25 Ağustos 2012 Cumartesi

"Acıyı Bal Eyle"mek !




Bu nasıl bir anlayıştır?
İnsan odaklı düşünmek varken, bu şekilde yıkıcı düşünmenin manası nedir?
Sen Suriye’de yüzyıllarca yan yana bir arada yaşadığın insanlarla kanlı bıçaklı ol, eline silahı al, emperyalizmin oyununa gel, birbirine yaşam hakkı tanıma, birbirini öldür. Savunmasız sivil halkı katlet, işkence yap; olmadı kaçıp Türkiye’ye sığın, orada da rahat durma, yüzyıllarca barış ve kardeşlik duyguları içerisinde bir arada yaşamış, yaşayan insanların arasına nifak tohumları sokmaya çalış, tehdit et.
Sen önce düşünmesini öğren.
Sen önce yaşamın manasını sorgulamaya çalış.
Sen önce insan sevgisini öğren.
Sen önce yaşanan bunca ölümlerin, bunca yoksulluğun, bunca çaresizliğin anlamını ve insan yaşamına olan etkisini sorgula.
Sen önce akıl, mantık ve vicdanını harekete geçir.
Sen önce insan haklarını ve demokrasiyi özümse.
İnsan kanı kuru toprağa oluk oluk akarken; insanları ırk, dil, din ayrımı yapmadan, ötekileştirmeden sev, değer ver.
Geçmişin kör karanlığından çık yarınlara bak.
Umuda yolculuk yap.
Unutma ki yaşam umuttur.
Yaşam kardeşliktir düşmanlık değil!

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Kar Yağıyordu Yüreğime (3)

                                        Fotoğraf : CM Leung


İşinin olmadığı anlarda Özlem yan bahçede eğreti gecekondunun önünde duran genç kızlarla konuşmak istiyordu. Kirpikleri yanaklarına düşmüş, suratları kırmızı, eski giysili çocuklarda onunla konuşmanın telaşındalar. İçlerinden biri akıllı sözlerle budala insanları taklit ediyordu. Bedenleri cılızdı. Seviyordu onların bu halini Özlem. Babaları işçi, yoksul çocuklar da olsalar. Üstleri eski ve yırtık da olsa Özlemin içindeki çocukluğu hatırlatıyor onlar. Lakin Zehra kadın onu bahçe kenarında komşu gecekondunun çocuklarıyla konuşur görünce çok kızıyor, elinden tuttuğu gibi eve sokuyordu. Kendisine arkadaş arıyorsa kendisi ne güne duruyor, kendisiyle konuşsun. Bu durumda ne yapabilirdi Özlem, düş kurmak, hayale dalmaktan başka?
Aradan geçen günlere rağmen yeni evine alışmakta zorluk çekiyordu. Zehra kadının peşi sıra dolaşmasından usanmıştı. Yaşadığı evde bir başkasının buyruğu altında yaşamak ona zor geliyordu. Anacığı böyle miydi ya. Evde yapılacak işler konusunda kendi kararını vermeye alışmıştı. Şimdi ise bahçeye çıkmasına bile razı değillerdi. Komşu evin çocuklarıyla konuşması bile yasaklanıyordu. Tükenip bitmeyen bu durum karşısında akşam eve gelen Yakup’a olan biteni anlatıyor, Yakup ise tek kelime etmiyordu, ya da edemiyordu garip bir şekilde.
Huzursuzdu. Geceleri uyuyamıyor, yüzü tarifsiz acılarla kırışıyordu. Eşine kaç kez söylemişti. Arsanın bir köşesine bir göz dam yapalım, ayrı oturalım diye. Lakin dinleyen kim. Yakup babasının ve ağabeyi Şevket’in emri altında yaşıyordu. Bunu iyice anlamıştı. Anlamıştı da bu durumu bir türlü kabul edemiyordu. Yakup’un kazancını elinden almaya alışmışlardı. Ayrı bir göz dam ev yapılmasına razı gelirler miydi hiç.
Yanağından aşağı süzülen gözyaşlarını mendiliyle silerken düşünüyordu. Bir yandan da ağladığını kimselerin görmesini istemiyordu. Özellikle de Zehra kadının onu ıslak mendili elinde görmesini hiç istemiyordu. Kendisini babasından istedikleri zaman Zehra kadın:
“Meryem bacı! Kızını hiç merak etme. Senden sonra ikinci anası ben olacağım” demişti.
Demişti demesinde de aradan geçen günlerde ikinci analığı güzel yapıyordu işte! Zehra kadından habersiz evin bahçesine bile çıkamıyordu. Bu nasıl analıksa artık! Oysa anasının yerini hiçbir kadının tutamayacağını biliyordu. Buna rağmen anasına söylenen “ikinci anası ben olacağım” sözüne ses çıkarmamış susmuştu. Anası onsuz duramazdı. Köyün içinde arkadaşlarına gitse yolunu gözler, gelince de saçını okşar “güzel kızım neler yaptın” diye sorardı. O da anasına “merak etme iyiyim” der gönlünü alırdı. Şimdi bunları ikinci anasından göremiyor, üstelik yapacağı şeyleri buyuruyor, başında bekliyordu.
Cemal amcanın evi genişçe bir avludan ibaret, iki odalı bir gecekonduydu. Mutfak, banyo ve tuvalet iyi sayılabilecek bir planlamayla yapılmıştı. Banyo kazanları yoktu. Alüminyum güğümle bahçeye yakılan ateşte su ısıtılır, ısınan suyla banyo yapılırdı. Ateşi yakmak, suyu ısıtmak kendi işiydi artık. Bu durum hiç hoşuna gitmiyordu. Paylaşım yoktu. Yani evin işinin bir kısmını da Zehra kadın yapmıyordu. Ağır ve zor işleri kendisine bırakıyor, yemek gibi görece daha basit işleri yapıyordu. Bu durumda iyice bunalmıştı. 

5 Ağustos 2012 Pazar

Bu Dünya Sultan Süleymana Bile kalmadı!



21. yüzyılın dünyası, halkları cendereye sokan, peş peşe gelen krizlerle sarsılıyor. Küresel boyutta iklim değişikliği ve kuraklık, doğal kaynakların yok edilmesi sürerken açlık tehlikesi devam ediyor.
Savaş baronları kan ve gözyaşına doymak bilmiyor. Aynı anda füzeler havalanıyor, mayınlar ve bombalar patlıyor…
Dünyanın sorunlu coğrafyalarında, Afganistan’da bir Pazar yerinde, Suriye’de şehirlerde, Pakistan’da Himalayaların sarp yamaçlarında, Çöl topraklarının kavurucu ateşinde, Kırgızistan’ın Oş şehrinde, Afrika kırsalında; insanın insanla savaşı, vahşi hayvanların mücadelesine taş çıkartıyor.
Teknoloji insanlığın gelişimi ve barış için değil savaş için, işgal için, masum hayatları yok etmek için kullanılıyor…
Kalleşlik şehirlerin varoşlarında masum insanlara pusu kurmuş bekliyor…
Kalleşlik yollara döşenen mayınların patlatılması, masum insanların ansızın taranması ile vahşi doğasını bir kez daha gösteriyor…
Petrol kaynaklarını ve enerji kaynaklarını, koridorlarını ele geçirme mücadelesi…
Din ve etnik köken eksenli tahammülsüzlükler…
Mantık sınırlarını zorlayan, ilkelliğin en kaba şekli…
Aydınlanma çağını yakalayamamış, feodal kalıntıların esiri olmuş ilkellikler…
Üstüne üstlük kapitalizmin çarklarının hammadde yerine insan öğütmesi…
Demokrasi ve insan haklarını kavrayamamış, ya da işlerine gelmeyenlerin kirli savaşı, yok etme ve sahip olma oyunu, satranç tahtasında piyonları ile kurtuluş yollarını tıkamaları…
Gelinen noktaya bakıldığında küresel krizin mimarları, toplumları ezip yok ederek palazlanmalarına devam etmekteler.
Ne pahasına?
Algı yanılsamasının esiri konumuna getirilen toplumların yoksulluğu, açlığı, yok oluşu pahasına. Aydınlanmanın ışığından uzak Ortaçağın karanlık dehlizlerinde köstebek gibi yaşama, beyinleri ile değil bıngıldakları ile düşünme pahasına…
Zalimlikler devam eder mi?
Zalimin zulmü yanına kar kalır mı?
Tarihin tozlu ve kanlı sayfalarını araladığımızda karşımıza, çeşitli dönemlerde halklara zulüm yapan, yaşamları bir çift söz ile sona erdirenlere rastlarız…
Ne ki, bu dünya Sultan Süleyman’a bile kalmadı…
Ugandalı İdi Amin diktacıların en zalimi idi… Darbeyle devrildi. Ülkesinden kaçtı. Adını anan yok…
Afrika Cumhuriyetinde Bokasso, yıllarca ülkesini kasıp kavurdu. Ülkesinden kaçtı. Geri döndü. Yakalandı. Önce idama sonra hapse mahkûm edildi… Adını anan yok…
Habeşistan diktatörü Haile Mariam ülkesinden kaçtı…
Hitler’in sonu ibret-i alem. İntihar etti. Zalimlikleri ve insan hak ve hürriyetlerine vurduğu darbe ile anılmakta… Bir soykırımcı…
Stalin Rusya’da yaptıkları nedeni ile diktatörlükle anılmakta… Halklara yaptığı zulüm ve sürgünler adından önce gelmekte…
Franco İspanya’yı yıllarca diktatörlükle yönetti. Sonuç? Yok, olup gitti…
Yönetim anlayışı nedeni ile Irak’ın bir kan gölü haline gelmesine sebep olan Saddam idam edildi… Oğulları Uday Ve Kutay Irak halkına yaptıkları zalimlikle anılıyor…
Ve dünya coğrafyasında yüzlerce insan kasabı, insan hak ve hürriyetlerine muhalefet etmiş diktatörler, zalimler gelip geçti… Hiç biri insanlığın karşısında duramadı… Şu ya da bu şekilde yok yok olup gittiler…
Bugün değişik coğrafyalarda sahip oldukları olanaklarla, teknoloji ile zalimlik yapanlar, işgal ettikleri toprakların kadim insanlarını acımasızca katledenler, toplumları birbirine düşürenlerin de akıbeti aynı olacaktır…

2 Ağustos 2012 Perşembe

Kar Yağıyordu Yüreğime (2)




Kayınpederi büyük sayılabilecek bir arsayı da almayı ihmal etmemişti. Arsanın bir köşesine tek katlı üstü sac gecekonduyu da büyük bir meşakkatle yapmış, kira vermekten kurtulmuştu. Cemal amcanın iki yetişkin oğlu vardı. Yakup ve ağabeyi Şevket. Şevket Yakup’a göre daha çıkarcıydı. Yakup ise kendisine verilenlere itiraz etmeyen, sakin görünüşlü ve yönetilmeye aday biriydi.
Önce Şevket evlenmiş arsanın diğer köşesine yaptıkları eve taşınmıştı. Yakup’un kazancını da alırdı. Çalıştığı işyerinde her ay aldığı maaşını daha eve gelir gelmez ihtiyacım var diyerek alır bir daha da geri vermezdi. Yakup’da istemez, sesini çıkarmazdı. Oysaki kendiside evlenecekti. Para biriktirmek gibi bir düşüncesi hiç olmadı. Çalış dediler çalıştı. Kazancını getir ver dediler getirip verdi. Özlem’in eşi Yakup işte böyle biriydi.
Arsanın her iki tarafı kabaca alınmış toprakla kaplıydı. Arsa derken bildiğimiz eni boyu düzgün bir yer değildi. Şehrin dış mahallelerinde kalan bir araziydi. Arsanın az ilerisinde granit kayalar vardı. Kayalar arasında çimler ve çiçekler büyümüştü. Arsada ağaç yoktu. Kuşların getirdiği ya da düşürdüğü tohumlar kayalar arasında kök salmıştı. Zaman içerisinde de bu kökler serpilmeye başlamış arsanın kıyısı köşesi yeşermeye başlamıştı.
Etrafta da benzeri evler yapılmaya başlamıştı. İzmir’in yakın olması nedeniyle burasının kısa zamanda yerleşim yeri haline geleceğinin bilincindeydi Cemal amca. Hoş denizde pek uzak sayılmazdı aslında. Cemal amcanın büyük oğlu Şevket tutucu, despot ve dikbaşlı biriydi. Bildiğinden şaşmayan, yalnız kendi doğrularına inanan bir yapısı vardı. Ölçüsüz derecede gururluydu. Bu nedenle Yakup’u pek dikkate almaz, kazancını elinden alırdı. Cemal amca da bu duruma pek ses etmezdi. Zehra kadının ise oğlu Şevket’in sözünden çıktığı pek görülmüş şey değildi.
Bu durumda Yakup’a ses çıkarmamak ve denilenleri yapmak düşerdi, karakteri zayıftı. Geleneklere ve kurulu düzene çok önem veriyordu. Sorumsuz bir yapısı vardı. Evine elinde ekmekle gelen bir tip değildi. Özlem Çiğli’ye gelin geldiğinde bunları kısa zamanda fark etti. Lakin ilk günlerde sesini çıkarmadı, daha doğrusu çıkaramadı.
Elleri kalçasında dolaşan Zehra kadının buyruklarına yetişmeye çalışan Özlem için artık gurbet mekân olmuştu. Gurbet ve sılanın manasını içindeki hüzün tortusunun ağırlığı ile öğrenmeye başlamıştı. En sevdiği an bahçedeki soğanlar ve tereleri sularken ya da aralarındaki ayrık otlarını temizlerkenki andı. Hatta işi bitse bile oyalanıyor eve girmek istemiyordu. Çünkü orda, Zehra kadının buyruklarından uzak, rahatça düşler kurabiliyordu.
Huzursuzdu, gülümsediği anlarda bile keder izleri vardı. Anacığının mahzun bakışları, küçük kardeşi hayalinde belirmese, sılayı elinin tersiyle iter pek de sorun etmezdi kim bilir. Arada bir nerden öğrendiğini hatırlamadığı sözcükleri mırıldanırdı:
“Sıla bir lokma ekmek, bir yudum su
Ve anamın gözlerinde dönmeyişimim korkusu”
Yakup yakın çevrede çalışıyordu o sıralarda. Şevket de işe gidip geliyordu. Lakin Şevket evlenince arsanın bir kenarına yaptığı eve taşınmıştı. Özlem ve Yakup hala Yakup’un baba evinde birlikte kalıyordu. Özlem de geniş arsanın bir kenarına bir göz dam yapmasını ve ayrı oturmalarını istiyordu Yakup’tan. Lakin kime diyorsun. Yakup’un aldırdığı bile yoktu. Özlem evde fazla sorun çıkmasın diye üsteleyemiyor, içine atıyor çoğunlukla susuyordu. Genç yaşta dönülmez ufkun arkasında kaybolup gitmişti Özlem. Tek başına ne yapabilirdi. Hayatın onca zorluğu karşısında çaresizdi.