28 Kasım 2012 Çarşamba

LATMOS'A DOKUNMA



Turistler neden ören yerlerini, tarihi eserlerin bulunduğu yerleri ziyaret eder?
Biz neden yurt dışına gittiğimizde, katedralleri, tarihi kalıntıları, manastırları gezeriz?
Herhalde farklı inançtaki insanların, nasıl ibadet ettiğini anlamak için değil.
Katedrallerin güzelliğini görmek için de değil.
Bu eserler dünya mimarisinin en önemli yapıtları olduğu için.
Tarihi kalıntılar yüz yıllar öncesi kültür ve yaşayışı görmemizi ve bir fikir edinmemizi sağladığı için…

Yüz yıllar öncesinden süzülüp gelen kültürel mirasları, yapıları, ören yerlerini, kalıntıları görüp de etkilenmeyen, hayran kalmayan mı var?
Antikçağda “Latmos” olarak adlandırılan “Beşparmak” dağlarına sırtını dayamış; bir zamanlar Ege Denizi’nin bir parçası olan “Bafa Gölü” çevresi, tarih öncesinden günümüze kesintisiz yerleşim bölgesi konumunda.
Helenistik ve antikçağdan kalma çok sayıda kalıntı ve tarihi eseri barındırıyor.
Binlerce yıl öncesinin mağara ve kaya çizimleri yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çekiyor.

Alman arkeolog Anneliese Peschlow Bindokat’ın 1994 yılından başlayarak sürdürdüğü yüzey araştırmaları sonucunda bilim dünyasına kazandırıldı.
Bafa Gölü ile Çine Çayı Vadisi arasında ki bölgede kalmakta.
Yarısı kadın olmak üzere beş yüzün üzerinde insan figürü yer alıyor.
Kıta Avrupa’sında Buzul Çağı kaya resimlerinde ana tema av sahneleri ve av hayvanlarıydı.
Oysa Latmos Dağı eteklerinde bulunan kaya çizimlerinin içeriğinde “aile” var.
Dönemin toplumsal yaşamı ve kadın erkek ilişkisi betimlenmiş.
Latmos’ta gün yüzüne çıkarılan bu çizimler şu an tehlike altında.
Bölgede “feldspat “ocakları var.
Bölge madencilerin tehdidi altında.
Latmos (Beşparmak) Dağları’nın doğal yapısının bozulmaması ve bölgedeki kovuklarda bulunan 6-8 bin yıllık kaya resimlerinin korunması lazım.
Bu amaçla geçen günlerde İstanbul, Aydın, Muğla ve İzmir’den gelen yüzlerce kişi “Latmos’a dokunma. Kültürel mirasına sahip çık” sloganıyla yürüyüş yaptı.
Bölgenin “Milli Park” ilan edilmesi ve UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınmasını istedi.
Anadolu on binlerce yıl öncesi insanların yaşamlarına tanıklık etmiş, insanlara kucak açmış kadim topraklara sahip.

Sadece “Latmos”  ve çevresi değil…
Tüm Anadolu topraklarında boy atmış uygarlıklara ev sahipliği yapmış bölgelerdeki tarihi eserlere ve kalıntılara sahip çıkmalıyız.
Hasankeyf’e misal.
Dicle üzerine yapılmak istenen “Ilısu” baraj gölünün altında kalacak.
Bir benzeri daha olmayan kalıntılar ve kültür değerlerimiz kaybolup gidecek.

Ormanlarımıza ve derelerimize de sahip çıkalım.
HES’lerle kelepçelenip borulara hapsedilecek dereler yok olursa bizler zararlı çıkarız.
Doğal yapı bozulur, yok olur.
Kaz Dağı (İda Dağı) eteklerinde çok uluslu “altın” arayıcılarının siyanürle zehirledikleri topraklar bizim topraklarımız.
Kesilen yüz binlerce ağaç bizim ağacımız.
Çöllerde kum tepeleri arasında bir tek canlıya rastlamanın olanaksızlığını düşünmek yeterli değil mi?





26 Kasım 2012 Pazartesi

ÇUVALA KİM KOYDU BUNLARI?



Anadolu kültürünün yüzyıllar ötesinden kopup gelen öğretileri her daim düşüncemize yol gösterir. Ufkumuzu açar.
Bellek yitiminin önünü tıkar.
Ders almamıza olanak sağlar.
Nasrettin Hocanın fıkraları her kesimin kendince ders çıkardığı anlatımlara sahne olur.
“Hoca bir gün bahçeye girmiş, eline ne geçerse koparıp doldurmaya başlamış çuvala.
Bu sırada bahçe sahibi çıkagelmez mi?
Hoca ile aralarında şu konuşma geçmiş:
-Ne arıyorsun burada?
-Bu sabahki fırtına attı buraya beni.
-Bunları kim kopardı peki?
-Fırtınanın zoruyla neye tutunayım dedimse elimde kaldı.
-Ya çuvala kim koydu bunları?
-İşte kardeşim, ben de sen gelmeden önce bunu düşünüyordum.”
Günümüz dünyasının siyaset anlayışında; ne zaman, nerede ve nasıl bir anlayışın kitlelere empoze edilip; algı yanılsaması yaşatılacağı Hocanın “İşte kardeşim, ben de sen gelmeden önce bunu düşünüyordum” cümlesinde saklı olabilir mi?
Değişik coğrafyalarda kültürü, ekonomisi, insan haklarına olan bağlılığı, hukukun üstünlüğüne olan inancı, demokrasiyi uygulamadaki başarısı ile saygınlığını artırmış olan ülkeler vardır.
Bir de diktatörlükle yönetilenler…
İnsan yaşamının, onurunun değersiz olduğu, demokrasi anlayışının kırıntısının olmadığı ülkeler…
Buralarda global katillerin, dünya egemenlerinin sözü geçerlidir.
Halkın istekleri çeşitli yöntemlerle dikkate alınmaz.
Geri kalmışlığın ya da bırakılmışlığın paslı zincirlerinin kırılmasını istemezler…
İşlerine gelmez…
Diktatörlükle yönetilen ülkelere bakıldığında…
Diktatörün umursamadığı, görmek istemediği gerçekler vardır…
İnsan haklarının ihlal edilmesi, yoksulluk gibi…
Kültürün ve ekonominin başka ülkelerce yok edilmesi, sömürülmesi gibi…
İnsanların hırpalanması, işkence görmesi gibi…
Halktan kopuk, kendi yaşamlarına önem veren diktatörlerin yönettiği ülkeler…
Seçkinler güruhunun ya da aşiret ağalarının yönettiği ülkeler…
Halkı yıllar yılı sömürüye açık hale getirilmiş ülkeler…
Uzağa bakmaya gerek yok…
Orta Doğu coğrafyasına bakmak yeterli…
Kum yığınlarının insanları acımasızca kıskaca aldığı coğrafyalara…
Diktatörlük iyi bir şey mi?
Elbette değil…
Olsaydı, insanlar mesele sevdiklerine “Diktatörüm benim” derlerdi…
Misal         “Ne olacaksın?” diye sorulduğunda…
“Hukukçu, doktor, öğretmen” yerine…
“Diktatör” olacağım cevabı verilmez miydi?
Lakin çağımız iletişim, elektronik, uzay çağı olmasına rağmen…
Uzak diyarlarda haklarına sahip çıkarak saygınca yaşayanların varlığını bile bile…
Bu çağda…
Bir diktatörün peşinde ve yönetiminde yaşıyor olan toplumlar görüyoruz.
Gelmeleri de gitmeleri de sorunlu olmasına rağmen…
Çağdaş insan yaşamına, insan haklarına uymasa da…
Muhalifler katledilse de…
Halk susturulsa da…
Küresel ağababaların denetim ve gözetiminde yıllarca ülkelerini “demir yumrukla” yönetseler de…

23 Kasım 2012 Cuma

Çalış(a)mıyor !




Ülkemizin nüfusu yaklaşık 74 milyon civarında. Nüfusun çalışma yaşında olan kısmına iş ve tamamına aş sağlanması lazım.
Fakat sağlanamıyor. Sokaklar çalışabilecek yaşta olan gençlerle dolup taşıyor. Kafeler keza öyle.
Bir bakıma çalışabilecek yaşta olan nüfusun yarısı çalış(a)mıyor. İşsiz sayısı 3-4 milyon civarında.
Çalışmayan ev kadınlarının sayısı da 10-12 milyon civarında bir rakam tutuyor.
Ülkemizin kaynakları tam kapasite kullanıldığında yeterli olmasına rağmen dış kaynak kullanıyoruz. Her ülke dış kaynak kullanır. Lakin bize gelen dış kaynak yatırım yapmaktan çok elde olanı da götürmeye geliyor.
Gelen kaynak uzun vadeli yatırım yapmak yerine (kısa vadeli sermaye girişi) borç vermek ve borsada oynayıp kazanmak amacında.
Bu durum yatırım olmadığı sürece işsizliğe çare olamıyor.
Ülke notunun derecelendirme kuruluşları tarafından yükseltilmesi de yetmiyor.
Ülkemiz kendi kendine yetebilecek kaynaklara sahip bir tarım ülkesidir.
Lakin tarım ürünlerini de başka ülkelerden ithal ediyoruz.
Bu ithalat kendini meyvecilik ve hayvancılık alanında da gösteriyor.
Değişen bir şey yok.
Çiftçinin desteklenmesi, tarım ve hayvancılığın canlandırılması lazım.
Sanayi kuruluşlarını verimli çalışabilecek kapasiteye getirmenin yanı sıra tarım ve hayvancılıkta da gelişme sağlandığında neden ihtiyacımız olan ürünleri dışarıdan alalım?
İşin kolayına kaçıp ithalat yapılıyor. Lakin ithalatı karşılayacak yeterli ihracat olmadığı için döviz açığı (cari açık) veriyor.
Cari açık şu anda açıklanan verilere göre 333 milyar dolara ulaşmış görünüyor.
Ekonominin içinde bulunduğu dar boğazın atlatılması ve işsiz sayısının azaltılması için çaba gösterilmeli.
Çalışabilecek nüfusun evlere kapatılması ya da kafelerde zaman geçirmesinin ekonomiye bir faydası yok.
Ülkemizde yardımlara yaşamanın yolu açıldı. Bir anlamda sadaka kültürü yerleştirildi.
Gerçekten ihtiyacı olanların yanı sıra ihtiyacı olmayanlar da yapılan yardımlardan faydalanır oldu.
Bunu etrafınıza baktığınızda rahatlıkla görebilirsiniz.
Öyleleri var ki evi var, altında arabası var yardım alıyor.
Gücü kuvveti yerinde olmasına rağmen çalışmak için iş aramıyor. Alışmış verilen yardımlarla yaşamaya.
Evinde doğalgaz kullanımı için döşenmiş kombi olmasına rağmen verilen kömürle ısınıyor. Ya da kömürü el altında satıp gaz alıyor.
Dünya da ekonomik kriz derinleşe dursun ülkemizde doğalgaz abonelerine torba torba kömür veriliyor. 2012’de kömür yardımı alan aile sayısı yaklaşık 17 milyon.
Yardımlar çalışabilecek yaşta olanların çalışmasını engellediği için bir bakıma yoksulların sayısını da artıracak gibi görünüyor.
Üç çocuk yapmaya teşvik edilen aileler bu durumda çocuklarını nasıl yetiştirecekler acaba?
Durum bu şekilde devam ettiği sürece, ülke kaynakları da verimli kullanılmadığında; işsizler kafelerde, sokaklarda,  evlerde azalmayacak aksine artacaktır.

22 Kasım 2012 Perşembe

İzmir'in Kordon Boyu

                                                                İzmir'den bir görünüm.



İzmir Kordon Boyu şiirlere, şarkılara konu oldu. Kordon Boyu, günün her saatinde cıvıl cıvıl, capcanlıdır. 
Büyükşehir Belediyesi’nin gerçekleştirdiği rekreasyon düzenlemesi ile İzmir Körfezi’nin rengi maviye döndü. 
Su kuşları da gelmeye başladı.
1976 yılında ilk defa gireceğim üniversite sınavları için çok uzaklardan; ilçemden bir akşamüzeri bindiğim yolcu otobüsü ile ertesi gün öğleden sonra İzmir’e varmıştım. 
Denizden gelen o pis koku karşılamıştı beni. 
Körfeze yaklaşılmıyordu.
O yıllarda Orta Anadolu’nun verimsiz ve bir tek ağaca muhtaç bozkırından; bozkıra has çalı ve dikenlerden; sıvaları dökülmüş kerpiç evlerinden; kısacası bozkırın kavurucu ya da aman vermeyen soğuğundan başka bir yer görmemiştim.
Tek gördüğüm bizler için vazgeçilmez olduğunu düşündüğüm ilçemdi.
İzmir o yıllarda da şimdiki gibi olmasa da benim için devasa bir şehirdi.
Eski otobüs garajının  bulunduğu Basmane’de eski ve çok katlı bir otele yerleştim. 
Otelin merdivenlerinde yıpranmaya yüz tutmuş, yer yer uçları sökülmüş kırmızı halının kenarlarına ayak ucuyla basarak ve ses çıkarmadan odama çıkmıştım. 
Kapının kilidinde dönen anahtarın çıkardığı metalik ses sessizliği bozmuştu.
Tek kişilik odada kirli bir battaniye, sarımtrak rengiyle çarşaf, kapanmayan çekmecesiyle eski bir masa vardı.
Umursamadım bile. 
Ya da gördüğüm görüntü uykusuz ve yorgun bedenimi pek de etkilememişti mi acaba? 
Veya gördüklerimi sabah uyanınca mı görmüştüm bilinmez. 
Aradan uzun yıllar geçti.
Sabahın ilk ışıklarıyla uyandığımda otobüs yolculuğunun beni oldukça etkilediğini ağrıyan vücudumun sızısıyla öğrenmiştim.
Sokağa çıktığımda etrafta bulunan lokantaların o yıllarda çıkardıkları çorbanın kokusu etrafa yayılmıştı.
Mercimek çorbası, bir bardak sıcak çay ve sonrası sınavın yapılacağı Göztepe’de ki okul.
O yıl girdiğim sınav sonucu öğretmen yetiştiren Eğitim Enstitüsüne kayıt yaptırmış; soluğu Enstitü'nün olduğu şehirde almıştım.
Ne İzmir ne de Enstitü'nün bulunduğu şehir beni kendisine benzetemedi.
Ben hep o bozkırın çocuğu olarak kaldım.
Kordon Boyu’nun güzelliği karşısında bozkırın sözü bile edilmese de; bizler Anadolu bozkırlarının özgür yaşamına alışmış insanlarız.

ÜNİVERSİTE Mİ YOKSA MEDRESE Mİ ?

                                                       Osmanlılarda Medrese Eğitimi Resmi



Gazetenin sayfalarını çevirirken “Medreseci Filozof” başlıklı habere takıldım. Haberde Kırıkkale Üniversitesi Dekanı’nın “medrese-üniversite” ayrımı yapılmaması gerektiğini savunan düşüncelerine yer veriliyordu.
Dekan Prof. Dr. Teoman Duralı Atatürk’ün kurduğu TED kolejinden mezun olmuş, Cumhuriyet Üniversitesinde felsefe, biyoloji okumuş.
Dekan’ın medrese-üniversite ayrımı yapılmaması konusunda söyledikleri haberde şu şekilde yer alıyor:
“Vaktince büyük hata oldu. Neden üniversite adını veriyoruz, ‘medrese’ adını koyalım. Fakültelere de ‘mektep’ dersin. Bu medreselerin fakültelerinden biri de ilahiyat olur. Bir tarafta üniversite diğer tarafta medrese ayrımı çok tehlikeli. Bu ülkenin bölünmüşlüğüne son vermek lazım artık. Eğitimde birliği sağlamak lazım bunun için.” (1)
Dekan’ın söylediklerine ara verip bahsedilen “medrese” nin anlam ve tarihçesine “Vikipedi”  de kısaca bir göz atalım:
“Müslüman ülkelerde orta ve yüksek öğrenimin yapıldığı eğitim kurumlarının genel adı. Medrese kelimesi Arapça ders kökeninden gelir…
Türk İslam devletlerinde medrese geleneği Karahanlılarla başlar…
F.Reşit Unat’a göre ise İslam’da ilk medrese Büyük Selçuklu Devleti zamanında Alparslan’ın veziri Nizamülmülk tarafından açılan ve yine onun ismiyle anılan ‘Nizamiye Medreseleri’dir…
Necdet Sakaoğlu ise ilk medresenin kurucusu olarak Nişabur hâkimi Emir Nasır Bin Sebüktekin’i göstermektedir…”

Medrese’nin tarihçesi kısaca bu şekilde açıklanmış.
Osmanlılarda da uygulanan bir sistem bu.
Cumhuriyet’in ilanından sonra da 3 Mart 1924 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından çıkarılan “Tevhid-i Tedrisat” kanunu yani öğretim birliği yasası ile çağın gerisinde kalan medreseler kapatılmıştır.
Günümüze kadar kıyısından köşesinden kırpılan bu yasa tam uygulanabilseydi ülkemizin bir Avrupa ülkesi konumunda olması söz konusu olacaktı.
Bu yasa “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” nesiller yetiştirmeyi amaçlamıştır.
1924 tarihinde çıkarılan Öğretim Birliği Yasası ile eğitim birliği sağlanmıştır ve bugüne kadar da uygulanmıştır.
Dekan’ın “Eğitimde birliği sağlamak lazım” sözü havada kalmaktadır.
Dekan konuşmasına “Şimdiye kadar bu din eğitimini yasaklamak suretiyle sağlanıyordu şimdi de din ile dünyayı birleştirmek zorundayız”  (2) diye devam ediyor.
Prof. Bu ülkede 1960’lı yıllardan itibaren her ilde her ilçede bir ya da birden fazla İmam-Hatip Lisesinin eğitim verdiğini; bu liselerde ağırlıklı olarak dini konuların (Hadis, Fıkıh, Kelam…) okutulduğunu bilmiyor mu?
Elbette biliyor.
“Şimdiye kadar bu din eğitimini yasaklamak suretiyle sağlanıyordu”  söylemi ile de eğitim birliği yasasının eğitimde birliği din eğitimini yasaklayarak sağladığını söylüyor olasılıkla.
Bunu söylerken hem İmam-Hatip Liselerinin işlevini görmezden geliyor; hem de 1982 Anayasası ile okullarda okutulması zorunlu hale getirilen “Din ve Ahlak Kültürü Eğitimi” dersinin varlığını unutmuş görünüyor.
Diğer yandan “Bu medreselerin fakültelerinden biri de ilahiyat olur” sözüne de ne denir bilemiyorum.
Çünkü bu ülkede yıllardan beri “ilahiyat” fakülteleri zaten vardır ve eğitime devam edilmektedir.
Bu okullarda on binlerce öğrenci mezun olmuş, devletin camilerinde ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nda görevli imam ve müezzin olarak çalışmaktadır.
Son olarak bunların yanı sıra Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da “mele” ler görevlendirilmiştir.
Cumhuriyet idaresinin çağdaş kurumları üniversitelerdir. Medreselerin işlevi gerilerde kalmıştır.
Çağdaş eğitim kurumları olan üniversiteleri medrese olarak kabul edip benimsemek doğru bir yaklaşım değildir.
Asıl amaç İmam-Hatip okullarının müfredatının genelleştirilip tüm okullara uygulanmasını sağlamaktır.
Zaten bu düşüncesini “İmam-Hatiplerin müfredatının genelleştirilip tüm okullara uygulanması gerektiğini savunmuşumdur hep, en başta da askeri okullara”  (3) diyerek açıklamaktadır.




Dip Not: (1) 19 Kasım 2012 tarihli Cumhuriyet gazetesi sf.15.
             (2) ilgili gazete
             (3)   “       “

21 Kasım 2012 Çarşamba

EKONOMİK ÇIKMAZIN KÜRESEL ETKİSİ




Toplumların yüzyıllardır yaşanan olaylar sonucu oluşturduğu bir takım kavramlar vardır. Bunların bir kısmı yazılı, bir kısmı da yazısızdır.
Bunlardan biride halkın kendi kendine oluşturduğu, hiçbir yazılı metine dayanmayan “etik” kavramıdır. Etik kavramı evrensel boyutta kabul görmektedir. Her toplumun yaşam biçimine ve ahlak anlayışına göre şekillenmektedir. Misal Türkçede “etik” kavramı “ahlak” sözcüğüyle eş anlamlı kullanılır.
Yetersiz kaynakların paylaşımının gerekliliğini belirtmesi nedeniyle “ekonomi”de de kullanılır.
Şimdi ben bu kavramı kısaca neden dile getirdim?
Çünkü etik kavramı toplumumuzun “öncelikleri” arasında yer almamaktadır.
Etrafınıza şöyle bir bakın isterseniz. Trafikten çalışma yaşamına, eğitimden yargıya kadar çok değişik alanda bunu görebilirsiniz. “Nasıl yaparsak doğru davranırız” ya da “doğru ile yanlışı”, “iyi ile kötüyü”, “haklı ile haksızı” nasıl birbirinden ayırabiliriz düşüncesinin de pek kabul görmediğinin farkına varabiliriz.
Etik anlayışta bölgesel ya da küresel anlaşmazlıkların, savaşlarında yeri önemlidir.
Küresel boyutta yaşanan gelişmelere bakıldığında “haklı ile haksızın” ayrımında “güç” dengesinin öne çıktığını görmek şaşırtıcı değildir. Güçlü olan her daim haklıdır kendince.
Ekonomik krizlerin derinleşerek sarsmaya devam ettiği ülkelerin çıkış noktası ne yazık ki artık alışılagelmiş kapitalist yöntemlerle çözülememektedir. Sistem tıkanmış gözüküyor.
Emperyalist ülkelerin ekonomik darboğazdan ya da dibe vurmaktan çıkmak için; toplumları birbirine düşürmeyi seçenek olarak düşündükleri görülmektedir.
Hali hazırda görülen budur. Bu durumda ne haklıyı haksızdan ayırmanın ne de etik anlayışın önemi dikkate alınmaktadır. Güçlü olan güçsüzün sırtında boza pişirmekte, paylaşılması gereken kaynaklar iç edilmekte, çalıp çırpılmakta; gerçek sahiplerine bırakılmamaktadır.
Günümüz toplumlarının dünden daha kötü olduğunu, çıkarlarını daha az düşündüğünü; paylaşımcı devletlere boyun eğdiğini, eğeceğini düşünmek doğru değildir.
Dün değişik coğrafyaların kaynaklarını sömürenler bunu bugün kolay kolay yapamamaktadır.
Kolayını ise kenarda durup bölgesel bazda yan yana yaşayan toplumları “Alicengiz” oyunlarıyla birbirine düşürmekte bulmaktalar.
Yunanistan’ın içinde bulunduğu ekonomik çıkmazın benzeri bir çıkmaza İspanya, Portekiz, İtalya; sonrasında olasılıkla Fransa ve Almanya’da sürüklenecektir.
ABD’nin ekonomik krizle baş etmek için sarf ettiği çabayı; kriz ihraç etme mücadelesini görüyoruz.
Halkın içinde bulunulan ekonomik dar boğazın potasında kolay eritilebilmesinin; kitlesel eylemlerin yumuşatılmasının tek çaresi olarak da “savaş” sözcüğünü gördükleri düşüncesi yaşanan olaylar nedeniyle insanın aklına gelmektedir.
Emperyalizmin ayak oyunlarına takılmamak için dikkatli olunması gerekmektedir.
İşin etik boyutunu düşünmek işlerine gelmez. Yani “yetersiz kaynakların” paylaşımını…

20 Kasım 2012 Salı

Yüzünün rengi küllenmişti



Bugün yine huzursuzdu. Gayri ihtiyari gülümsediği anlarda bile düşünceleri karmakarışıktı. Yolcu vapurlarının süzüldüğü boğazı seyretti uzun uzun. Ne ağlamak geliyordu içinden, ne gülümsemek, ne de konuşmak. Yutkundu… Boğazı düğümlendi… Uzaklarda bir geminin silueti fark ediliyordu gittikçe kaybolan… Caddede huzursuz bir akış içinde seyreden trafiğe baktı… Esen yel ürpertmeye başlamıştı… Son bir bakış fırlattı maviliğe, sonra… Sonra yürüdü gitti sessizce…

16 Kasım 2012 Cuma

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ



Türkiye'nin ilk üniversitesi İstanbul Üniversitesidir. Geçmişi İstanbul'un fethine dayanan üniversitenin modern eğitime başlaması 1933 tarihidir. Beyazıt yerleşkesinin girişindeki anıtsal kapı dikkati çeker. Bugün Beyazıt yerleşkesine ek olarak Küçükçekmece gölü kıyısında bulunan Avcılar kampüsünde de eğitim verilmektedir.

AMANOS DAĞLARI



Amanos Dağları, Amik Ovası ile Akdeniz arasında uzanır. Hatay ve Osmaniye il sınırları içerisine yayılan bu dağlarda Türkiye'nin en nadir hayvan türlerinden "Çizgili Sırtlan" yaşamını sürdürüyor. Ayrıca alan çok çeşitli hayvan (fauna) ve bitki (flora) topluluğuna ev sahipliği yapmaktadır.

15 Kasım 2012 Perşembe

Açıklama (Batıda On Yıl)



Değerli bir arkadaşımın ikazı üzerine yayınlamakta olduğum "Batıda On Yıl" yazı dizisinin bugüne kadar yayınlanan kısımlarını bloğumdan ve Facebook sayfamdan sildim. Takip eden değerli arkadaşların anlayışla karşılayacağını umuyorum. İlgili çalışmamı ilerde kitap olarak yayınlamayı düşünüyorum. Teşekkürler takipçi arkadaşlarıma. Saygılar.

11 Kasım 2012 Pazar

YAŞLILARIMIZA SAYGI





Birkaç yıl önce yazı yazdığım bir internet sitesinde benim gibi yazı yazan ve yayınlanmış 12(on iki) kitabı bulunan değerli bir yazarımızın yaşı nedeniyle ötelenmesi karşısında;  kaleme aldığım bir yazıyı arşivimde buldum.
Bakın şahsıma değil de hiç tanımadığım bir yaşlı yazara yapılan saygısızlığa nasıl cevap vermişim. Noktasına virgülüne dokunmadan aynen tekrar yayınlıyorum. Bakalım sizlerin düşüncesi ne olacak yaşlı insanlarımıza karşı davranışlarımız konusunda.
[Kurtuluş Savaşı’nda kadınlarımızın bir kısmı köylerinde  kalan yaşlı insanlarla birlikte, Oflaz emmilerle, Salih dede’lerle, Nuri amca’larla, Kezban Ninelerle  cephe gerisinde, seve seve her türlü fedakârlığa katlanmış ve üzerine düşen vatan vazifesini yerine getirmiştir.
Kurtuluş savaşını bu millet çoluğu ile çocuğu ile cephede ve cephe gerisinde verdiği mücadele ile kazanmıştır. Tarık Buğra’nın “küçük ağa “ adlı romanı o günlerde “Akşehir’de” halkın verdiği Kuvay-i milliye mücadelesini anlatır.
Cumhuriyet’in ilânı sonrasında verilen ekonomik, kültürel, siyasi mücadelede, toplumun; ekonomide, eğitimde, sanat alanında, yazın alanında, kültür alanında kalkınması için yine Anadolu insanımız yediden-yetmiş yediye mücadele etmiş, bugünlere gelmiştir.
Bu yıllarda verilen olağanüstü çabaları anlatan pek çok eser vardır.
Cumhuriyet yıllarında verilen mücadelede hiç kuşku yok ki gençlerimizin yanı sıra yaşlılarımız da ön planda yer almışlardır. Çünkü düşünün bir, savaşlarda toprağa verdiğimiz on binlerce genç insanımız söz konusu, sadece Sarıkamış’ta tek kurşun atmadan 90 bin can, Çanakkale’de 253 bin can toprağın kara bağrına girmiştir. Galiçya’da, Kafkasya’da, Irak ve Yemen Cephelerinde ise yine on binlerce insan hayatını kaybetmiştir.
O nedenledir ki savaş yılları sonrasında yaşlılarımızla birlikte zorlu bir mücadele verilmiştir.
Bu mücadelelerin hiç birinde gençlerimiz yaşlılarımıza, yaşlılarımız da gençlerimize saygıda kusur etmemiş, birbirine destek vermişlerdir.
Bu millet o yıllarda kendine biçilmeye çalışılan badireyi birlik beraberlikle atlatmıştır.
Hiç kimse çıkıp yaşlısına “sen yaşlısın, bedenen ve beyin olarak” kenara çekil  artık dememiştir. Saygı vardır, bilinir ki o yaşlılara ihtiyaç vardır. En azında yaşlılarımızın deneyimlerine ve öğütlerine ihtiyaç vardır.
Peki, bugün o yaşlı insanlarımıza ihtiyaç yok mudur?
Bence vardır ve daima da olacaktır.
Bir toplum deneyimli, yaşını başını almış, feleğin çemberinden geçmiş, kendilerinden daha çok şey öğreneceğimiz insanlara kenara çekil artık diyor  ve  diyenlere de ses çıkarılmıyor ise o toplumda “nemelazımcılık” vardır,”suskunluğu ilke edinmişlik vardır”, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” söylemini destur edinme vardır.
Bugün bir yaşlımıza ya da yaşlılarımıza “kenara çekil” diyen zihniyet yarın “kendi gibi düşünmeyen insanlara da kenara çekil diyecektir.
Bu nedenle bu söylem ve bu düşünceye benim anlayışımda yer yoktur olamazda, olmamıştır da.
Bir toplum yaşlısına gösterdiği saygı ile övünmelidir bence.
Varsayalım ki yaşlımız “görüp tespit ettiği bir gerçeği” dile getirdi, eleştiri yaptı.
Bu “gerçek ve eleştiri”de bizim hoşumuza gitmedi.
Bu durumda ne yapmalıyız?
”Siz zaten hep böylesiniz” mi demeliyiz?
Yoksa “acaba benim hatam nerede” diye mi düşünmeliyiz.
Hangisini yapmamız bize çok şey kazandıracaktır?
Pekâlâ, siz hiç düşündünüz mü acaba, eleştiri yapanın amacı sizce ne olabilir? Doğruyu size göstermekten başka?
Ne o sizin nede siz onun ekmeğini veriyorsunuz.
Bana göre o yaşlımıza “söylediği doğrulardan” dolayı laf ederken daha bir dikkatli olmalıyız.
Yaşlı insanlarımıza göstereceğimiz özveri ve tahammül onları mutlu edecektir.
Saygıda esas olan karşılıklı olandır.
Eleştiriye ve “gerçeklere” tahammülsüzlükle bir yere varılamaz diye düşünüyorum.
Burada sözüm hiç kimseye değildir ama aynı zamanda herkesedir.
“Uzun zaman önce… Yılan yoktu, akrep yoktu, aslan yoktu, sırtlan yoktu, vahşi köpek yoktu, kurt yoktu, korku yoktu, dehşet yoktu… İnsanın rakibi yoktu.”
Bu özlem dolu satırlar, olasılıkla MÖ.3.binyıla ait… Barış, huzur ve istikrar için bilinen kadim seslerden biri… Samuel N.Kramer tarafından, Sümer tabletlerinden çevrilerek literatüre kazandırılmıştır.
Uzun uzun yıllar önce insanların barış ve huzur istemesini gıpta ile okuyoruz…]
  

10 Kasım 2012 Cumartesi

DEĞİŞEN TEK ŞEY İZLENEN YOL VE YÖNTEMLER




Özellikle sıcak ve güncele dayalı konularda okunan her kitap, okuyanı bir başka kaynağa yönlendirir. Erişebildiğin yeni kaynak bir diğerine. Yaşama dair, yaşanmışlıklara dair, çekilen acılara dair ne varsa belleğinde iz bırakır.
Geçmişte Mondros Ateşkes Antlaşmasını uygulamaya; Sevr Antlaşmasını yaşama geçirmeye çalışanların; Anadolu topraklarını işgal edip bölüp parçalamaya; kaynaklarını sömürmeye çalışan [Mütareke Dönemi’nde ya da  Kurtuluş Savaşı sırasında] batılı emperyalist güçlerin yaptıklarını, yapmaya çalıştıklarını anlamaya çalışmak için bir kaynaktan diğer kaynağa geçersiniz. Yaşananları gördükçe içiniz sızlar.
O günden bugüne yaşam da değişti, teknolojide. Lakin emperyalizmin ülkemiz üzerindeki amaçları hiç değişmedi.
Değişen tek şey izlenen yol ve yöntemler.
Resmi işgalde derslerini aldılar. Kurtuluş Savaşı sonrasında “geldikleri gibi” gittiler.
Çanakkale muharebeleri ile aldıkları ders yetmedi onlara; Dumlupınar, Sakarya, İnönü savaşları ile bir kez daha derslerini aldılar. Bunu biliyorlar.
Tarihi tekerrür ettirmiyorlar. Geçmişte tanklarıyla, tüfekleriyle, sömürgelerinden getirdikleri askerlerle yapamadıklarını bugün; değerlerimizi, ekonomimizi, kültürümüzü ele geçirerek yapmaya çalışıyorlar.
Bu durumun farkında olmak için tarihimizi, geçmişimizi unutmamak lazım.

8 Kasım 2012 Perşembe

BİR GÜNÜN ARDINDAN




Her gün olmazsa da düzenli olarak gazete almaya çalışırım. Arada bir aksattığım olmuyor değil. O zaman da internette yayınlanan haberleri okurum. Tabii bu elimize alıp sayfalarını çevirdiğimiz gazete okumanın keyfini vermiyor. İnternette haber okuyarak hiç olmazsa günlük olayları kaçırmıyor insan.
Gazeteyi bir insan niçin okur? Ülke gündemini meşgul eden kimi gelişmeleri takip etmek, köşe yazarlarının düşüncelerini öğrenmek için. Sanat ve kültür alanında meydana gelen gelişmeleri takip etmek için. Her insanın gazete almasında ki amacı farklıdır aslında. Misal kimileri sadece gazetede çarşaf çarşaf verilen bulmacaları doldurur. Gazetenin diğer sayfaları ilgisini çekmez.
Bugün aldığım gazetenin sayfalarını çevirirken siyasetten, toplumsal olaylara; sanat ve kültür alanında ki gelişmelere; ülke ekonomisinin içinde bulunduğu duruma; vatandaşın yaşamından verilen kesitlere kadar pek çok konuda habere göz gezdirdim.
Haberleri okurken bizlere ne oluyor diye düşündüm. Neden bu kadar duygusuz, tepkisiz, acımasız olduk?
Neden başkalarının yaşam hakkına saygı duymadığımızı bir türlü çözemedim.
Çözemedim çünkü yıllarca aylarca bir çatı altında yaşayan insanların bir birlerini öldürmelerine nasıl anlam verilir?
Bu durum hangi psikolojiyle açıklanabilir?
Adam eline kuru sıkı tabancayı alıp elini kolunu sallaya sallaya onlarca görevlinin arasında başbakanlıkta ateş edebiliyor. Bir gün sonra bir başkası eline aldığı bir bidon benzinle yine başbakanlıkta kendini ateşe veriyor. Kendini ateşe vermesinin nedeni ne? Belediye ile olan arsa anlaşmazlığı. İyide kardeşim bu ülkede hukuk var, mahkeme var. Hakkını mahkemede arayacağına neden kendini ateşe veriyorsun? Değer mi? Yaşamını kaybetmen ya da vücudunun yanması neyi çözecek ki?
Bir başka olay dikkatimi çekti.
Hatırlarsınız. Birkaç ay önce “kürtaj”  ve “sezaryen” yasaklansın yasaklanmasın diye toplumda farklı görüş ve düşünceler tartışıldı. Kadınlar ellerinde pankartlarla “vücuduma karışma” diye protesto gösterileri yaptı. Kimileri de kürtajın yasaklanması gerektiğini söyledi. Bu durumda artık doktorlar kürtaj yapmaktan kaçınır oldu sanırım ki;
Sivas’ta doğum için devlet hastanesine giden 29 yaşındaki Sehiba Karadağ, “18 saat boyunca normal doğuma zorlandığını daha sonra sevk edildiği başka bir hastanede sezaryenle bebeğini dünyaya getirdiğini” belirterek hastaneden şikâyetçi oluyor. Basında zaman zaman bu tür olaylara rastlıyoruz. Doğum için “sezaryen” yapılmayan kadın normal doğumda yaşamını yitirebiliyor. Sezaryen hangi durumlarda gereklidir ve buna nasıl karar verilir bilemem lakin insan yaşamının riske atılması; ana karnında ki çocuğun riske atılması doğru değildir.
Geçenlerde Bağcılarda eşi ve çocuklarını öldürüp intihar eden vatandaşın durumu henüz belleklerdeyken; yine İstanbul Kadıköy’de 64 yaşındaki İsmail P. Yeni evlendiği 42 yaşındaki Mutlu P.’yi önceki evliliğinden olan 12 yaşındaki oğlunun gözleri önünde bıçaklayarak öldürüyor.
 Benzeri onlarca olay. Onlarca acı.
 Yok olup giden hayatlar. Sönen ocaklar. Hayaller ve gelecekler. Tüm bunlara değer mi? Yaşamın, hayatın önemini kavrayamayanların, bir anlık öfkesine hâkim olamayanların sonradan ne acılar çektiklerini tahmin etmek güç olmasa gerek.