14 Aralık 2013 Cumartesi

İSTANBUL!


Anadolu'nun kent, kasaba ve köylerinde yaşayanların oldum olası İstanbul tutkusu vardır. İhtimaldir ki bu tutkunun sebebi Osmanlı dönemine kadar uzanır. Bel ki daha da eskiye. Çok bilinen bir söz vardır. "İstanbul'un taşı toprağı altındır."
Ne denli altındır, ne denli topraktır bilinmez ama İstanbul artık eski İstanbul değildir. Trafiğinin sıkışıklığı, yerleşimlerin çarpıklığı bir yana Anadolu kentlerinde alıştığımız saygı olayını burada aramak boşunadır.
Kalabalık meydanlara, devasa iş merkezlerine, AVM'lere, insanların yoğun olduğu merkezi yerlere gidildiğinde bunu görmek şaşırtıcı değildir.
Oldum olası İstanbul'u sevmedim. İstanbul'a gelmeden önce de bu duygu vardı belleğimde. Geldikten sonra haklılığımı  görmenin burukluğu ile caddelerinde, sokaklarında "serseri mayın" gibi dolaşıp duruyorum.
Yalnız başınıza geçmek zorunda olduğunuz zifiri karanlık bir sokak düşünün. Ne evlerin ne de sokak lambalarının ışıklarının yanmadığı. İçinde neyle karşılaşacağınızı bilmediğiniz bir sokak. Çıkmaz sokak olup olmadığını da. Bu durumda bilinmezliğe girmekten kaçınırsınız. İstanbul'un bana verdiği duygu bu.
Anadolu'da kent dokusu şekilsiz apartmanlara ve yüksek binalara karşı direnmektedir halen. Toplu konutlar kentlerden uzak alanlara yapılmaktadır. Buralar birer beton yığını olmaktan öteye geçmemektedir. Toplu konutların bir ruhu yoktur. Apartman sakinleri birbirlerini tanımamaktadır. Oysa ki eski yerleşim yerlerinde böyle değildir. Mahalleli birbirini tanır.
Barınma kültürümüz öteden beri çok katlı olmayan evlerden ibaretti. Bu kültüre bir yenisi eklendi. Otopark alanlarıyla, sahip olunan tesisleriyle barınma amacından uzak, ihtiyaç duyulan her şeyin karşılandığı Rezidanslar. Çok katlı kuleler, iş merkezleri. İstanbul'un kent dokusunu yitirmesine neden olan binalar.
Kalabalığın aktığı caddelerde yürümenin zorluğunu hisssetmeyen var mıdır diye düşünmek boşunadır. Hafta içinde sokaklar, caddeler insanla dolup taşıyor. Hafta sonları  kalabalık daha da artıyor. Kalabalık bilinçsizce yer değiştiriyor, toplu taşım araçlarının yanı sıra özel araçlar bir yerden bir başka yere yer değiştiren insanları taşımaya yetmiyor.. Kimin nereye gittiği; bilinçli mi bilinçsiz mi yürüdüğü belli bile değil. Sokağa çıkanlar kalabalığın ritmine ayak uyduruyor ve amaçsızca sürükleniyor.
İnsan düşünmeden edemiyor. İşsizlik boyutu bu kadar mı fazla diye. Çünkü işi olan birinin hafta boyunca amaçsızca dolaşması mümkün müdür. İşinin başında olması gereken saatlerde sokaklarda neden dolaşsın ki...
Yoğun yapılaşmanın varlığı, sokak aralarında ve ana caddelerde park edilen arabaların durumu; nefes alınacak yeşil alanların yetersizliği ya da kimi yerlerde hiç olmayışı da ayrı bir sorun.
Dört bir yana kilometrelerce uzanan yerleşim yerlerinde insan profili de değişmektedir. Varoşlara yerleşmiş olanların gelirinin yeterli olmadığını görürsünüz. Geniş bahçelerin, parkların, yeşil alanların olduğu yerlere yerleşmiş olanların gelirinin yerleşim yeriyle orantılı olduğunu da.
Sokak satıcılarının kaldırımları işgal etmeleri, üst geçitleri mesken tutmaları bir yana dilenci bolluğunun varlığı da sıklıkla karşılaşılan bir durum.
Kısacası İstanbul artık nefes alınacak bir yer olmaktan çıkmış durumdadır. Özellikle belli bir yaşa gelmiş, emekli insanların yaşamlarını sürdürecekleri bir yer değildir.
Şehrin birbirine yapışık binaları, birbirine koşut caddeleri, onları diklemesine kesen dar sokakları. Dar sokaklarda kurulan pazarların akıl almaz kalabalığında yürümenin zorluğu, çarşı pazarında tezgahındakileri satmanın telaşı ile müşteri bekleyen çığırtkanları; merdiven altlarında kaçak sigara satanların varlığı, meydanların değişmeyen müdavimleri simitçileri ve milli piyango satıcılarının vazgeçilmezliği de sanırım alışılan bir durum.

YAŞAMAK HAKSIZLIKLARA KARŞI DİRENMEKTİR

Sabah kahvaltısı sonrasında çıktığım eve akşamın alacakaranlığında döndüm. Dışarıda el ayak çekilmişti. Herkes evlerine girmişti. Dışarıda başıboş köpeklerin havlama seslerinden başka bir şey duyulmuyordu. Bir de kahvelerin olduğu meydan hareketliydi. Ara sokaklarda tek bir gölge görmek bu saatlerde olanaksız olmasa da çok zordu. Zira kasabalı günün yorgunluğunu atmak için evlerine çekilirdi.
Sokak lambalarının yanı sıra evlerin pencerelerinden sızan ışıklar sokağı aydınlatıyordu. Evin önüne geldim. pencereden dışarı sızan ışığın loşluğunda kapının zilini çaldım. Hızla yaklaşan ayak seslerinden eşimin kapıyı açmak için koşar adım geldiğini işitiyordum. Yüzünde buruk bir gülümsemeyle kapıyı açtı. Belli ki sabah çıkıp akşam karanlığında eve gelmem kızdırmamışsa da üzmüştü onu ve çocukları.
Sesimizi işiten oğlum koşarak yanıma geldi. Nerede kaldın bu saate kadar dercesine sorgulayan gözlerle yüzüme baktı. Akşamları eve geç gelmem söz konusu olmazdı. Kimi arkadaşların yaptıkları gibi akşamları kahvede kalmazdım. Erkenden eve gelirdim. Bunu bildiklerinden gecikmemi yadırgamış daha doğrusu merak etmişlerdi.
-Tamam, dedim. Bir daha haber vermeden bu kadar gecikmeyeceğim.
- İyi edersin,dedi eşim kapıyı kapatırken.
- Neler yaptınız bakalım ben yokken evde, diye oğlumu kucakladım.
- Ablamla oyun oynadık, diye atıldı annesinden önce.
Kızım içeride televizyon izliyordu. Beni görünce yerinden kalktı.
-Baba acıkmışsındır, diyerek mutfağa gitti.
- Yok kızım fazla aç değilim. Burhan'ın anasını ziyaret ettim bugün. Oğlu Recep evde yoktu. Bir süre onu bekledik. Gelmeyince de Ana gelini Fadime'ye sofra hazırlattı. Hem yedik içtik, hem de sohbet ettik. Dertleştik.
- İyi etmişsin, dedi eşim. Ben de ne zamandır Ananın yanına gitmek istiyordum. Bir türlü fırsat bulup gidemedim. İyi ki gitmişsin. Ana nasıl? Kadıncağız bu yaşta evlat acısıyla kahroluyor. Allah kimseye evlat acısı vermesin.
- Eskisi gibi olmasa da gözleri her an nemli Ananın, dedim. Kolay değil. Genç yaşta gözünden sakındığı evladını kara toprağa verdi. Bir hiç uğruna gitti çocuk.
Divanın bir köşesine iliştim. Yorulmuştum. Göz kapaklarım günün yorgunluğunu taşıyamıyordu artık.
- Siz neler yaptınız gün boyunca.
- Her günkü işler işte. Çocuklarla uğraşıp durdum. Bekledik öğle üzeri sen gelmeyince yemek yedik. Çocuklar sen olmayınca huzursuzlanıyorlar diye sitem etti tekrardan geciktiğim için. Ses etmedim bu sefer.
- Yorgunum, dedim. Başımın altına bir yastık koyarak divanın üzerine uzandım.
Uzandığım yerde düşünce yoğunluğu bir türlü yakamı bırakmıyordu. Olan bitenler beni hem şaşırtmış hem de üzmüştü. İnsanın insana yaptığı zulmü görmek insanlığımdan utanmama neden oluyordu. Ben utanıyordum zulmü yapanlar adına lakin onlarda ne utanma ne de arlanma vardı. Onların utanmasını beklemek beyhude bir çabaydı. Pişmanlıklarını görmek de. Bu sorunun tek çaresi eğitimden geçiyordu. Sorunun kültürel, ekonomik, sosyal boyutlarını da unutmamak gerekti.
Eğitimle  bir başka insanın ve hatta canlının yaşam hakkını yok etmenin yanlışlığı verilmeliydi. Kendi yaşamının kutsallığı kadar diğerlerinin de yaşamının kutsallığını kabul etmeliydi insanlar. Zalimlikle ve zulüm ile bir yere varılamayacağını öğrenmeliydiler. Toplumsal barışın ancak başkalarının yaşam hakkına saygı duymakla sağlanabileceğini de.
Burhan vurulmuş ama aile kan davası gütmemişti. Kan davası gideni geri getirmeyecekti. Sülolardan Arık Hasan ile kardeşi Budak Mehmet'i Allaha havale etmişlerdi. Mahkemenin vereceği kararın yapanların yaptıklarının yanlarına kar kalmaması yönünde olmasını bekliyorlardı.
Adalete olan güvenleri tamdı. Bu bağlamda az da olsa teselli buluyorlardı. Burhanı vuranların hak ettikleri cezaya çarptırılmaları Ananın gözlerinden akan yaşları az da olsa dindirecekti. Anayı, Recebi, Burhanın babasını dinlerken edindiğim izlenim buydu. Adalet diyorlardı. Adalet yerini bulmalı, genç ve suçsuz oğlumuzu katledenler cezalarını çekmeliler. Aksi halde adalete olan güvenimiz sarsılır.
Haksızlıklara ve hukuksuzluklara karşı mücadele etmek gerektiğini anlatmışlardı. Oğullarının yaşamına  keyfi bir şekilde son verenlere karşı direnmek lazım geldiğini söylemişlerdi. Yaşamak için buna mecburuz. Çünkü yaşamak haksızlıklara karşı direnmektir. Kötülüklere, hayınlıklara, sahtekârlıklara karşı kararlı olmalıyız. Burhan'ın mezarında huzurluca yatması zalimlerin yaptıklarının cezasını çekmesiyle mümkün olacaktır diye de eklemişlerdi.
Bu duyguların ağırlığında ancak bir iki saat uyuyabildim. Eşim üzerime battaniye örtmüştü. Bunaltıcı havada bu beni iyice bunaltmış, terletmişti. Yaşananların bıraktığı acıyı ve ruh sıkıntısını yeniden duydum. Acının insan belleğinde ve ruhunda bıraktığı tahribatı düşündüm. Aklıma geçmişte görev yaptığım okullarda yaşadığım ve şahit olduğum acınası durumlar geldi.
Eğitim yuvalarında hoşgörü ortamının sağlayacağı huzur içinde verilecek eğitimin ne denli önemli olduğunu daima vurgulamıştım. Ne yazık ki bunu anlayan, anlayabilecek olan eğitimci sayısının yeterli olmadığının bilincindeydim.
Mantığım sanki boğazımı sıkan bir el gibi beni düşünceden düşünceye sürüklüyordu.
Gün doğdu doğacaktı. Susamıştım, içim yanıyordu. Mutfağa gidip bir bardak su aldım. Biraz soluk almak ve serin havayı ciğerlerime çekmek için pencereyi açtım. Dışarıda şamatacı kuşların tiz çığlıkları duyuluyordu. Gökyüzü mavi bir halıyı andırıyordu. Bir tek bulut yoktu. Kavurucu bir gün bizi bekliyordu. Çınar ağaçlarının gölgesine sığınacak; kahvedeki boş masalardan birini mesken tutacaktık.
Eşim ve çocuklarım uyuyorlardı. Ayaklarımın ucuna basarak yanlarına yaklaştım. Uzun uzun yüzlerine baktım. Huzurlu oldukları her hallerinden belliydi. Her zorluğa göğüs germiş, sıkıntıları onlara yansıtmamıştım.
 Köylerde ve kasabalarda erkek egemen anlayışta kadınların hanesine yazılacak bir iyileşme yoktu. Kadınlar hem tarlada, bağda, bostanda hem de evde çalışırlardı. Evin ağır yükü onların omuzlarındaydı. Bu dün de böyleydi bugün de böyle. Bu bağlamda eşimin omuzlarına yükün ağırlığını vermemiştim. O bu bakımdan şanslıydı.
Bir evde kadın olmazsa o evde yaşanır mı? Yaşanırsa kadının varlığı ile hayat bulan ev işleri yerli yerince olur mu? Kadının varlığı insana güç katmalı. Dayanışma içerisinde bulunmalı insan eşiyle. Zorlukların üstesinden ancak böyle gelinir.
Odanın içerisinde ileri geri yürümeye başladım. Lavaboya gittim. Elimi yüzümü bol suyla yıkadım. Lavaboda bulunan aynaya şöyle bir göz attım. Sakallarım uzamaya başlamıştı. Dolabın sağ üst çekmecesinde traş bıçağını aldım. Sakalsız daha bir rahattım artık. Mutfak balkonunun arka bahçeye bakıyordu. Bahçede çam ağaçlarının yanı sıra kiraz, ceviz, elma ağaçları da vardı. Bahçenin uzak köşesinde yeni diktiğim çam fidanlarına baktım. Sabahın serinliğinde canlı duruşları yüzümü güldürdü.

 Kahvaltı sonrası dışarı çıktım. Okulda yapılacak işleri yapmak, cevap verilecek yazıları cevaplamak için okula gittim. Hizmetli arkadaşlar gelmişlerdi. Yaz olduğu için okul tatile girmiş, öğrenciler  ve öğretmenler yaz tatilindeydiler. Yıllık iznini sırayla kullanan hizmetli arkadaşlar ve ben okuldaydım. Okulun iki hizmetlisi vardı. Okul binaları geniş bir alana dağılmış, birbirinden ayrı binalar halindeydi. İlkokul ve ortaokul kısımları ayrı binalarda eğitim görüyordu. Bu nedenle de iki hizmetli vardı. Hizmetlinin biri kasabanın yerlisiydi. İlçede lisede görev yaparken okulumuza naklini istemişti. Diğeri de yıllarca kasabanın okulunda görev yapmıştı ve kasabaya fazla uzak olmayan bir köydeydi o da. Bu nedenle ikisi de görev yerinden memnundular. Hem okulda ki görevlerini yapıyorlardı aksatmadan hem de tarlalarında, bağ ve bostanlarında ki işlerini görüyorlardı hafta sonları.

12 Aralık 2013 Perşembe

HAYATIN BİR OYUNU !


Tüm coğrafyalarda hem de istisnasız benzer olaylar yaşanır. İnsan diğerine zarar vermek için vardır. Şaşırtıcı lakin gerçek olan insan yaşamında hem gündeme, hem coşkuya; sıklıkla kırıcı ve baş döndürücü gelişmelere yetişmek mücadele isteyen bir durumdur. Yaşamın hay huyunda olanların bir kısmı çıkara ve bencilliğe başvurur. Kahpece ve kurnazca asıl niyetlerini ortaya çıkarmadan hareket ederler. Oysaki bu davranış türü cesaret değildir. Cesaret doğru olanda vardır. Niyetlerinde eziyet ve kötülük olanlarda değil.
Recebin yüreğinde fırtınalar kopuyordu. Çocukluğunu akranları gibi yaşamamıştı. Ekinler olgunlaşmaya, üzüm bağlarında salkımlar dalları kırmaya başladığında dur durak nedir bilmezdi. Alacakaranlıkta anası ile beraber yola koyulurlardı. Kızgın ve acımasız güneşe yenik düşmemek için sıklıkla ellerini yıkar başlarını ıslatırlardı. Babaları koyunları ağıla getirdikten sonra kendilerine katılırdı. Anasını daha çok severdi Recep. Ana sevgisi her daim ağır basmıştı. Babası geldiğinde sıklıkla tartışırlardı. Hırçınlaşırdı Recep.
-Baba bırak da bildiğimizi yapalım. Okumak istedim o imkânı vermedin. Kırgınlık ve sevimsiz sürtüşmelerle zaman geçirdin. Huzursuz ettin bizleri. Müsaade et artık, çocuk değiliz. Hayatta bazı şeyleri seçebilme, yapabilme hakkımız olsun.
Baba bunları her seferinde işitir oralı olmaz, bildiğini yapardı. Hoş o da doğru bildiğini yapıyordu. Çocuklarına zarar gelmesin, muhtaç olmasın derdinde idi kuşkusuz. Lakin yaklaşım tarzı ve davranışları can sıkıcı oluyordu bazen.
-Oğlum Recep, sen farklı ben farklı düşünüyoruz bazı durumlarda. Benim duygularıma hep karşı çıkıyorsun. Biz böyle yetiştik, anamızdan babamızdan böyle gördük, böylede yolun sonunu getireceğiz.
-İşte senin anlamak istemediğin şey dün ile bugün arasında ki farktır. Dün karasaban ile tarladan çıkılmazdı. Şimdi öyle mi ya. İnsan gücü ile aylarca üstesinden gelinemeyen işler artık makinelerle birkaç günde bitiriliyor. Bu ne demek anlamak istemiyorsun. Demek ki dün ile bugün arasında fark var. İnsanların duygu, yaşam ve düşünceleri de bu bağlamda değişiyor. Sen yerinde saymak istiyorsun.
-Oğlum ben yerimde saymıyorum. Sizlerin geleceği için çabalıyorum. Gece keçe sırtımda koyun güdüyorum. Gündüz tarlada yardım ediyorum. Daha ne istiyorsun anlamadım ki.
-Doğru dersin de baba, evlatlar babalar için yaşamazlar. Sen baban için yaşamadın. Annem babası için yaşamadı. Bence herkes kendi hayatını yaşamalı. Bunu yaşarken de akraba olarak birbirlerine destek olmalı elbette. Biz bunu böyle gördük evlatlarımızda böyle yapsın düşüncene katılmıyorum. Bu nedenle haklarıma müdahale etmene müsaade etmeyeceğim.
Recep ile babası bu minvalde konuşurlardı. Anası susar ses etmezdi. İşini yapardı. Nasıl ses etsindi ki. Birisi göz bebeği evladı. Diğeri yaşama nedeni kocası idi. Baba oğul arasında ki tartışmada taraf olmak istemezdi. İstemezdi de oğlunun söylediklerini de içinden onaylardı. Oğlunun yüreğinde bir isyanın, kahır yüklü duyguların varlığını sezinlerdi. Recep’in kardeşi o yıllarda henüz küçüktü. Tarlaya, sıcağa dayanamazdı. O yüzden evde kalırdı.
Döngü bu şekilde uzun yıllar devam etti. Recep babası ile benzeri konularda bir türlü anlaşamazdı. Babası işlere yardımcı olsun diye tahsiline de müsaade etmemişti. Recep büyüdükçe okuyamamanın acısını yüreğinde daha çok hissedecekti. Babası ise zamanın sorunu çözeceğinden emin, rahattı. Anası ise oğullarının isyanına sebep olmamak için susar, karışmazdı. Evlatları onu hayata bağlayan en büyük varlıklardı. Onlarsız bir yaşam düşünmek, onlardan uzak kalmak kabulleneceği bir şey değildi.
Aradan yıllar geçmiş Recep yağız bir delikanlı, kardeşi ise ele avuca sığmaz biri olup çıkmıştı. Recep’in gönlü de kıpır kıpırdı artık. İşe gitmediği zamanlarda en güzel giysilerini giyer kasabada arkadaşları ile dolaşırdı. Sonraları kardeşinin de tarlada, bağda işlere yardım etmeye başlaması iş yükünü azaltmıştı. Recep kardeşini çok severdi. Kardeşi mala davara daha düşkündü. Onlara gözü gibi bakardı. O melun gün çeşmenin başında vurulduğunda yine koyunları, kuzuları ile ilgileniyordu.
Recep ve kardeşi birlikte yapmak istediklerini kendi aralarında konuşurlar, gelecek için hayaller kurarlardı. Lakin ne zaman ne de yazgı hayallerinin gerçekleşmesine fırsat vermemişti. Kardeşinin ölümünden sonra Recep içine kapanmış, uzun süre inzivaya çekilmiş insanlar gibi toplumdan kaçmış, düşünmüştü. Gözleri alev alev yanardı. Heykelleşmiş gibi durduğu pencerenin önünde, dışarıyı seyrederken acı acı yutkunurdu. Çaresizliğin hançerlediği Recep, gözlerinde iki damla yaş, sessizliğini korurdu. Sakalları intizamsızca uzamıştı. Kahır dolu çehresi günlerce şekillenmek bilmedi. Mantığı yüreği ile uzlaşmaz kararlar vermekte idi. Bu arada Fadime ile evlenmiş, çocukları olmuştu. Babası ve anası artık iyice yaşlanmışlar, eskisi gibi bağa, tarlaya çıkamaz olmuşlardı. Bu kaygı verici gelişmeler sonrasında yapmak istediği şeyleri yapamaması keyfini kaçırmıştı. Oysa kardeşi ile yapacakları ne çok şey tasarlamışlardı.
Hayatın bir oyunu, bir rolü böyle kurulmuştu. Seçim yapmak olanaklı değildi. Bir an geliyor istemeseniz de oyunun bir parçası olmak durumunda kalıyorsunuz. Nasıl bir rol alacağınıza kimi zaman kendiniz karar veremiyorsunuz. İsteğiniz dışında bir diğeri rolünüzü değiştirebiliyor.  Kimi zaman rastlantılar, tesadüfler tavrınızı, sözünüzü, misyonunuzu değiştirebiliyor. Bilmediğiniz bir olayda, olmaz dediğiniz gelişmede gözlerinizi açıyorsunuz. Ya da anlam veremediğiniz yaşanmışlıklara sessiz kalabiliyorsunuz. Hayat akışının girdabında yok olmadan kalmanın, oyunun bir parçası olmanın dışına çıkamıyorsunuz. Recepte Süloların enine boyuna kurguladığı oyunun girdabında çaresizliğin verdiği ızdırapla oyunun bir parçası olmuştu. Ruhunda ve yüreğinde seçtiği hedefe, keskin ve ısrarlı bakışlarla ulaşmak isteği her daim mantığı ile son bulmuştu.
Fadime Recebin ve ailesinin içinde bulunduğu ızdırap dolu yaşama yakından tanık olmuştu. Recebin duruşu evlenmeden önce gönlünde yer etmişti. Recebi uzaktan uzağa sevgi ile izleyen biri daha vardı. Mehmet amcanın kızı Zeynep’ten başkası değildi bu. Recep Fadime ile evlenmiş olmasına rağmen Zeynep'in Recebe olan tutkusu azalmamış aksine artmıştı. Recep ise bu duygudan habersizdi.
Receplerin evleri kasabanın kıyısında tepenin dibinde, yolun sonunda, sırtını heybetli bir kayaya yaslamıştı. Etrafı duvarla çevrili genişçe sayılabilecek bahçe içerisinde ki ahır ve samanlık da evlerinin yan tarafındaydı. Yazın rüzgârın kaldırdığı ince toz, kışın ince ince yağan kar, pencere camlarının aralarında kalan aralıklardan içeriye dolardı. Erik ve ceviz ağaçlarının ilkyazda çiçeğe durduğu günlerde evin içerisine yayılan aroma ayrı bir huzur verirdi. Receplerin kapı komşusu Mehmet amcanın kızı Zeynep’in içi sıklıkla dolar dolar boşalırdı. Sabretmeyi öğrenmişti. Sinirleri kopacak gibi gergin, asabı bozuk, gözleri ağlamaktan patlayacak gibi olurdu zaman zaman. Evli ve çocukları olan Recep’ten bir türlü vazgeçmemişti. Vazgeçecek gibi de görünmüyordu. Bu durumun ne zamana kadar süreceği ise belli değildi. Mantığı ile değil yüreği ile düşünüyor, evlenmesi için yapılan telkinleri ve gelen taliplileri geri çeviriyor, umursamıyordu. İçinde dinmek bilmeyen fırtına, zaman geçtikçe şiddetini artırarak sürüyordu. Şiddetli bir rüzgârın önünde delice bir savruluş onu önüne katmış alıp götürüyordu. Bazı akşamlar güneş ufuktan kaybolup bilinmez dağların ardına çekildiğinde o bahçeye çıkar, ortalıktan el ayak çekilmesini, esmerleşmekte olan ufku seyrederdi. Zeynep kendini derin bir seyirden alamaz, öylesine bakardı. Bakardı, çünkü baktığı yerleri görmezdi. Karmakarışık düşünceler zihninde gençliğine en azaplı günleri yaşatırdı.
Toprağında hoyratça koparılan bir çiçek kadar solgun, hayata ve geleceğe bir o kadar da küskündü. Yüreğinin tek merhemi, gıdası, suyu, toprağı Recebin varlığıydı. Sırrını kimseye açmaz, kimseyle dertleşmezdi. Neşesini, acısını, duygularını, tutkularını paylaşacak bir kimse yoktu. Olsaydı da fark etmezdi. Ruhunda esen fırtınaları anlatması, evli birine olan tutkusunu dile getirmesi olanaklı değildi. Kabul da görmeyecek bir yaklaşım olurdu. Bu ise Recep ve ailesine acı çektirmekten başka bir işe de yaramazdı.

Tek katlı evlerinin önünde, bahçe kapısına doğru uzanan toprak yolda durur, yüreğinin kopuşuna tanıklık ederek, uzakta kayaya sırtını yaslamış evin zümrüt yeşili renklerini seyreder, dağların ardından sihirli kokular getiren havayı doyasıya içine çekerdi. Yüreğindeki tutku biraz daha katmerlenir, gözleri bitmek tükenmek bilmeyen bir ızdırapla nemlenirdi.

11 Aralık 2013 Çarşamba

İHTİYAR



Yazdan kalan o boğucu, kirli, kül rengi görüntüler hazanla birlikte renk değiştirmeye başlamıştı. Araba homurtuları, korna sesleri, bağırış çağırışlar, çocuk sesleri yerini yavaş yavaş sessizliğe bırakmakta idi. Güneş etkisini gittikçe kaybediyor, mağaza ve bakkalların önleri, park ve caddeler giderek tenhalaşıyordu.
Az ilerde sırtı iyice kamburlaşmış, dizlerini bükmeden, bastonu ile kaldırıma yavaş yavaş vurarak parka doğru gelen bir ihtiyar dikkatimi çekti. Başında kenarları yıpranmış bir kasket vardı. Sırtında rengi solmaya yüz tutmuş bir ceket, gömleğindeki düğmelerin bir kısmı açık, ayağında boyası ve rengi solmuş bir ayakkabı ve ütüsüz pantolonu ile yan tarafımda boş olan banka adeta kendini bırakırcasına oturdu. Ceketinin yan cebinden mendilini çıkardı. Yüzündeki teri sildi. Bastonunu yana bıraktı. Kasketini hafifçe düzeltti. Yüzü yılların yorgunluğu ile kırışmış, derisi sertleşmişti. Çehresi güneşten yanmış, kavrulmuştu. Düşündüm kendi kendime. Belli ki gün boyu güneş ve ayaz ile mücadele ediyordu.
Yerimden kalkıp yanına gittim. Kadim şehrin en yakın tanığı idi o. Selam verip yanına oturdum. Başını telaşsız kaldırıp yüzüme baktı. Gözleri fersizleşmişti. Dikkatli bakıldığında o gözlerde çok şey görmek mümkündü. Avurtları çökmüş, sakalları iyice kırlaşmıştı. Zayıf uzun boylu idi. Belli ki yoksuldu lakin onurlu bakışları vardı. Feleğin sillesini yediği belli oluyordu ama isyankâr değildi.  İç dünyasında bir fırtınanın koptuğu belli iken o bunu ne hisleri ne de duyguları ile belli etmemeye çalışıyordu.
İhtiyarı sessizce izlemiş, tüm duygularım felce uğramıştı. Her şey susmuştu. Ne araba homurtuları, ne korna sesleri, ne de azalmakta olan çocuk seslerini duyuyordum. Yalnızca uzaklarda bir yerde çığırtkan bir kuşun tiz sesi çınlıyordu. Ya da bana öyle gelmişti.

Başkalarının acılarına diğerleri ne kadar yabancı idi aslında. Korkağız diye düşündüm. Çünkü günü kurtarmanın peşindeyiz. Başkalarını anlamaktan korkuyoruz. Korkaklık bizleri kör etti. Etrafımızda olan bitenleri görmüyoruz. Ya da görmek istemiyoruz. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın telaşındayız. Oysaki o yılan bir gün sana da dokunacaktır. Farkında değiliz ya da umursamıyoruz bazı şeyleri. Duygularımızın, hislerimizin üzerinde bu denli değişimin olması ürkütücü. Korkakça, hastalıklı duygular algı yanılsaması ile bizleri sarmalamış durumda. Çünkü yardım etme duygumuz körelmiş. Çünkü benciliz.

5 Aralık 2013 Perşembe

SOĞUK BİR KASIM SABAHINDA-13


Hafta sonları arada bir dışarı çıkar Binali'nin kahvesine giderdik.
Ortaokul öğretmenleri ve ilkokul öğretmeni İsmet Karadağ sıklıkla Binali'nin kahvesine gelirdi.
Okey taşları, tavla zarları, pişpirik kâğıtları; kahvenin içi insanla zaman arasındaki sarmalda,  insanın kendisini işsizliğe, düşsüzlüğe, boşluğa bırakmasının sesleriyle dolardı.
Okey oynardık.
Sohbet ederdik.
Hamza Şimşek ve Yasin Turgut anılarını anlatırdı. Hamza dayı gurbette çalışmıştı. Lakin emekli değildi. Emekli olmasına yetecek çalışması yoktu.
"Çok çalıştık hocam" derdi.
"Çok çalıştık ama işveren sigorta yaptırmamış."
"O zamanlar biz de cahildik. Bilemedik. Hakkımızı arayamadık derdi."
Bu duruma üzüldüğü her halinden belliydi.
"Şimdi olsa hiç hakkımı aramaz mıyım " diye hayıflanırdı.
"Yoksulluk ve işsizlik böyle bir şey işte. İnsan kimi zaman işini kaybetmemek için sesini çıkarmıyor/ çıkaramıyor. Hakkını aradın mı kendini kapının önünde bulursun" diye de ekliyordu.
Yasin amca ise "Humeyni" diye çağrılırdı.
"Neden sana Humeyni diyorlar Yasin amca?" dediğimizde gülerdi.
"Eee Humeyni olmak her adama nasip olmaz" derdi.
Ne demek istediğini anlıyorduk aslında. O yıllarda 1979'da İran'da İran İslam Cumhuriyeti kurulmuş, Şah Rıza Pehlevi iktidardan uzaklaştırılmıştı.
İran Devriminin lideri Humeyni'ydi. O nedenle Yasin amcaya "Humeyni" dediklerini anlamıştık.
Humeyni sözünden hiç alınmaz gülerdi. Hamza dayı ile şakalaşırlardı. Her ikisiyle de sohbet etmek hoşumuza giderdi. Her nedense her ikisini de benimsemiş, verdikleri öğütlerin doğruluğu nedeniyle de  saygı duymaya başlamıştık. İkisi de yaşlıydı.
Hamza dayının tek gözü görmüyordu. Lakin yufka yürekli ve yardımseverdi. Fakirdi ama gönlü boldu.
Calaya ve insanına alışmaya, onları az da olsa tanımaya başlamıştık.

Hamza dayı "oğul" derdi, "hocalar" derdi :
"İnsanlar çok karmaşık sistemler yapabilir. Yaptığını da kullanır. Lakin tek bir parçanın çalışmaması sistemin durmasına neden olur."
Can kulağıyla dinlerdik söylediklerini. Tek kelimesini kaçırmak istemezdik kahvenin sigara dumanına boğulmuş havasında, o kalabalığında.
"Doğa da ise birbirine bağlantılanmış parçalar yok. Etkileşim söz konusu, döngüler söz konusu. Önemli olan o etkileşim ve döngüye uyum sağlamaktır. Bu insanlar içinde geçerlidir. Bulunulan ortama uyum yaşamın olmazsa olmazlarındandır."
O konuşurken okey taşları da hareketsizleşirdi. Kimse oynamak istemezdi o an. Kıtlama çaylar içilirdi sohbet sırasında. Biz kıtlama içmeye henüz alışamamıştık. Bardağa şeker atıp karıştırmamıza gülerlerdi.
"Bütünü parçalara ayırmak kaçınılmaz olarak çuvallamak demektir. Ya sen o bütüne uyum sağlayacaksın, ya da o bütün sana uyum sağlayacak. Bunun başka yolu yok."
"Bütüne uyum sağlamalıydık o halde. Madem yörenin şartları ağırdı. O ağırlığı köyde ve yörede yaşayanlar umursamıyordu, o halde bizde umursamamalı mücadele etmeliydik."
Hamza dayının söylediklerinden anladığım buydu.
"Hamza dayı" dedim.
"Kararlılık, direnç."
"Mevcut duruma uyum sağlamak ve sorunlarla başa çıkmak için süreci iyi yönetmek. Hayatın devamı için kilit noktadır" bu durumda.
"Evet" derdi gülerek.
O halde yöre insanının yaşam koşullarını benimsemek, güç koşullarda yaşamak için onların yüz yıllardır imbikten süzüp getirdiği deneyimlerine kulak vermek gerekir.
Yıkılmamak için kazanmak lazım.
Başarısızlık için değil başarı için mücadele etmek, belirsizliği ortadan kaldırmak, ulaşmak istenen hedefe yaklaşmamızı sağlar.
Söylemek, anlamak, konuşmak, bilmek sorunun çözümü için önemlidir. Bazen de sorunların ağırlığında o bilinenler etkisizleşir.
Bu bağlamda,
Bir kış akşamı, Akbaba dağından vınlayarak gelen soğuk ve sert rüzgârın uğultusu etrafı sarsıyordu.
Anadolu'nun kuzey doğusunda, Ermenistan sınırında Calada, gaz lambası ışığında, etrafın pek seçilemediği odanın orta yerinde yanan sobanın başına sokulmuş, ısınmaya çalışıyorduk.

Dışarıda kar fırtınası başladı başlayacak.
Odanın içinde yanan sobanın ateşi içimizi ısıtmıştı. Ama dışarıda hava en az eksi otuz dereceydi. Dışarıya çıkmanın olanağı yoktu.
Avuçlarımızın içinde bir dolup bir boşalan, yanan sobanın üzerinde demlediğimiz çayımızı yudumluyor, bir yandan da içinde bulunduğumuz durumla dalga geçiyorduk.
Sıkıntılıydık aslında. Etkili kar yağışı yolları kaparsa diye. Kapanan yolların açılması belki günler alabilirdi.
"Yollar açılmazsa ne yapacağız dedim Meriç'e.
Gülümsedi.
"Yapacak bir şey yok"
"Nasıl yok. Yollar kapanırsa ekmek gelmez."
"Gelmezse gelmesin" dedi Meriç.
Aradan çok geçmeden beklenen kar fırtınası uğultuyla kapıları zorlamaya başlamıştı.
Odanın tek penceresi damın üstündeydi bereket.
"Günlerdir böyle fırtına olmadı" dedim Meriç'e endişeyle.
Yollar kapanırda kapana kısılırsak ekmeksiz ne yapacaktık?
Bunu düşünmemiştik daha önce. Düşünmeye de zaman olmamıştı. Kış şartlarında yöreye gelmiştik. Yabancıydık. Yörenin şartlarını bilmiyorduk. Gördüğümüz Anadolu'nun batısıydı o güne kadar. Doğusunun şartlarını bize ne soran ne de anlatan olmuştu.
Başlangıçta ısınma sorununu halletmeye uğraşmıştık. Henüz o günlerde kar yağmadığı için yollar kapanınca gelmeyecek olan ekmeği nasıl temin edeceğimizi aklımıza bile getirmemiştik.

Getirmemiştik ama şartlar acımasızdı.

3 Aralık 2013 Salı

SOĞUK BİR KASIM SABAHINDA-12


Ener hoca her daim derdi:
"Kör topal ne olursa olsun naklimi buradan aldırmama yardımı olacak biriyle evleneceğim."
Yaklaşımının yanlış olduğunu her konuşmasında karşı görüş olarak söylerdik.
"Burası da bizim memleketimiz arkadaş. Kolayı herkes sever. Kolaya herkes kaçar. Lakin önemli olan zoru başarmaktır. Yörenin çocuklarının öğretmene ihtiyacı var."
Söylediklerimizi ya anlamıyordu ya da işine gelmiyordu. Veya anlamak istemiyordu.
"Gideceğim" sözünden başka söz bilmiyordu.
Bu durumda Ener hocayla fazla ilgilenme gereğini duymadık.
Sonrasında bir gün tayini çıktı Hatay'a gitti. Hatay'da bir köy okuluna gitmişti.
Selahattin Günay yalnız kaldı bu durumda.
O sırada yeni bir öğretmen gelmiş göreve başlamıştı.
Yaşar Kaya.
Çektiğimiz sıkıntıları çekmedi.
Selahattin Günay'ın yanına yerleşti.
Bu duruma sevinmiştik. Hiç olmazsa gelen arkadaş sorunlarla boğuşmamıştı.
Bizim evin yanında ilkokul öğretmenlerinin de evi vardı. İlkokul öğretmeni arkadaşlar da iyi insanlardı. Onlarla Calada kaldığımız sürede sorun yaşamadık.
Kaldığımız ev köyün eski yapılarından biriydi. Bakımsızdı. Uzun süre kullanılmamıştı. Bir süre hayvanların konduğu evin tabanından belliydi. Hayvan dışkıları alınırken evin tabanı çukurlaşmıştı. Duvarları da pek sağlam değildi. Yağmurlu havalarda evin her tarafı damlardı. Damlayan yerlere leğen koyar suyun etrafa dağılmasını önlerdik.
Beş gün boyunca evin duvarlarını döven fırtına ve soğuğun geçmesini beklemiş, altıncı günde gerekli koşulları sağlamış, kutup koşulları olmasa da; Allahuekber dağlarının 1914'de dondurucu soğuğunda aldığı canların koşullarını yaşamıştık. Isının soğuğa galip geldiği koşullardaydık artık.
Şenlik Cengiz'e ne kadar minnettar olduğumuzu söylemeye gerek yok. Onun çabası soğuk ve ayazın ısıya dönüşmesini sağlamıştı.
İzleyen günlerde uygar dünyayla tek bağlantımız köyde bulunan ptt şubesindeki tek telefondu. Tüm köyün kullandığı tek telefon da oydu. Yakınlarımızdan haberdar olmak için sıklıkla ptt şubesine giderdik.

PTT memuru Alibey bey hoca yine mi telefon edeceksiniz diye takılırdı. Bazen telefon hatlarında meydana gelen arıza nedeniyle telefon bağlantısı kullanılamazdı. Tek yapacağımız şey mektup yazmaktı. O da haftalar alırdı gitmesi. Cevabın gelmesi ise bazen aylar sonra olurdu.

27 Kasım 2013 Çarşamba

SOĞUK BİR KASIM SABAHINDA-11

                                                     Çıldır Gölü donmuş vaziyette.

"Ne yapacağız" dedi Meriç.
"Bir şekilde tutuşturacağız. Başka çaresi yok."
"Nasıl? Tutuşturacak bir şey yok ki" diye söylendi. Bir taraftan da gözlüklerinin camlarını siliyordu.
"Var dedim. Çare tükenmez."
Meriç merakla gözlerini bana dikmişti. Bir kaç tane defter almıştık. Henüz paketinden çıkarmadığımız defterlere doğru yöneldim.
"Hayır" diye atıldı Meriç. "Defterleri yakmayı düşünmüyorsun değil mi?".
"Yahu korkma. Tamamını değil sadece orta yerinden bir kaç sayfa çıkarıp sobayı tutuşturmak için kullanacağım."
Defterlerden birinin orta kısmından bir kaç sayfa çıkarıp tutuşturdum. Tezekler kuru olduğu için fazla uğraştırmadan yanmaya başladı.
Ehh artık sıcak bir odadaydık.
Meriç bana bakıp gülümsüyordu.
"İyi ki defter almışız" dedi.
"Evet" dedim. "Yoksa tezekleri kibritle tutuşturmak çok zor olurdu."
Pozitif enerjiyle hareket etmek zorundaydık.
Dünyanın dört bir tarafında dağlara tırmanan dağcıları düşündüm. Yüksek irtifa tırmanışında bulunan dağcıların çadır kurmak için çektikleri sıkıntıları da. Küçük çadırlar içinde hareket olanağı yeterli olmayan dağcıların yemeklerini ısıtmak için küçük gaz ocaklarını zor da olsa yakmalarını.
Onlar başarmıştı. Biz neden başarmayalım ki?
Zor olan iklim koşulları değildir. Zor olan iklim koşullarına uyum sağlayamamaktır.
Deneyimsiz ve acemiliğimiz sonucuydu çektiğimiz sıkıntılar. Tezek temin edilmesi dışında kimseden yardım istemedik.
Sonradan öğrendiğimiz kadarıyla okul müdürü Karahallılı Selahattin Günay'da Adanalı olduğunu anımsadığım Ener adlı bir öğretmenle birlikte kalıyordu.
Ener Caladan gitmenin yollarını arıyordu. Fazla konuşmayan ve diğer öğretmenlerle diyalogdan kaçınan bir tavrı vardı.
Öğle yemeklerine biz eve giderdik. O okulda kalır barbunya konservesi yerdi.
"Yahu" derdik "barbunya Konservesi yiye yiye için dışın barbunya oldu."
Aldırmazdı. Tayini çıkana kadar da öğle yemekleri her daim barbunya oldu.
Sıkıntıları gidermeye çalıştığımız hafta boyunca ne Selahattin Günay ne de Ener hoca "derdiniz var mı? İhtiyaçlarınız var mı? Yardım edebileceğimiz bir konu var mı?" diye sormadılar.
Biz de söyleme gereğini hissetmedik.

Ayrıca yaşça bizden daha büyük Esat hoca'ya ise hiç bir zaman sorunlarımız aktarmadık. Hoş o da kendi sorunlarıyla boğuşmaktaydı. Kars'ın yerlisiydi. Üç çocuğu vardı. Üçü de henüz küçüktü. Ne diyebilirdik ki Esat hocaya.

26 Kasım 2013 Salı

SOĞUK BİR KASIM SABAHINDA-10

                                                  Erzurum karayolunda bir tünel

Çıldır Gölü'nün güney tarafında, gölün hemen kıyısında kurulmuş olan Doğruyol (Cala) köyünün Kars'a yakın olduğu söylenemez. Özellikle kış aylarında hava kararmaya başladığında ortalığı kasıp kavuran soğuk dikkate alındığında minibüs şoförünün haklılığı ortaya çıkıyor.
 Kars,  Arpaçay, Çıldır yolunun Arpaçay'a kadar olan kısmı o yıllarda asfalttı. Arpaçay Cala arası ise stabilize yoldu. Minibüs yer yer bozulmuş /donmuş/ toprakla kaplı yolda yolcuları sarsarak yol alıyordu. Ne hikmetse Çıldır minibüslerinin neredeyse tamamında kaloriferler yanmıyordu. Bir şekilde bozuk olan kaloriferleri bir türlü yaptırmamışlardı. Oysa ki kış yolculuklarında önemli bir durumdu bu.
Eğer minibüsün tekeri patlar da değiştirilmesi gerekirse ve yolcular arasında küçük çocuklar da varsa işte o zaman "yandı gülüm ketan helva".
Yola çıkışımızdan bir iki saat sonra minibüs, Cala'ya vardı. Minibüs şoförü mekanik hareketlerle, minibüsün üzerinde bulunan paketlenmiş eşyaları, kutuları, soba ve soba borularını son derece kontrollü bir şekilde indirdi. Eşyasını alan yolcular evlerine yollandı.
Aldıklarımızı eve taşımamız güçtü. Çünkü ev ile indiğimiz yer arasında epey bir mesafe vardı. Minibüs her zaman olduğu gibi Binali'nin kahvesinin yanında yolcularını indirmişti.
"Kahveye bakalım" dedi Meriç "eşyaları taşımaya yardım edecek biri var mı."
"Bakalım" dedim.
Kahveye doğru yöneldik. Fazla uzak değildi zaten. Minibüsün sesini duyan Binali kahveden çıkmıştı. Bizi görünce gülümsedi.
"Hocalar gelin bir çay için içiniz ısınsın. Eşyaları taşımanıza yardımcı olacak bulurum ben."
Binali'ye minnetle baktık. Yaşı küçüktü lakin insanlığı büyüktü.
"Tamam o zaman" dedik.
Sıcak birer çay iyi geldi. Burada kış mevsiminde köylüler sıklıkla çay içerlerdi. Soğuğa karşı alınan bir önlemdi ya da alışkanlıktı.
Binali fazla zaman geçirmeden kahvede tanıdığı iki genci yanımız sıra yolladı. Sağolsun gençler eşyaları taşımamıza yardım ettiler. Cala insanının yardımseverliği ve sıcakkanlığı her daim takdire şayandır. Ellerinden gelen yardımı çekinmeden yaparlar.
Sobayı büyük bir dikkatle kurduk. Sobanın altına aldığımız geniş üzeri sacla kaplı ayaklığın düz durması için altına destekleyici yassı taş koyduk. Borular devrilmesin diye sıkıca telle bağladık. Artık yanmaya hazırdı. Nihayet sıcak bir ortamda uyuyabilecektik.
Tezekleri küçük parçalara bölerek sobaya doldurduk. Küçükken annemden görmüştüm. Tezekleri keserle küçük parçalara ayırırdı. Sobayı tutuşturmak için ise evde tenekelerle stoklanan gaz yağı kullanırdı.
Elektrik olmayan köylerde kışın yolların karla kapanması nedeniyle gaz yağı tenekelerle alınıp yaza kadar idare edecek şekilde stoklanırdı.

Biz sobayı tutuşturmak için gaz yağı almamıştık.

1 Kasım 2013 Cuma

SOĞUK BİR KASIM SABAHINDA-9

                                                          Doğruyol Köyü (Cala)

Sabah insan kalkmak istemiyor. Hani sıcak bir ortama uyanmak var. Bir de soğuğa uyanmak. Evin üst kısmında ki dar pencereden içeriye ışık sızıyor, ranzanın bir kenarına düşüyor ve sanki oracıkta sıkışıp kalıyor, bir adım öteye geçemiyor.
Karanlığın sakladıkları daima merak uyandırmıştır bende. O nedenle nefesimi tutmuş beklerken pencereden sızan ışığın aydınlattığı her yere ilk defa görüyormuşçasına dikkatle bakıyordum. Meriç'de uyanmıştı.
"Kalkalım" dedi. "Nasılsa okula gideceğiz arkadaş."
"Ben gaz ocağını yakayım. Sıcak bir çayla bir şeyler atıştırıp çıkalım o zaman."
"Yahu bu ayazda insan elini yüzünü yıkarken donar valla"
"Sen de yıkama o zaman" dedim gülerek.
"Gaz ocağında ısıtırım" dedi.
"Valla başka çaresi de yok."
 Peynir- ekmekle kahvaltıyı yaptık.
Hava yine ayaz.
"Uğurlu sobaları yakmıştır" diye takıldım Meriç'e. "Bence sen sobanın başında hiç ayrılma."
"Neden ki?" diye güldü.
"Paltoyla yatan adam akşama kadar ısıyı depolamalı"
"Haklısın" diyerek güldü.
Kendimizle "dalga" geçmenin sırası değildi ama bazen de gerekiyordu var olan ortamın sıkıcılığı nedeniyle.
Mesleğe yeni başlamanın heyecanını, sevincini, özgüvenini; yanı sıra azıcık da ürkeklik gibi duygularını bir arada yaşıyor insan.
Ürkekliği atmanın başka da yolu yoktu. İnsan var olanla mücadele etmesini bilmeliydi diye düşünüyorduk. Bizden öncekiler de bizden sonrakiler de nasılsa benzer sıkıntıları yaşamışlardı belki de yaşayacaklardı.
Okulda öğrendiklerimiz ve öğretilenler hayata ve yaşama dair değildi. Eğitim hayatımızda ülkemiz gerçeklerini öğretmemişlerdi bize. Buna gerek görmemişlerdi demek ki. Nasılsa gittikleri yerde gerçeği görüp yaşarlar diye düşünmüşlerdir.
Düşündüğümüz gibi sobalar yanmıştı. Bir önceki gün de olduğu gibi öğrenciler sobaların etrafına kümelenmişlerdi sınıflarda. Civar köylerden gelen çocukların yüzleri ayazdan morarmıştı. Cala'da okula gelenlerse nispeten rahatlardı. Diğerleri sabahın erken saatinde okula yetişmek için kilometrelerce yol katetmişlerdi.
Bizi gören öğrenciler saygıyla yer açtılar.
"Günaydın çocuklar" diye ikimiz birden hal hatırlarını sorduk.

Sevinçle hep bir ağızdan" günaydın hocam" diye karşılık verdiler.
"Demedik mi biz size artık sabahları buradayız."
"Hocam" dedi birisi "derse erken başlamanın zararı olmaz."
Bir diğeri " hocam siz gelince hemen derse başlayalım" diyerek hınzırca dalgasını geçti.
Hepsini de gülerek dinledik. Çocuklar haklıydı. Sabahın erken saatinde ne işimiz vardı sınıflarda. Oysa diğer öğretmenlerin gelmesine daha zaman vardı.
"Ee dedik çocuklar okumanın kolay olmadığını anlamalısınız. İşinize gelirse böyle. Erken başlamakta fayda var."
Sıcak bir diyalog ortamında hem ısınıyor hem de çocuklarla birbirimizi tanıyorduk.
Boynum ve omzum sızlıyordu. Gece dışarıda esen rüzgâr hızını artırmış uluyup durmuştu. Rüzgârın uğultusundan ürpermiş, yatağımın içine sokulmuştum. Odanın içi gittikçe soğumuştu.  Doğanın zorluklarıyla boğuşuyorduk. Gergindik.
Şenlik Cengiz gülerek geldi.
"Hocalar" dedi "size tezek satan yok diyecektim ama erkenden okula gelmenize gönlüm razı olmadı."
"Satan var mı?" diye ikimiz iki yandan atıldık heyecanla.
"Evet anneme söylemiştim o komşulara sormuş. Satan biri var ondan alırız."
Sevindirici bir haberdi bu bizim için.
Tezeği hemen o gün eve taşıdık. Öğrenciler yardım ettiler. Sıra soba almaya gelmişti. Hafta sonunu beklemekten başka çaremiz yoktu. Yeni başladınız göreve diye müdür izin vermemişti hafta içinde. Biz de sesimizi çıkarmadık. İzin almanın kurallarını daha sonra öğrenecektik. Öğrenince de mazeret izni neden vermediğine bir anlam veremedik müdürün. Üstelemedik. Bir daha da izin konusunu konuşmadık. Hafta sonlarını bekledik hep. İhtiyacımız olanları karşılamaya Kars'a gitmek için.
Başka bir boyuta geçmiştik sanki. Daha önce böyle bir sıkıntıyla karşılaşmamıştık. Hafta sonuna üç gün vardı daha. Kullanmadığı fazla sobası olan var mıydı bilinmez. Çünkü ne sorduk ne de sormayı akıl ettik. Kimse de bize bu konuda bir şey demedi.
Üç günlüğüne alıp kullanabilirdik. Böylesi anlarda insanın alternatif araması gerekir. Lakin biz o zaman neden düşünemedik bilmiyorum. Belki de olmaz, bulunmaz düşüncesi vardı, belki de kimseye yük olmama düşüncesi.
Yöre insanı soğuğa ve ayaza bizim kadar duyarlı değil. Sert iklim koşullarında yetişmişler. Hepsi de saygılı ve güler yüzlü.

 Okul çıkışı Binali Karadağ'ın kahvesine gidip hem sıcak bir ortamda çay içmek hem de Yasin Turgut ve Hamza Şimşek gibi yaşlı insanlarla sohbet etmek alışkanlık olmuştu bizde. Çıldır'lı Aliyar'în gümüş renkli minibüsünden indiğimizde de girdiğimiz ilk kahveydi Binali'nin kahvesi.
Binali 20'li yaşlarda, ancak çok daha yaşlı bir adamın sezgilerine sahipti. Bunu da babasının ölümünden sonra evin tüm yükünün omuzlarına binmesine bağlıyor.
"Bu topraklar yaşam ve ölüm hakkında her gün kafa yormanıza neden oluyor" diyor.
"Yaşam zorlu".
"Ölüm ise çok kolay".
"Zorlu yaşam koşullarına uyum sağlayamayan canlılar için burada yaşam çok zor " diye de ekliyor.
Binali'nin sözleri insan yaşamı kadar yaban hayatının da zor olduğunu düşündürüyor bize. "Bu gerçek insanı hızla olgunlaşmaya itiyor" sözlerini kahvede bulunanlar onaylıyor.
Geç vakit eve gittik. Okul çıkışı kahveye gelmiştik. Eve geldiğimizde acıktığımızı hissettik.
"Ne yapalım" dedim Meriç'e.
"Mercimek çorbası yapalım" dedi gülerek.
"İyi ya o zaman mercimeği yıkayalım. Sen gaz ocağını yak arkadaş. Ben de mercimeği yıkayayım."
 "Tamam yakayım".
Gaz ocağını yakıp ellerini ısıtmaya başladı. Ben de ıslak ellerimi uzattım gazocağının yanan ateşine.
Etrafı daha rahat görmek için gaz lambasını yüksekçe bir yere asmıştık. Yoksa odanın içi tam aydınlanmıyordu. Ranzalarımızın üzerine uzanıp derin düşüncelere daldık. Bir süre konuşmadık. İçinde bulunduğumuz gerçeğe alışmalıydık. Sobayı da aldık mı rahatlardık. Hem Kars'a gidince ihtiyaç duyduğumuz diğer eksik malzemeleri de almalıydık. Bunun şakası yoktu. Her an ihtiyaç duyulan malzemeleri köy yerinde bulmak mümkün değildi.
Sıcak yemek kokusu odanın içerisine yayıldı. Sofrayı hazırladık. Çorbayı büyük bir iştahla yedik. İnsan acıkmaya görsün diye düşündüm. İçimiz ısınmış, üşümemiz azalmıştı.
Zorlu geçen  birkaç günün sonrasında hafta sonu gelmişti. İzin almaya gerek kalmadan sabah erkenden kalkıp Meriç'le birlikte Kars'a giden minibüse bindik. O yıllarda minibüs şoförü Namaz Güneş'miydi yoksa bir başkası mı pek ayırdında değilim.
Minibüs şoförü saat iki gibi geri döneceklerini söyleyip işimizi o saate kadar bitirmemizi söyledi. Tamam deyip sobacıların yerini sorduk. Kars garajına pek de uzak olmayan bir yerde soba ve gerekli parçalarını aldık. Şoför sobayı minibüsün üzerine yerleştirdi. Biz ise hem açlığımızı gidermek hem de diğer ihtiyaçlarımızı temin etmek için ayrıldık.
Kars lokantalarının orta yerinde kömür sobası yakıyorlar. Sobaya yakın boş bir masaya oturup yemeğimizi yedik.
Bazı ufak tefek ihtiyaçları da temin ettikten sonra söylenen saatten önce minibüsün yanına gittik. Minibüs saat iki gibi yola çıktı.
"Neden saat iki de yola çıkıyorsunuz daha erken değil mi?" sorumuza minibüs şoförü;
"Alışkanlık. Biraz daha geç çıkılabilir. Lakin kış günü yolumuz uzak. Hava kararmadan köye gitmekte yarar var".