başta acizlik göstermiştir. Bir başkasının dediklerinin yanlış olduğunu öne sürmekte ancak doğru olanı dile getirememektedir.
İnsanoğlu ne kadar aciz, ne kadar muhtaç ve de çaresiz!











2 Nisan 2012 Pazartesi

Eğitim Sisteminin Düşündürdükleri


Kurtuluş Savaşı başarı ile tamamlandıktan sonra sıra Cumhuriyet rejiminin ruhuna uygun yasaların düzenlenmesine gelmişti. Ülkemizi çağdaş uygarlıklar düzeyine çıkarmak için, peş peşe devrim yasaları uygulamaya konmuştur.
Bunlardan en önemlisi, Türk toplumunu bilimin aydınlığında hak ettiği yere çıkarmak için 1924 yılında yürürlüğe konulan “Tevhidi Tedrisat (Öğretim Birliği) yasasıdır. Günümüze kadar kıyısından köşesinden kırpılmaya çalışılan bu yasa tam uygulanabilseydi ülkemizin bir Avrupa ülkesi konumunda olması söz konusu olacaktı. Bu yasa o yıllardan başlayıp günümüze kadar geçen süreçte insanımızı “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” nesiller olarak yetiştirilmesini amaçlamıştır.
Şu günlerde yasalaşan yeni eğitim kanunu pedagoglara danışılmış mıdır? Toplumda uzmanlarınca yeterince tartışılmış mıdır? Toplumun büyük bölümünün yasa ile getirilmek istenen değişikliklerin yeterince farkında olmadığı anlaşılıyor. Toplumun değişik kesimleri ile yapılan görüşmeler bunu gösteriyor demek abartı olmasa gerek.
Eğitim sendikalarının yasa ile ilgili görüşleri irdelendiğinde yasanın getirileri daha iyi anlaşılmaktadır. Çünkü ilgili sendikaların eğitimde uzman kadroları böyle bir eğitim sisteminin dünyanın hiçbir gelişmiş demokratik ülkesinde olmadığını söylüyorlar. Eğitim-Sen Genel Başkanı Ünsal Yıldız “Artık Tevhidi Tedrisat yok hükmündedir. Eğitimi bir bütün olarak dinselleştirmenin yasal adı kondu” değerlendirmesinde bulunuyor. Eğitim- İş Genel Başkanı Veli Demir, düzenleme için “Tüm okulları İmam Hatipleştirme operasyonu” şeklinde konuşuyor.
Her iki eğitim sendikasının yetkililerinin söyledikleri okullarda gerçekleşir mi?
Yeni eğitim düzenlemesinde ortaokul ve liselere “Kuran-ı Kerim” ve “Hz. Peygamberimizin hayatı” adıyla seçmeli ders konulması kız ve erkek öğrencilerin bir arada olduğu karma eğitimin sekteye uğrayacağı konunun uzmanlarınca dile getirilmektedir.. Çünkü Kuran dersinin seçmeli olarak alındığı bir okulda kız öğrenciler “Kuran elimizde iken dinimiz gereği başımızı kapatmak istiyoruz”  diyebilecekleri gibi velilerde “kızımın Kuran okuduğu yerde bir erkeğin olması doğru değildir” diyebilecektir.
Bu anlamda başını örtenler örtmeyenler ya da Kuran-ı Kerim dersini seçmeli alanlar almayanlar şeklinde bir ortam oluşabilecektir. Ortaokullarda da seçmeli Kuran derslerinde türban takılması gündeme gelebilecektir. Ayrıca Kuran dersinde öğrencilerin İslami değerler gereğince “abdestli” olmaları yönündeki gereklilik de okullarda “abdesthane” alanlarının olmasına ve “mescit” gibi ibadethanelerin kurulmasını gündeme getirebilecektir.
Dünya genelinde toplamda 177 ülkenin eğitim sisteminde çocukların okula altı ya da yedi yaşlarında başladığı dile getirilmektedir. Dünyada toplamda 193 ülkenin olduğu düşünülürse okula başlama yaşının çocukların duygusal, fiziksel gelişiminin ancak o yaşlarda istenen düzeye geldiği gerçeği karşımıza çıkıyor. Yeni yasa ile ülkemizde ise bir çocuğun okula başlama yaşı 5 olacaktır. Beş yaşında başlayıp ilk 4’ü tamamlayan öğrenci 9 yaşında ikinci 4’e başlayacak. Liseye ya da son 4’e ise 13 yaşında başlayacaktır. Lise eğitimi açık öğretim şeklinde yapılabilecektir. Meslek liselerine yönlendirme öğrencilerin becerileri dikkate alınarak yapılacağından bir çocuğun hangi liseye yönlendirilmesi gerektiğine o çocuk 13 yaşında iken karar verilecektir. ABD, İngiltere, Fransa gibi ülkelerde öğrenciler 16 yaşından önce eğitim programları arasında seçim yapmazlar.

1 Nisan 2012 Pazar

Tahammülsüzlük


Yıkımların en büyüğü, en ağırı tahammülsüzlük olsa gerek.
Fikir ve düşünceye, farklı söylemlere tahammülsüzlük.
Yazan kalemi yazdırmamaya, düşünen beyni düşünmemeye zorlamak, fikir ve düşünceye “kelepçe” vurmak.
Demokraside bunun yeri neresidir?
Fikir ve düşünce hürriyetinin hangi maddesi ile açıklanabilir bu davranış?
En ufak bir eleştiriyi kabul etmemek, düşmanca algılamak. Her öneriye kapalı olmak, hırçın ve öfkeli olmak. Karşı düşünce ile savaşmak. İnsan hak ve özgürlüklerini, adalet ve eşitlik ilkelerini görmezden gelmek.
21. Yüzyılın demokrasi anlayışında yeri var mıdır?