31 Ekim 2012 Çarşamba

BİRLİKTE YAŞAMAK


Aldığım notlar beni yanıltmıyorsa 2009 yılı Haziran ayıydı. Prof. Yılmaz Esmer’in “Radikalizm ve Aşırıcılık” adlı araştırması o günlerde gündemdeki yerini almıştı. Prof. Esmer’in ülkemiz genelinde yaptığı araştırma sonuçları toplumumuzun içinde bulunduğu durumu ve üzerinde düşünülmesi gereken verileri ortaya koymaktaydı.
İlgili araştırmaya göre toplum “kızı şortla dolaşanı, içki içeni, oruç tutmayanı, dindeist ya da ateist olanı, Hırıstiyanı, Yahudiyi, nikâhsız yaşayanı” komşu olarak istemiyordu.
Ülkemizde 89 yıldır uygulanmakta olan cumhuriyete ve temel insan hak ve özgürlüklerine, uluslar arası hukukun temel ilkelerine; lâiklik ilkesine, vicdan ve düşünce hürriyetine, inanç özgürlüğüne uymayan bu ve benzeri düşüncelerin kabul görmesi tek kelime ile “mahalle baskısı” bağlamında ele alınmalıdır.
Araştırma sonuçlarını rakamlar bazında ele alacak olursak:
“-Benim için din birinci sırada gelmektedir diyenlerin sayısı yüzde 62…
-Lâikliği birinci sıraya koyanlar yüzde 16…
-Önceliğinin demokrasi olduğunu belirtenler yüzde 13…
-Etnik kimliği olduğunu söyleyenler yüzde 5…
-Yeterli bir gelirin kendisi için ilk sırada geldiği yanıtını verenler yüzde 4…
-Çocuklar için Kuran kursları açılmasını isteyenler yüzde 75…
-Dünyayı anlayabilmek için din kitaplarının önemli olduğunu düşünenler yüzde 56…
-Dünyayı anlayabilmek için bilimin önemli olduğunu düşünenler yüzde 44…”
Toplum olarak hoşgörü ve karşılıklı saygıya en çok ihtiyaç duyduğumuz bir dönemden geçiyoruz. Her şartta insanlar demokrasinin gereği olarak yaşamını sorunsuzca devam ettirebilmelidir.  Prof. Esmer’in araştırması hem toplumun muhafazakârlaştığını hem de başkalarının inanç ve yaşam tarzına hoş görüyle bakılmadığını göstermektedir.
Oysaki ülkemiz barındırdığı farklı inanç ve düşüncedeki insanlarla bir mozaiktir. Farklılıklarımız zenginliğimiz olmalıdır.
Çeşitli ülkelerdeki bağnaz uygulamalara zaman zaman şahit oluyoruz. Örneğin Afganistan’daki kız çocuklarının ve kadınların Taliban uygulamalarına maruz kalması insanın yüreğini burkuyor. Dövülen, horlanan, yüzlerine kezzap atılıp yakılan, kurşunlanan, küçük yaşta babası yaşındaki adamlarla zorla evlendirilenlerin kaderlerine lanet okuyoruz.
Afganistan benzeri ülkelerde lâiklik ilkesinin ve demokrasi uygulamalarının olmaması temel insan hakları kavramlarının yok sayılmasını ve uygulamada dikkate alınmamasına neden olmaktadır. Bu ise insan haklarının ihlal edilmesi anlamına gelmektedir.
Lâiklik ilkesi “din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması” demektir. Yani bu ilke dinin devlet işlerine girmesine izin vermez. Yıllarca lâiklik ilkesinin gereklerine göre yaşadık. Lâiklik ilkesinin getirdiği çağdaş ve demokratik anlayışla bugünlere geldik. Geri kalmışlıktan kurtulduk, çağdaş batı medeniyetini ve aydınlanmayı hedef aldık. İran’da ki molla rejimi benzeri uygulamalara ülkemizde rastlanmadı. Afganistan’da ki Taliban anlayışı ülkemizde filizlenmeye olanak bulamadı. Kadınlara yönelik ayrımcılığa rastlanmadı. Kadınlara eşit haklar verildi.
Lâiklik ilkesi insanların dini inançlarını rahatça yerine getirmelerine olanak sağlayan bir ilkedir. İnsanların dini inançlarını rahatça yerine getirmelerine olanak sağlamıştır.
Bu ilkeyi ve cumhuriyeti Mustafa Kemal Atatürk’e borçluyuz. Son zamanlarda Atatürk’e karşı başlatılan olumsuz kampanyanın karşısında olmalıyız. Atatürk ilke ve devrimlerine sahip çıkmalıyız.
Oturduğum mahallenin kalabalık cadde ve sokaklarında Türkiye’nin tüm bölgelerinden gelen ve hatta başka ülkelerden gelen insanların birbiriyle kaynaştığını görmek şaşırtıcı değil. Başı örtülü kadınlarımıza, çarşaflı kadınlarımıza rastlandığı gibi; modern kılık kıyafete uygun giyinenlere de rastlanmaktadır.
Önemli olan diğerinin giyim ve yaşam biçimine karışmamak, birlikte yaşamaya devam etmektir.

30 Ekim 2012 Salı

Sokakta





Hiç gördün mü bilmem
Yosun tutmuş binaların saçak altlarında
Aksakalıyla ihtiyarların fersiz gözlerini
Hiç gördün mu bilmem
Çelik yığınlarının cam kırıklarında
Köprü altı çocuklarının yüzlerini.


H.Güzel/30.10.2012

28 Ekim 2012 Pazar

BİR BAYRAM GÜNÜNDE YAŞADIKLARIM

                        Heybeliada'da 'gün batımı' çok şey anlatmıyor mu?


Bayramın ikinci günüydü. Daha önceden İzmir’den gelecek olan halakızı ile eşi Nevzat’ın geldiklerini telefonla öğrendikten sonra bulundukları adresi alıp eşimle birlikte yola koyulduk. Nevzat Ramazan bayramı sonrasında çatıda anten direğini düzeltirken apartman boşluğuna düşüp ölen kardeşinin mevlidi nedeniyle İstanbul’daydı. Görüşmeyeli sanırım yedi sekiz yıl olmuştu. En son Aydın’a geldiklerinde görüşmüştük.
Nevzat cana yakın, hoşgörülü yanı ağır basan bir insan. Yanlarına gittiğimizde mevlit çoktan bitmiş, mevlide katılanlar apartmanın önünde dağılmaya başlamışlardı. Apartmanın önüne gidince adeta şoke oldum. Çünkü çocukluğumun birlikte geçtiği arkadaşlarımın bir kısmı da oradaydı. Duygusal anlar yaşandı.
Diğer bir halamın oğlu Metin’in hasta olduğunu söyledi Nevzat ve halamın kızı. Nevzat’ın arabası ile Metin’in Güngören’deki evine gittik. Ziyarette Almanya’da yaşayan Dursun amcam da vardı. Pek sık görüşmediğim, dahası yıllarca görüşmediğim ve artık benim için bir yabancı olan amcamın varlığı beni pek de alakadar etmemişti doğrusu.
Metin Güngören’in dar sokaklarında birbirine adeta yapışık olan apartmanlardan birinin ikinci katındaki evinde oturuyordu. Öğretmen olan kardeşi de bizimle birlikte gelmişti. Metin hastalığının verdiği çaresizlikle konuşuyordu. Onu öyle hasta ve çaresiz görünce içim burkuldu. Ağlamamak için kendimi sıktıkça sıktım. Acımı içime akıttım. Metin’in yanında ona daha da acı verecek duygusal anlar yaşatmamak için kendimi tuttum.
Dağ gibi adamı hastalık kısa zamanda esir almış, adeta eritmişti. Metin’in ellerini avuçlarımın içine aldım bir süre. Havanın soğuk olmamasına rağmen o eller adeta buz kesiyordu. Metin’e “üşüyorsun” dedim. Gözlerinin fersiz bakışlarıyla ağır ağır cevap verdi. “Evet, üşüyorum. Bugün aslında çok iyiyim. Bazen üşüme titremeye dönüşüyor” dedi. Bir kez daha çaresizliğin acımasız yüzüne şahit oldum.
Ne zormuş hasta birinin yanında ağlayamamak, gülememek, doyasıya konuşup hasret giderememek. Bunu bir kez daha anladım.
Metin’in yanında ayrıldıktan sonra Nevzat beni ve eşimi eve bıraktı. Akşam İzmir’e doğru yola çıkacaklarını söyledi. Fazla zamanının olmadığını söyleyince de eve gidelim ısrarımı bırakmak zorunda kaldım. Lakin hem oğlumu hem de kızımı görmek istediğini söyleyen halakızını kırmayıp çocuklar aşağıya indiler. Sonrasında homurdanan motor sesi alıp onları götürdü. Arkalarında el sallayıp bakakalmıştık.
Yoğun hüzün ve hasretlik duygularının bedenimi saran sıcaklığı henüz geçmemişken; internette konuştuğum bir arkadaş moralimin iyice bozulmasına neden oldu.
“Artık yeter” hocam diyordu. “İnan bıktırdılar beni. Akrabanın böylesi olmaz olsun. Dedikodunun, insanları birbirine düşürmenin, birinin arkasında konuşmanın böylesi ne görülmüş ne de duyulmuş şey” diye isyan ediyordu.
“Sakin ol. Neler oluyor anlat bir hele” dedim.
“Nesini anlatıyım ki hocam” dedi. “Babam vefat ettikten sonra annem evlerinde yalnız yaşamaya devam etti. Kardeşlerimin ve benim tüm ısrarlarımıza rağmen yanımıza gelmek istemedi. ‘Ben böyle rahatım. Evimde istediğim zaman yatıyor, istediğim zaman kalkıyorum’, sizlerin yanında rahat edemem.”
“İyi de bunda üzülecek ne var ki?”
“Mesele bildiğin gibi değil hocam. Annem arada sırada yanımıza geliyordu. Israrlarımıza dayanamayıp iki üç gün yanımızda kalıyordu. Tek başına sıkılmasın diye sıklıkla ya yanına gidiyor ya da telefonla konuşuyorduk zaten. Onun yalnız kalması aslında bizleri üzüyordu. Lakin yapacak şeyimizde yoktu. Yanımızda kaldığı sürede sıklıkla mızmızlanıyor, yapılan işlere gereksiz yere karışıyor, sorun çıkarmanın ve bir an önce evine gitmenin yollarını arıyordu.”
“Sonra?”
“Bayram günü annemi arayıp bayramını kutladım. İşlerim nedeniyle uzakta olduğum için yanına gidememiştim. Kendisiyle konuşup hal hatır sormak, dertleşmek istedim. Telefon açıp hatırımı sormadı demesin diye epeyce konuştum. Bir ara konuşmanın bir yerinde bacısının kızının aradığını söyledi. Bende ne güzel işte bak arayan soranın çok diye güldüm. ‘Bacımın kızı benim yalnız kalmamın nedenini sordu’ dedi bana. Sen ne cevap verdin deyince ‘ne cevap vereceğim beni çocuklarım istemiyor dedim’ dedi. Bacısının kızı da ayıp ayıp niye seni yalnız bırakıyorlar diye annemi iyice doldurmuş.”
Arkadaşı “hata üstüne hata desene diye” teskin etmeye çalıştım. Lakin o barut fıçısıydı bir kere. Tüm ısrarlarıma rağmen siniri bir türlü geçmiyordu.
“Teyzemin kızını aradım “dedi bana.
“Neden aradın peki?”
“Yaptıklarının doğru olmadığını, yanlış bilgilerle hareket ettiğini söylemek için” dedi.
“Ne dedin peki ona?”
“Bayram nedeniyle annemi aramışsın sağ ol. Lakin yalnız yaşaması konusunda kimsenin suçu yok. Meseleyi tam olarak bilmiyorsun. Bir kere annem hangi çocuğunun yanına gitse sorun çıkarıyor. Azami üç gün. Sonrası malum. Evinde oturması daha doğru bu durumda. ‘Sana gelince bu yaştan sonra bilip bilmeden kimsenin işine karışma’. Yaşının gereğini yapıp büyüklük yapsa, herhalde kimse yalnız kalmasına razı olmaz. O evinde rahat. Bildiğim kadarıyla abim ve diğer kardeşlerim ilgileniyorlar. İhtiyaçlarını gideriyorlar, telefonla sık sık arıyorlar. Ben de her gün telefonla arıyorum… Senin işin iç yüzünü bilip bilmeden ‘ayıp değil mi seni neden yalnız bırakıyorlar’ deyip hem annemi doldurman hem de çocuklarını zan altında bırakman doğru değil. Hiç kimse anasını tek başına bırakmaz. Nedenini sorgulaman lazım. Acaba çocuklarının yanında neden durmuyor diye. Neyse sen Almanya’da yaşıyorsun. Burada insanları birbirine düşürmeye kalkma. Bir gün olur söylediklerinden utanır, pişman olursun. İnsan sorunun nedenini bilip bilmeden kimseye laf etmemeli değil mi? Annen yıllar önce ‘kansere’ yakalanıp öldü. Hiç kimse çıkıp da ‘ananı kanser ettin’ diyor mu? Hastalık bu. Anneminkisi de huzursuzluk yapmak… Uzak dur bizden.”
“Peki, ne cevap verdi?”
“Bence sen bilir bilmez bana çok ayıp ediyorsun. İnan ki şaşkınlıktan başka bir şey gelmiyor elimden…”
“Sen ne dedin bu cevap üzerine?”
“Ben, bana söyleneni diyorum. Neyi bilip bilmiyorum ben? Aslında sizin bilip bilmeden laf etmeniz zoruma gidiyor. Uzaktan kaval çalmak kolay derler. Seninkisi de o hesap. İster inan ister inanma ‘doluya koyuyoruz boşalmıyor, boşa koyuyoruz dolmuyor’ hesabı bizde şaşkınız. Ne yapmalı bu durumda söyler misin? Dahası unutkanlık başladı onda. Beş dakika önce söylediğini beş dakika sonra ‘ben mi dedim ki’ diye unutuyor. Defalarca yalnız kalma dedik. Yanımıza almak istedik. O ‘ben evimde rahatım’ diyip direniyor. Gelse o evin masrafına ne gerek var oysa. Keyfine bak, rahat ol sen. Yalnızlık bizim değil kendisinin seçimi. Çok istiyorsan yanına al. Üç gün sonra ağlama yalnız…”
“Sonuç?”
“Hocam verdiği cevap iyice sinirlerimi alt üst etmeye yaradı. Kadın Nuh diyor Peygamber demiyor. Bildiğinden şaşmıyor.”
“Nasıl yani?”
“Bence sen birde kendine sor. Bu kadar eleştirme hakkını neden kendinde görüyorsun?...”
“Başkalarının işine karışma. Gerçeği bilip bilmeden konuşma. Söylediklerim hakaret değil. Gerçeği sana anlatmaya çalışıyorum. İster anla ister anlama. Fakat durum söylediğim gibi. Kaldı ki sen anneme ‘ayıp ayıp seni neden yalnız bırakıyorlar’ dedin mi demedin mi? Eğer söylediysen ben söylediklerimde haklıyım. Yok, ‘söylemedim’ diyorsan bende söylediklerimin hata olduğunu kabul edeyim.”
“Ben konuştuklarımı protokol(?) etmiyorum bir. İkincisi de iki insan arasında geçen sadece o kişileri ilgilendirir. Kimseye hesap vermem gerekmez. Konuyu da burada bitiriyorum…”
“Kırk senedir Almanya’dasın. Bizlerden uzak durdun ne kaybettin? Hiçbir şey. Bundan sonra da uzak dursan hiçbir kaybın olmayacak. Bizi rahat bırak. İnsanları birbirine düşürücü laflar etme. Senin nasıl yaşadığın konusuna kimse karışıyor mu? Yok. O zaman sen de bizlerin yaşamına karışma. Kaldı ki teyzenin beş çocuğu var. Haydi diyelim ikisi yanına almıyor. Ya diğerleri? Demek ki mesele senin düşündüğün gibi değil. Anlaşılan senin canın sıkılıyor! Eğlenecek, dedi kodu edecek başka birilerini bul.”
“Mesele anlaşılıyor. Lakin bunu bu kadar dert edinecek ne var ki? Kendini boşuna üzmüşsün. İnsanlar maalesef böyledir. Sıklıkla başkalarını birbirine düşürmenin telaşındadırlar. Kimileri laf üretmeyi sever. Çekememezlik, vurdumduymazlık, aymazlık, eğitimsizlik, ahlaki anlayışın zayıflığı, saygısızlık… Ne dersen de. Kimilerinin pek aldırmadığı kavramlardır.”
“Hocam biliyorum bilmesine de yapılanlar zoruma gidiyor.”
İşte böyle. Güzel başlayan, Metin’in hasta yüzünü görünce yerini hüzün ve acıya bırakan günün akşamında bir arkadaşın acısını ve isyanını da böylece dinlemek durumunda kaldım. Yaşananlar ne acı diye düşündüm. Boşuna dememişler “akraba bazen ‘akrep’ gibidir diye”.
Başkalarına hesap vermek bir yana asıl önemlisi; insanın kendi kendisiyle hesaplaşıp uzlaşmasıdır. Birilerini kısa ya da uzun vadelerle inandırmak, kandırmak neye yarar ki? Önemli olan sorumluluğun yerine getirilip getirilmemesidir. İnsan kendi vicdanına ve kişilik bütünlüğüne saygı duymalı, ona göre hareket etmelidir. Doğru olanı, iyi olanı yapabiliyor muyuz? Önemli olan da bu değil mi? Başkalar hakkında gereksiz yere söz söylemek doğru değildir.
İnsan düşünüyor aslında. Neden insan bir diğerine düşmanca davranır? Niçin yalanlar, yanlışlar yaşamı sarıp sarmalayan özellikler oldu? İnsanlar neyin peşindeler? İnsani değerlerimiz nerede? Başkalarını suçlamak bir yaşam biçimi midir? Ya da bu mudur yaşamak?

20 Ekim 2012 Cumartesi

Diyarbakır Ya da İstanbul Hiç Fark etmiyor



Ekim güneşinin gri bulutlar arasında yüzünü aralıklarla gösterdiği bir günde Kalabalığa karıştım. Gürültüden uzak soluklanacağım bir yer aradım. Lakin aldanmıştım. Etrafta ne çocuk seslerinin yankılanacağı boş bir alan ne de park vardı. İnsan seli alabildiğine bunaltıcıydı. Araba egzozlarından çıkan duman ve korna sesleri günü tamamlıyordu.
Etrafta ne yaşlıların oturup dinleneceği bir alan ne de kuşların korkusuzca konup kalkacakları bir ağaçlık yer vardı. En sevdiğim mekânlardı oralar çünkü. Okuyacağım gazeteye ulaşmak için caddede epeyce yürümem gerekiyordu. Kulakları tırmalayan gürültüye aldırmaksızın vitrinlerin çekiciliği eşliğinde gazeteciye ulaştım.
Gazetemi aldım. Türkiye içinde birçok farklı kültürü barındıran bir hazine diye düşündüm. Büyük şehrin taşı toprağı altın diye çeşitli bölgelerden kopup gelen insanların karmaşası karşısında şaşırmamak elde değildi.
İş yerlerini sarıp sarmalayan sokak aralarında biriken çöp yığınlarını karıştıran kavruk yüzlü, üstü başı kir pas içinde insanları daha sık görür olmuştum. Çoğu genç olan bu çöp toplayıcılarının aralarında yaşlı olanlara ve hatta kadınlara da rastlamak şaşırtıcı değildi artık.
Köyünden, kasabasından, yöresinden kopup gelen bu insanları gördükçe ülkenin içinde bulunduğu işsizlik, yoksulluk ve çaresizlik sorununu düşünmemek elde değildi. İstatistiklerin açıkladığı rakamların çok üstünde bir işsizlik kent sokaklarında yerini almış mıydı?
Velev ki durum bu. Velev ki bu insanlar bir şekilde köyünden, toprağından iş ve aş bulma umuduyla kopup geldiler. Sosyal devlet anlayışı çerçevesinde bu insanlara olabildiğince iş ve aş olanağı sağlamak gerekmez mi?
Suriye iç savaşından kopup gelen on binlerce insana verilen hizmet, Somali de açlıkla mücadele eden insanlara verilen yardımlar insani açıdan gerekliyken; kendi insanımızın içinde bulunduğu ekonomik çıkmazdan kurtulması için verilecek mücadelede o kadar gerekli değil midir?
Görevimiz öncelikli olarak insanı insan yapan değerleri savunmak ve desteklemek değil mi?
 “17 Ekim Dünya Yoksullukla Mücadele Günü” nedeniyle açıklama yapan “Sarmaşık Yoksullukla Mücadele ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği” genel sekreteri Mehmet Şerif Camcı; “Diyarbakır’da 29 bin ailenin yani yaklaşık olarak 180 bin kişinin açlık sınırında olduğunu, 5 bin ailenin ise yardım almadığında geceyi aç geçirdiğini, kentteki işsizlik oranının yüzde 60’ın üstünde olduğunu” açıkladı.”
Gazetenin bir köşesinde bu cümleler yazılı.
İŞKUR ve TUİK’in yaptığı açıklamalarda Diyarbakır’daki işsizlik oranının yüzde 18 civarında olduğu belirtiliyor. Bu rakam hatırlatıldığında genel sekreter ; “Kesinlikle bu oranın doğru olmadığını belirtmek istiyorum. Bu oran İŞKUR’a başvuran işsizlerin oranı kıstas alınarak belirleniyor” cevabını veriyor.
Haber bu cümleyle bitiyor.
Aç, sefil ve yoksullukla baş etmenin çarelerini arayan; karınlarını doyurmak için verilecek yardımlara muhtaç bu insanların dramlarını düşündükçe üstesinden gelmek zorunda olduğumuz sorunların ne derece ağır olduğu gerçeği ortaya çıkıyor.
Yatağa aç girmek zorunda olan çocukların, yaşlıların varlığı insanın vicdanını kanatıyor.
Gerçek rakam ne olursa olsun azımsanmayacak boyutta bir kitlenin çalışmak istese de iş bulamadığı gerçeğini değiştirmez.
İnsanlarımızın namerde muhtaç olmadan, insan onuruna yaraşır bir şekilde temel gereksinimlerini karşılamaları için hepimizin üzerine düşen görevler var.
Kaldı ki “taşı toprağı altın” denilen şehrimizin caddeleri genç nüfusla dolup taşıyor. Metrobüsler gün boyu insanları bir yerlerden bir yerlere taşıyor. Durakları dolduran bu insanların evlerinin geçimlerine katkı sağlamak için iş aramadıklarını nerden bilelim?
Özellikle ülkemizde göçlerin getirdiği nedenlerle nüfusu artan şehirlerimizde huzurlu bir ortamda yaşamanın ön koşullarından birinin de iş olanaklarının yeterli olması gerçeği orta yerde dururken.


17 Ekim 2012 Çarşamba

"Tembel, kabız ve uyuşuk" bir 'gençlik' öyle mi?


Yazılarla, şiirlerle, karikatürlerle, resimlerle yüzyıllardır insanoğluna anlatılmak istenen şeyler var. İnsan gibi yaşamak, yoksulluğun ve yoksunluğun kader olmadığı olmayacağı, erdemli olmanın önemi, insan hakları, adalet, özgürlük ve en önemlisi de insanoğluna “insanlığını” anlatmak.
Bir yandan şiddetin yanlışlığını, diğer yandan barış ve kardeşliğin önemini…
Kültürün ve eğitimin vazgeçilmezliğini…
Aydınlanma öncesi ve sonrası Avrupa’sın da düşünürlerin işkence ve ölüm riskine karşı özgürlük ve adalet meş'alesini yakmaya devam etmeleri, anlatmaları, yazılı metin olarak bırakmaları…
Ama anlayana, insanlığa yakışanı yapmaya çalışana…
21. yüzyılın ilk çeyreğinde diz boyu sorunların sarmalında çaresizlik prangasını atmaya çalışan bir gençlik var…
Heyecanı ile duygusallığı ile gerginliği ve müziği ile…
Kültürü ile felsefesi ve aklı ile.
Sen bu gençliği okudukları kitaplara göre neden yargılıyorsun… Okudukları kitapların yazarlarının ulusalcı olmaları seni neden rahatsız ediyor… Mustafa Kemal’i rehber edinen bir gençlik demokrasinin, adaletin ve laikliğin yılmaz bekçisi değil de nedir…
Sen o gençliği küçümsemekle demokrasinin varlığını küçümsemiyor musun?
1950’li yıllardan bu yana gençliğin sorunları enine boyuna ne zaman tartışıldı… Gençliğin ne istediği ne zaman soruldu… Sorunlarına ne zaman çözüm arandı… Gençlik yeterince okumuyorsa bunun sorumlusu kimlerdir…
1923 sonrası yapılan devrimlerin felsefi yanının yanı sıra sosyal ve kültürel yaklaşımları çok partili rejime geçiş sonrasında gençliğe yeterince anlatılabildi mi?
İnsanoğlunun “insanlığını” bulmasında, sen o insanoğluna hakaret ederek mi yardımcı olacaksın…
Gençliğin ve yeni neslin senin ideolojine ram olmaları ve senin istediğin liboş, dönme, entel takımının sözde yazılarını ve kitaplarını okuyarak yetişmeleri o gençliğin istediğin gençlik olduğunu mu gösterecek…
Yani senin istediğini yapan gençlik iyi yetişmiş bir gençlik… Demokrasi ve insan haklarını, adalet ve laiklik anlayışını benimsemiş ancak sana ram olmayan gençlik iyi yetişmemiş senin deyiminle “tembel, kabız ve uyuşuk” bir gençlik öyle mi?
Gençliği arka bahçe olarak görme alışkanlığından vazgeçin… Özgür düşünebilen ve özgürce karar verebilen bir gençlik yetiştirmenin çarelerini arayın…

5 Ekim 2012 Cuma

Atatürk'le dertleri var !



Atatürk’ün büstünü yere atabilir, parçalayabilirsiniz. O büst; siz bunu yaparken size ‘yaptığınız yanlış’ diyemez. Lakin yedi düvelin saldırıları ile işgal edilen Anadolu’yu işgalden kurtaran, cumhuriyeti kuran, adını tarihe altın harflerle yazdıran bir lider olduğu gerçeğini asla yok edemezsiniz.  Yüreklerdeki Atatürk sevgisini de. Yalnız zavallılığınızı bir kez daha kanıtlamış olursunuz.