Anadolu'nun
kent, kasaba ve köylerinde yaşayanların oldum olası İstanbul tutkusu vardır.
İhtimaldir ki bu tutkunun sebebi Osmanlı dönemine kadar uzanır. Bel ki daha da
eskiye. Çok bilinen bir söz vardır. "İstanbul'un taşı toprağı
altındır."
Ne
denli altındır, ne denli topraktır bilinmez ama İstanbul artık eski İstanbul
değildir. Trafiğinin sıkışıklığı, yerleşimlerin çarpıklığı bir yana Anadolu
kentlerinde alıştığımız saygı olayını burada aramak boşunadır.
Kalabalık
meydanlara, devasa iş merkezlerine, AVM'lere, insanların yoğun olduğu merkezi
yerlere gidildiğinde bunu görmek şaşırtıcı değildir.
Oldum
olası İstanbul'u sevmedim. İstanbul'a gelmeden önce de bu duygu vardı
belleğimde. Geldikten sonra haklılığımı
görmenin burukluğu ile caddelerinde, sokaklarında "serseri
mayın" gibi dolaşıp duruyorum.
Yalnız
başınıza geçmek zorunda olduğunuz zifiri karanlık bir sokak düşünün. Ne evlerin
ne de sokak lambalarının ışıklarının yanmadığı. İçinde neyle karşılaşacağınızı
bilmediğiniz bir sokak. Çıkmaz sokak olup olmadığını da. Bu durumda
bilinmezliğe girmekten kaçınırsınız. İstanbul'un bana verdiği duygu bu.
Anadolu'da
kent dokusu şekilsiz apartmanlara ve yüksek binalara karşı direnmektedir halen.
Toplu konutlar kentlerden uzak alanlara yapılmaktadır. Buralar birer beton
yığını olmaktan öteye geçmemektedir. Toplu konutların bir ruhu yoktur. Apartman
sakinleri birbirlerini tanımamaktadır. Oysa ki eski yerleşim yerlerinde böyle
değildir. Mahalleli birbirini tanır.
Barınma
kültürümüz öteden beri çok katlı olmayan evlerden ibaretti. Bu kültüre bir
yenisi eklendi. Otopark alanlarıyla, sahip olunan tesisleriyle barınma
amacından uzak, ihtiyaç duyulan her şeyin karşılandığı Rezidanslar. Çok katlı
kuleler, iş merkezleri. İstanbul'un kent dokusunu yitirmesine neden olan
binalar.
Kalabalığın
aktığı caddelerde yürümenin zorluğunu hisssetmeyen var mıdır diye düşünmek
boşunadır. Hafta içinde sokaklar, caddeler insanla dolup taşıyor. Hafta
sonları kalabalık daha da artıyor. Kalabalık
bilinçsizce yer değiştiriyor, toplu taşım araçlarının yanı sıra özel araçlar bir
yerden bir başka yere yer değiştiren insanları taşımaya yetmiyor.. Kimin nereye
gittiği; bilinçli mi bilinçsiz mi yürüdüğü belli bile değil. Sokağa çıkanlar
kalabalığın ritmine ayak uyduruyor ve amaçsızca sürükleniyor.
İnsan
düşünmeden edemiyor. İşsizlik boyutu bu kadar mı fazla diye. Çünkü işi olan
birinin hafta boyunca amaçsızca dolaşması mümkün müdür. İşinin başında olması
gereken saatlerde sokaklarda neden dolaşsın ki...
Yoğun
yapılaşmanın varlığı, sokak aralarında ve ana caddelerde park edilen arabaların
durumu; nefes alınacak yeşil alanların yetersizliği ya da kimi yerlerde hiç
olmayışı da ayrı bir sorun.
Dört
bir yana kilometrelerce uzanan yerleşim yerlerinde insan profili de
değişmektedir. Varoşlara yerleşmiş olanların gelirinin yeterli olmadığını
görürsünüz. Geniş bahçelerin, parkların, yeşil alanların olduğu yerlere
yerleşmiş olanların gelirinin yerleşim yeriyle orantılı olduğunu da.
Sokak
satıcılarının kaldırımları işgal etmeleri, üst geçitleri mesken tutmaları bir
yana dilenci bolluğunun varlığı da sıklıkla karşılaşılan bir durum.
Kısacası
İstanbul artık nefes alınacak bir yer olmaktan çıkmış durumdadır. Özellikle
belli bir yaşa gelmiş, emekli insanların yaşamlarını sürdürecekleri bir yer değildir.
Şehrin
birbirine yapışık binaları, birbirine koşut caddeleri, onları diklemesine kesen
dar sokakları. Dar sokaklarda kurulan pazarların akıl almaz kalabalığında
yürümenin zorluğu, çarşı pazarında tezgahındakileri satmanın telaşı ile müşteri
bekleyen çığırtkanları; merdiven altlarında kaçak sigara satanların varlığı,
meydanların değişmeyen müdavimleri simitçileri ve milli piyango satıcılarının
vazgeçilmezliği de sanırım alışılan bir durum.