26 Şubat 2013 Salı

SEGREGASYON



Daver Darende “sirenler Çalıyor” adlı kitabında şöyle diyor. “Çağlar boyunca insanlar savaş yerine barışın, sevginin yerleşmesini beklediler. Oysa bu özlem günümüzde de gerçekleşmedi. Varsa yoksa hep savaş. Oldum olası savaşa hep karşı oldum, savaş filmlerini izlemekten, silah görmekten hep tiksinti duydum. Çocukluğumda askercilik oyununu oynamayı bile beceremedim. İkinci Dünya Savaşı’nın korkutucu günlerini yaşadıktan sonra savaşa karşı nefretim daha da arttı. Savaşların kazananı ve kaybedeni olmuyor. Suçsuz insanlar ölüme gönderilerek gerçek bir dram yaşanıyor. Çocuklarımızın beyinlerine, yüreklerine “savaş” sözcüğü yerine“barış” sözcüğünün yerleşmesini diliyorum"
Daver Darende I.Dünya Savaşı boyunca Irak’tan Galiçya’ya, oradan Sina Cephesine yıllarca savaşmış bir babanın oğludur. O,babasının şu sözlerini dinleyerek büyümüştür.
“Irak çöllerindeki savaştan sonra Galiçya’da, bize ait olmayan topraklarda savaşacağım aklımın ucundan bile geçmemişti. Emir emirdi. Birliğime ertesi gün katıldım. Silah arkadaşlarımın çoğu Galiçya’nın nerede olduğunu bilmiyorlardı. Anadolu neredeydi, Galiçya nerede?”
Almanya’nın emperyalist çıkarları ardında sürüklenen Osmanlının düştüğü durumun ders verici bir özeti!
20.yüzyılın ilk çeyreğine kadar savaşlarla iç içe yaşamış bir toplumun evlatlarının savaş’a bakış açısını ve barış özlemini dile getiren bir yaklaşımdır sayın yazarın yaklaşımı.
Osmanlının son zamanlarında, ordusunun komuta kademesinin bir kısmını teslim ettiği ve güvendiği Almanya’nın Osmanlıyı getirdiği nokta
Sarıkamış örneğinde olduğu gibi tarih sayfalarında yerini almıştır.
Neki, günümüz Almanyasına baktığımızda Mölln kentinde 1992’de,Solingen’de 1993’te Türk vatandaşlarına karşı girişilen ırkçı kundaklama eylemleri tepkiyle karşılanmıştı. Henüz bu olaylara  analiz yapmaya fırsat bulamamışken bu sefer Ludwigshafen’de 3 Şubat 2008’de çıkan yangında dokuz Türk hayatını kaybetti. Bunun bir kundaklama olduğu konusunda söylemler devam ederken Alman içişleri bakanlığı tersini söyleyip önemli kanıtlara ulaştıklarını belirttiler. Tarihte Yahudi soykırımı gibi bir durumla karşı karşıya kalmaları, Almanların bu olaylarda ırkçılık yaklaşımının göz ardı edilmesi çabası içine girmelerine neden oldu aslında.
Almanya’da Şubat 2008 başından bu yana yakılan Türk evlerinin sayısı 20’yi geçerken, Alman başbakan Angela Merkel konuyu hala basit zabıta vakaları olarak görmekte ve yaklaşmaktadır.
Başbakan Erdoğan’ın Köln’de Türklere yaptığı konuşmada “asimilasyon insanlık suçudur” şeklindeki açıklaması Alman siyasetinde ve toplumunda gerginlik yarattı, bu cümleden pek de hoşlanmadılar. Oysa bir İngiliz turiste tacizde bulunduğu iddiası ile yargılanan Alman genci Marco’nun Antalya’da tutuklu kaldığı sürede Alman medyası konuya uygarlık çatışması söylemi ile yaklaşmıştı. Ve Türkiye’de insan hakları ihlâllerinin devam ettiğini iddia etmişti. Almanya’da Türklere yapılanlar ise Alman başbakanına göre birer zabıta vakaları idi(!).Kendini haklı başkasını haksız çıkarmak bu olsa gerek(!).
Neki,” hümanizma, insanı insana karşı getiren düşünceyi reddeder, insanı insanla yan yana, omuz omuza getirmenin çabasını verir. Avrupa bu mücadeleyi Ortaçağ’da verdi. Tarih, Bruno’nun yakılmasına, Campanella’nın hücreye atılmasına, Galilei’nin kendini yadsımaya zorlanmasına tanıklık etti…” etmesine de tarihi doğru okumak ve yorumlamak, sağduyu çerçevesinde soğukkanlılıkla olsa ve tarihten ders alınsa zaten bu olaylar olmayacak…
Oysaki 1960’lı yıllarda başlayıp 1970’li yıllarda üst noktaya tırmanan işçi akını ile Türkiye, Yunanistan, İtalya, Portekiz ve İspanya gibi ülkelerden binlerce insan Almanya’ya yerleşmişti. Almanya, iş ve daha iyi yaşam koşulları umudu ile başlayan göç olgusunu uzun yıllar sonra ancak 2001 yılında  kabul etti.
Bu zaman zarfında ise "alman makamları Türk işçilerinin pasaportlarına bir mühür bastı. Bu mühürde kullanılan ifade ise Türklerin belirlenen yerleşim birimleri dışında başka bir yerde yaşamlarına izin verilmemesi şeklindeydi. Burada amaçlanan Türklerle Almanların karşılıklı etkileşime girmeden yaşamalarını sağlamaktı."Bu konuda zaman zaman Türk sineması da yaptığı filmlerle gerçeği ortaya sermeye çabaladı. Almanya’da ki Türklerin yaşamlarını dile getirmeye çalıştı.
Ne var ki, gerçekte ise yakın zamana kadar Almanya’nın “entegrasyon ve asimilasyon” politikalarını değil, ”segregasyon”,yani  “dışlama politikalarının” uygulandığını göstermektedir. Bu yaklaşımı ile Almanya iş umudu ile ülkesine gelen göçmenlerin, onların ailelerinin ve çocuklarının eğitimi ve istihdamı ile de çok fazla ilgilenmedi.
20.yüzyılın geride bırakılıp 21.yüzyıla girildiğinde Almanya’nın çeşitli kentlerinde gök kubbenin altında yer sarsıldı, ayrıldı, kavuştu…
Gözyaşımız gözümüzde buz tuttu.
Alışık olmadığımız coğrafya şartları, yaşam tarzı, kültürü insanımızı “acı vatan Almanya” da korumasız hale getirdi. Hafızasızlık toplumların en büyük düşmanlarının başında gelir. Bir toplum geçmişi ile bugünü arasında yeterli bir bağ kuramadığında, tutarsızlıklara ve yapılanlara karşı tavır almaktan aciz hale düşer.
Almanya Avrupa’nın tam da orta yerinde yer alan bir ülkedir. İnsanlarının diğer AB ülkelerinin bakış açısını benimsemesi normal bir yaklaşımdır onlar için. Hâlihazırda Alman yetkililerinin Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği konusuna bakışları başta başbakanları Angela Merkel’in söylemlerine bakılırsa pek de olumlu değildir aslında…

25 Şubat 2013 Pazartesi

YORGUN YÜREKLER !



Yaşam mücadelesinde “bu da olmaz artık“ dedirten olayların yanı sıra; başkalarının duygu ve düşüncelerine, kendi yetersiz düşünceleri nedeniyle karşı çıkamayan, sonuçta algı yanılsaması yaşayan; diğerinin düşüncelerine yenik düşen; kişiliği gelişmemiş, yetersiz; yeri ve zamanı gelince de “sap” gibi ortada kalan; ne yapacağını bilemeyen; yaşamı başkaları tarafından dizayn edilmiş, şekil verilmiş insanlara da rastlamak şaşırtıcı değildir.
Bunlar ne yazık ki “beyinleri” yerine “bıngıldaklarıyla” düşünmeyi ilke edinmişlerdir diye düşündü Mehmet amca. Budakların Hasan tam da bu durumdaydı işte. Başka türlüsü olabilir miydi? Bir insan bir diğerinin hayatına nasıl kıyabilirdi yoksa? Vicdanlı olan, kendi beyniyle düşünen, insana saygısı olan her daim oturmasını, kalkmasını, konuşmasını bilmiştir. Belli ki Hasan günlerce belki de aylarca birileri tarafından doldurulmuş, bilenmişti. Perde gerisinde, duvar diblerinde duranlar işlerini başkalarına havale etmeyi meslek edinmişlerdir. Düşünmekten, insanlıktan aciz zavallıları kullanmışlardır.
Keşke o duvar diblerini mesken edinenler; çıkarı için başkasının alın terini kullanmaktan çekinmeyenler; başkasını kullananlar vicdanlı olsaydılar. Varlıklı olmalarına rağmen, kılıkları da zengin olsaydı, ceketlerinde, yeleklerinde, gömleklerinin kollarında yağ ve kir lekeleri olmasaydı. Keşke pantolonları yamalı olsaydı da lekeli olmasaydı. Keşke çıplak ayaklarında bir tek terlik olsaydı da vicdanlı olsalardı. Merhamet yerine, insanları horlayıcı bakışları olmasaydı. Keşke fakir olsalardı da korkunç ve tehlikeli olmasalardı. Çünkü vicdansızlığı yaptıran onların varlıklarıydı. Mehmet amca bu düşüncelerle dışarının serin ve sihirli akşamını bırakıp kendisini evinin bahçesine attı. Kıyıda köşede bulunan çiçeklere, ağaçlara baktı. Dipleri kurumuş olanlara su döktü. Üzüm asmasındaki yapraklara gülümseyerek baktı. Çam ağacının yeşilinden gözünü alamadı. Akşamın karanlığında ağaç dallarına tüneyen serçelere ilişti gözleri.
Yüreği yanıyordu. Karmaşık düşünceler içinde ayakta dengesini zor sağlıyordu. Olan bitenleri hatırlamak, onu acı verecek derecede heyecanlandırıyordu. Yaşanan şu acı dolu son günleri bir türlü aklından çıkaramıyordu. Okul müdürünü çok sevmese, saygı duymasa yaşanan acı olayı anlatmaz, tekrar yüreği yanmazdı.
Aylar önce bir sohbet sırasında söylediği şu sözler geldi aklına:
Gençlik taze filiz açmış bahar dalı gibidir. Pırıl pırıl, taze ve yıpranmamış renkleriyle göz kamaştırır. Yüreğin kuş gibi hafiftir. Pek bir şey düşünmek istemezsin, sonsuza dek öyle kalacak sanırsın. Ama bahar çabuk geçer, taze yaprakların, dalların suyu çabuk çekilir, çiçekler çabuk solar. Taze olan sararır, buruşur, geriye kuru bir dal bir yaprak kalır.”
Yaşananlar  sözünün ne derece doğru olduğunu bir kez daha öğretmişti ona. Kızı Zeynep’i hatırladı bir an. O genç fidanı kendi elleriyle bir azap çukurunun içine itmişti.
İnsanlar korkuyor diye düşündü. İnsanlar birbirinden korkuyor. İçgüdülerin verdiği bir korku. Korkan insan tedirgin olur. Ne yapacağı belli olmaz işte. Yoksa bunca acı ve hüzün veren olaylar neden olsundu ki? Yoğun duygular içinde olan Mehmet amca bir an bahçe kapısının açıldığını duyar gibi oldu. Sessizce o tarafa yöneldi. Bahçe kapısı kapalı duruyordu. Derin derin içini çekti. Gözleri ağırlaşmaya, ayakları bedeninin ağırlığını çekmemeye başlamıştı. Evin kapısına yöneldi. Kapı gıcırdayarak açıldı. Mehmet amca kendini sedirin üzerine külçe gibi bıraktı. Kızı Zeynep'i düşündü şimdilerde ne yapıyordu acaba?

23 Şubat 2013 Cumartesi

BU DA OLMAZ ARTIK DEDİRTEN HAYATLAR !



Yaşam mücadelesinde “bu da olmaz artık“ dedirten olayların yanı sıra; başkalarının duygu ve düşüncelerine, kendi yetersiz düşünceleri nedeniyle karşı çıkamayan, sonuçta algı yanılsaması yaşayan; diğerinin düşüncelerine yenik düşen; kişiliği gelişmemiş, yetersiz; yeri ve zamanı gelince de “sap” gibi ortada kalan; ne yapacağını bilemeyen; yaşamı başkaları tarafından dizayn edilmiş, şekil verilmiş insanlara da rastlamak şaşırtıcı değildir.
Bunlar ne yazık ki “beyinleri” yerine “bıngıldaklarıyla” düşünmeyi ilke edinmişlerdir. 

PEKİ HOCAM, DİNLE O ZAMAN !



Recep hastane polisiyle görüşüp kardeşinin cenazesini almak istediğini söyledi. Kardeşine otopsi yapılacağını ve savcının gelmesini beklediklerini söylediler. Savcının gelmesi ve otopsinin tamamlanmasından sonra Recep cenazeyi aldı. Tabut taksiye sığmadığı için üstü açık bir araçla  kasabaya götürmeye karar verdiler. Ana ve babası da Burhan’ı hastaneye getiren taksiyle döneceklerdi. İçinde bulundukları ruh durumu ve acı nedeniyle kasabaya nasıl gittikleri bile umurlarında değildi. Uzun sayılabilecek yol sanırsın  günlerce sürmüş gibiydi.
Acı haber tez ulaşır derler ya. Kasabaya gittiklerin de evlerinin önü kalabalıktı. Halk Burhan’ın vefat ettiğini duymuş cenazeyi beklemeye başlamıştı. Mezar yeri çoktan hazırlanmıştı. Ağlayanlar, üzgün bir şekilde bekleyenler; Mehmet amca, öğretmenler, Burhan’ın arkadaşları evin çevresinde bulundukları yerde suskundular. Altay’ın gözleri ağlamaktan kızarmıştı. Recep’in can dostu olan Altay, Burhan’ı çok sever sık sık takılırdı. İşte şimdi yoktu artık takılıp şakalaşacağı biri. Felek bu kadar kalleşti işte. Hayat acımasızdı. Kimi nerede, ne zaman, nasıl üzeceği hiç mi hiç belli olmuyordu. Canı çok acımıştı onunda Mehmet amcanın da. Hepsi de çok sevdikleri yiğit ve mert delikanlıyı bir aymazın kurşunlarına kurban vermişlerdi. Hem de kurban bayramının ilk gününde. Ömürleri boyunca belki de bir daha bu denli bir acıyı herhangi bir bayram gününde yaşamayacaklardı. Keşke diyorlardı, keşke şimdi de yaşamasaydık. Daha dün bayramlaşıp şakalaştıkları genç delikanlı bugün kara toprağın bağrına veriliyordu.
Cenaze namazından sonra Burhan dualarla, feryatlarla toprağa verildi. Gözyaşı sel olup aktı. Ananın feryatları yeri göğü inletiyordu. Babasının sanırsın dili tutulmuş lal olmuştu. Ağzından çektiği acı nedeniyle tek kelime çıkmıyordu. Recep’in ve nişanlısının ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüştü. Çekilen acının tarifi yoktu. Burhan Recep’in nişanlanmasına çok sevinmiş. Çünkü demişti “yakında yeğenlerimi seveceğim”. Ana elleriyle oğlunun mezarına toprak attı, dua etti…]
Dudakları yüksek dereceli bir hararetin vücudunu yalayıp geçişiyle kuruyan Mehmet amca kırık bir hissiyat, yorgun bir yürekle anlattığı bu durum sonrasında gözlerinde oluşan nemi göstermemek için uzaklara bakarak “işte böyle hocam. Dayanılmaz bir acı, dayanılmaz bir feryat. Elden gelen bir şey yok” deyip; “Peki, hocam, dinle o zaman.” Cümlesiyle başladığı anlatımını bitirdi.
Mehmet amca da ben de iyice yorulmuştuk. Acı bir hikâyeydi yaşananlar. Akşam olmak üzereydi. Bulutların arasından tebessüm eden güneşe baktım. Bulutlar kaybolan her ışık demetinde üzülüyor, her saniye yüzünü dünyaya biraz daha çeviriyordu. Mehmet amca güvenilebilecek, sözüne inanılabilecek, deyim yerindeyse son Kelaynaklardan biriydi. Anlattıkları hem kendisini hem de beni derinden sarsmıştı. Kim bilir anlattıkları belki de yaşanan dramın sadece küçük bir kısmıydı. Asıl travmayı daha fazla üzmemek, üzülmemek için anlatmamış da olabilirdi.

18 Şubat 2013 Pazartesi

BALTA LİMANI ANLAŞMASINDAN GÜNÜMÜZE



Osmanlı devleti bir zamanlar “Devlet-i Aliyye”, yani “Yüce Devlet” idi. Onbir milyon kilometrekareye tekabül eden topraklara sahip devletin sınırları içinde yaklaşık 65 milyon nüfus barınıyordu. Topraklarında Türk olmayan çeşitli unsurları da barındıran devlet zaman içinde eski gücünü kaybetmeye başladı. Öte yandan İngiltere, Fransa ve Rusya’nın ayak oyunları da siyasi ve ekonomik yönden devleti çökertmeye yönelikti.
İlk büyük ekonomik darbe 1535 kapitülasyonları ile ve sonraki darbe 1838 tarihli Balta Limanı antlaşması ile geldi. Osmanlının Balta Limanı antlaşmasını imzalamak zorunda kalması bir yana, antlaşma ile Yed-i Vahid (Bazı malların üretim ve dağıtımının bütünüyle devlete veya yerli tüccara ait olması) düzeninin sona ermesi ve iç ticaretin yabancı tüccarlara bırakılması gerçekleşti. Bunun anlamı ise Osmanlı gelirlerinin önemli ölçüde azalması idi. Batının amacı da zaten bu değil miydi? Ekonomisi törpülenmiş “Hasta “ tabir ettikleri bir devlet işlerini kolaylaştıracaktı. Nitekim sonraki gelişmeler batının isteği doğrultusunda gelişti.
Osmanlı devleti bir yandan 1839 Tanzimat, 1856 Islahat Fermanları ile ve 1876-1908 meşrutiyet hareketleri ile demokratikleşmeye çabalıyordu. Bu çabalar sırasında bir yandan da Mustafa Kemal önderliğinde yapılacak olan Kurtuluş Savaşı’na dek sürecek bitmez tükenmez savaşlarla varlığını sürdürme amacında idi. Bu süreçte batılı emperyalist devletler aç kurtlar misali Osmanlı topraklarını aralarında pay etmenin hesabını yapıyorlardı.
Amaçları Osmanlıyı bölüp parçalamak ve yönetmekti. Balta Limanı anlaşmasının zamanla diğer Avrupa devletleri ile de imzalanması Osmanlı ekonomisini felce uğrattı. Avrupalının asıl isteği olan borçlanmalar gerçekleşti ve devlet can çekişmeye başladı.
Balta Limanı faciasından 157 yıl sonra 1995 yılında girilen Gümrük Birliği de Türkiye’yi ticari olarak zayıflatmış, ekonomiyi IMF ve Dünya Bankası bağlamında dışa bağımlı hale getirmiş ve geçen zamanda Türk ekonomisinin milyarlarca dolar kaybına neden olmuştur. Bu bakımdan Gümrük Birliği anlaşmasının Balta Limanı anlaşmasından farklı olmadığı unutulmamalıdır.
Batılı ülkeler sonuçta I.Dünya Savaşı ile amacına ulaşmıştır. Savaş sonrası yapay sınırlar sonucu yaratılan alt yapısı olmayan devletler, bu devletlerin halkı ile yeterli uyumu sağlayamayan iktidarların çarpıklığı ve bölgede var olan rantın paylaşım gerginliği sonucunda Filistin topraklarında İsrail devletinin kurdurulması ile sonuçlanmıştır. Bugün Ortadoğu’da yaşananların Türkiye’yi yakından ilgilendirdiği gerçeği göz ardı edilmemelidir.
Türkiye bu süreci ve süreçte yaşananları unutmamalıdır. Balta Limanı anlaşmasının Osmanlıyı nasıl parçalanmaya ittiğini ve ekonomik çıkmaza sürüklediğini hafızalarımıza yerleştirmeliyiz. Bugün içinde bulunduğumuz coğrafyaya yönelik ABD ve AB ülkelerinin ekonomik ve siyasi politikalarının amaçlarını tahlil ederken geçmişte yaşananlardan yeterli dersi çıkarmasını bilmeliyiz.
Günümüz siyasi konjonktüründe yaşananlar irdelendiğinde geçmişte ekonomik ve siyasi alanda yapılanların tekrarlanmak istendiğini görmemek için dünyadan bihaber olmak gerekir. ABD’nin ve AB’nin bölgeye yönelik siyasi beklentisi açıktır. Ve hatta zaman zaman ortaya bilinçli bir şekilde sürülen ve Türkiye’nin Güneydoğusunu içine alan bir Kürt devletini de kapsayan yeni Ortadoğu haritalarının amacını da iyi değerlendirmek gerekmektedir.
Ortadoğu'da ki olayların  bölgesel ve küresel kaynaklı hareket olduğu göz ardı edilmemelidir. Küreselleşmenin politik ve ekonomik hedefi bellidir. Ulus devleti zayıflatmak, milliyetçilik duygularını yok etmek ve böylece emperyalizmin ve büyük sermayenin önündeki engelleri kaldırmaktır.
Bu süreçte dillerinde düşürmedikleri insan hakları, hak, hukuk, demokrasi, özgürlük kavramlarını hâkim unsurların dünyayı kontrol edebilme aracı olarak kullanmakta olduklarını da unutmamak gerekir.
    

17 Şubat 2013 Pazar

YAŞAMA HAKKI KUTSALDIR



İnsanın saf çağından bu yana dünyanın siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik sürecine; bu süreç içerisinde yaşanan bireysel ve toplumsal sorunlara ve kargaşa ortamına bakıldığında insan belleğinin kabul edemeyeceği ağır olayların yaşandığı görülür.
Devletlerin devletlerle çatışması.
Toplumların toplumlarla…
Bireylerin bireylerle çatışması…
Her daim çıkar ilişkisi bağlamında gerçekleşmiştir.
Ekonomik, düşünce, inanç bağlamında çatışmalar yaşanmıştır.
Halen de yaşanmaktadır.
Afganistan, Irak, Filistin, Mısır, Suriye, Tunus, Sudan, Libya, Yemen ve benzeri ülkelerin hem kendi içinde çatışması; hem de emperyalist oyunlara kurban edilmesi sürecini yaşadık, yaşıyoruz.
Enerji sahalarını ve koridorlarını ele geçirme iştahını her devirde koruyan emperyal güçlerin taşeronluğuna soyunan iç güçler de kargaşa ve kaos ortamının tırmanmasında; terör olaylarının yaşanmasında rol oynamaktadır.
Kargaşa ve kaos ortamında en çok zarar görenler kuşkusuz savunmasız sivil halktır.
Yaşama hakkı kutsaldır.
Her koşulda bu hakka saygı duyulması gerekmektedir.
Bugün diğerine doğrultulan silahın namlusunun ve hedefe ulaşan kurşunun acımasızlığının; yarın kimi hedef alacağı belli değildir.
Patlayan bombaların, mayınların; sıkılan kurşunların; kurulan kahpe terör tuzaklarının hedefi bellidir.
Savunmasız insanlar yaşamlarını kaybetmekteler.
Acılar katlanmakta…
Adaletsizlik ve vicdansızlık insan hakları üzerine bir karabasan gibi çökmektedir.
Terörün hedef ve amacı bellidir.
Çıkarı ve amacı için kan dökmekten çekinmeyeceği açıktır.
Teröre arka çıkanlar kapitalist düzenin ağababaları olan emperyalist güçlerdir.
O güçlerin tek amacı kendi ülkelerinin çıkarlarıdır.
Çıkarları için diğerlerinin yaşamını heba etmekten çekinmezler.

15 Şubat 2013 Cuma

UMUDU YİTİRMEMELİ İNSAN


Şoförün verdiği sıcak çayı içmeye başladı. Gece ayazında üşümüştü. Sıcak çayla birlikte içi ısınmaya başladı. Poğaçalara elini sürmedi. İçinden bir lokma bir şey yemek gelmiyordu. Oğlu vurulduğunda üzerinde ne varsa onunla taksiye binmişti. Bayram telaşında terlerim korkusuyla kalın giysiler giymemişti. Yola çıkmalarından bu yana içinde büyük bir hüzün vardı. Şartlanmışlıkları bir anlayabilse, belki, olan bitenleri daha gerçekçi bir gözle görecek, olmaz dediklerini, daha değişik yüzleriyle tanıyıp, olan biteni daha iyi anlayacaktı. Anlam veremediği duyguların baskısı altında kaldıkça, kederi artıyordu.
Morali bozuk, benzi uçuktu. Bahçede beklerken, Recep babasıyla az sonra gelir diye düşündü. Burhan’ın öldüğünden henüz haberdar değillerdi. Ölümü kabullenmek kolay olmayacaktı onlar için. Recep kardeşini çok seviyordu. Onu her yerde gözü gibi korumuştu bugüne kadar. Olayın olduğu gün çeşmenin yanındaki geniş alanda bulunmaması bayram nedeniyleydi. Yoksa kardeşiyle her daim yan yana olurdu.
Aradan fazla zaman geçmedi oğlu Recep ile babası çıkageldiler. Yüzlerinde endişeli bir bekleyiş vardı. Hastane bahçesinde ananın yanına gitmeden önce şoför onları karşılamıştı. Beraberce ananın yanına gittiler. Ana perişan bir vaziyette oturuyordu. Yüzü kireç gibi bembeyaz olmuştu. Gözlerini yerden kaldırmadan susuyordu. Recep sorgulayan gözlerle bir anaya bir şoföre baktı. Şoför gözlerini kaçırdı, uzaklara bakmayı yeğledi. Neler oluyordu. Yoksa kardeşi hakkın rahmetine mi kavuşmuştu. Recep bu düşünceyi çarçabuk kafasından attı. Olamazdı böyle bir şey. Mümkün değildi. O dağ gibi kardeşi ölmüş olamazdı. Tekrardan sorgulayan gözlerle anaya baktı. Ana kaya olmuş kıpırdamıyor, tek bir ses vermiyordu. Bunun üzerine Recep olduğu yere yığılıp kaldı. Neye uğradığını bilmeden feryat figan gözyaşlarına boğuldu. Onu öyle gören babanın gözlerinde yaşlar sel olup akmaya başlamıştı. Ana da hıçkırıklarla ağlıyor ağıtlar yakıyordu. Şoför çaresizdi, eli koynunda ağlıyordu.
Ağladılar ağladılar. Ağladıkça gözyaşları sel olup aktı. Büyük bir yürek acısı ve hüzün vardı. Taş olan insan yüreği bu duruma dayanamazdı.
Ana Recep’in feryatları üzerine, bu olay kalıcı bir durum yaratmamalı diye geçirdi içinden. Bir tek oğlu Recep kalmıştı artık. Onun da bir musibete bulaşması doğru olmazdı. Kan davası iyi bir şey değildi. Süloların Hasan’ı ya da bir başkasını öldürmek oğlunu geri getirmezdi. Elde bir tek ölmek vardı artık, öldürmek değil, yaşatmak vardı. Vicdanları kurumuşlarla neyi değiştirebilirdin ki? Vicdansız olmasa bir insan bir canlının yaşamına bilerek ve isteyerek son verebilir miydi?
Toplum eskisi gibi değildi artık. Kimse kimseye güvenemiyor bu devirde diye içinden geçirdi. Güvenilecek bir tek hukuk vardı. Hukuk gereğini yapar diye düşündü. Sahi yapar mıydı? Oğlunun yaşamına son veren Süloların Hasan’a gerekli cezayı verir miydi? Bu ülkede hukuk da haksızın yanında yer alır mıydı? Bekleyip görecekti bunu. Huzurun sağlanması için çoğunluğun yanında olmak yetmezdi. Çoğunluğun ve güçlünün yanında, azınlığın haklarını savunmak da gerekmekteydi. Anlatılanlardan hatırlıyordu. Koca koca devletlerde çoğunluğun oyunu alıp iktidara gelenler, gün gelmiş, iktidarlarını kaybetmişlerdir. Demek ki haksızlık doğru bir şey değildi.
Oğlu yaşamını kaybetmişti. Buna rağmen intikâm duygusu içinde olamamaları gerektiğini biliyordu. Kin ve intikâm duygusuyla bir yere varmanın olanağı yoktu çünkü. Bunun bir adım ötesi mezardı. Oğlunu toprağa verdikten sonra ağaçların, çiçeklerin, toprağın olduğu yerde hiç durmadan yaşamlarına kaldıkları yerden koşarak devam etmeliydiler. Recep’in geleceği buna bağlıydı. Onunda heba olmasına müsaade edemezdi. Oğlu yerine artık toprak vardı, ağaçlar, kuşlar vardı, çiçekler vardı, o çok sevdiği koyunlar vardı. İnsanlık vardı.
Öyle insanlar vardı ki suçsuz yere mapushanelerde yatan. Ve yine öyle insanlar vardı ki yaptıkları yanına kâr kalan. Ona göre Süloların Hasan suçluydu. Bir canı almıştı. Cezasını çekmeliydi. Yaşam hakkının kutsal olduğunu herkesin kabul etmesi lazım. Yargıçların da bu yönde tavır koyması lazım diye düşündü. Ölen bir insandı. İnsan olanın vicdanı sızlar. Unutup gideriz, üstünü örter, bakarız diye düşünmemeli. Masal dinlemesini, erken yatıp geç uyanmasını bilen bizler yaşamın kutsallığını unutmamalıyız. Kan tüccarlarının, kan dökücülerin etrafımızı mesken tutmasına müsaade etmemeliyiz. Ölümden yana değil, huzurdan ve barıştan yana olmalıyız. Yaşamın renklerinin açmasından yana olmalıyız. Yaşamımız kanlı bir bulmacaya dönüşmesin. İçini çekti. Yaşlı gözlerle bir oğluna bir eşine baktı, hıçkırıklar boğazında düğümlenmiş, sözcükler dilinde acı bir ağıda dönüşmüştü.


14 Şubat 2013 Perşembe

METROPOLÜN KIYISINDA


Ayaklarım beni Ataköy metro istasyonunun yanına taşıdı. Yüksek binalar şubat ayazında bulutları şal yapmış boynuma dolamış sanırsın. Sökülmüş kaldırımlar onarılmayı bekliyor, onlarca metrelik dar alanda sağa sola hoyratça atılmış taş, toprak, moloz yığınları etrafı çamur deryasına çevirmiş. Yüksek binalar bulutların karlı zirvesinde saklandığı ulu dağlar misali sıralanıyor.
Atılan her adımda ufak çakıl taşlarının çamura bulanmış kayganlığında yürümek için adeta cambazlık yapıyorum. Dar alanda homurtular çıkararak çalışan iş makinelerinin boğucu gürültüsü aman vermiyor.
Dar sokakta aylardır altyapı çalışması yapılıyor. Bir türlü bitirilemedi. Sokağın her iki yanında hafta sonları öğrencilerin gittiği dershaneler var. Çocuklar çamur yığınları arasında dershanelerine gitmenin telaşındalar. 
Çamur deyince yıllar önce Kozan Akdam Ortaokulu’nda görev yaparken yaşadıklarım aklıma geliyor.
[Okul ana yoldan birkaç yüz metre uzaklıkta yer alıyordu. Halende aynı yerde ya. Değişen hiçbir şey olmamış yıllarca. Her sabah okula giderken gerek öğrenciler ve gerekse öğretmenler ana yoldan okula giden yola sapınca yağmurlu havalarda çamur deryasına dönen yoldan gitmek zorunda kalıyorduk.

Okulun hizmetlisi Hüseyin Efendi yağmurlu günde okulun giriş merdivenlerinden aşağı elinde su kovasıyla su döker; gelenlerden ayakkabılarının çamurunu yıkamalarını isterdi. Yıkamayanları okula sokmazdı. Elinde ince bir iğde çubuğuyla da yıkamak istemeyen öğrencilerin kafalarına vurur, kovalardı.
Ispartalı Fen Bilgisi öğretmeni Mustafa Akkan hocam yeni göreve başlamış stajyer bir arkadaştı. Asabi bir yapısı vardı.
Beraberce okula gelmiş, bizler Hüseyin efendiyi görünce merdivenlerden ayakkabılarımızın çamurunu yıkamış okula girmiştik. Mustafa hoca arkada kalmıştı. Bağırış çağırışlarla birlikte kendimizi dışarı attık ki ne görelim. Hüseyin efendiyle Mustaf hoca birbirleriyle yumruklaşmıyorlar mı? Mesele anlaşılmıştı. Mustafa hoca ayakkabılarını yıkamadan çamuruyla girmek istemiş, Hüseyin Efendi de engel olmaya çalışmış, elindeki sopayla da kafasına vurmuştu. Neyse ki sonradan mesele tatlıya bağlanmış her ikisi de çok iyi arkadaş olmuşlardı. Haklıydı aslında Hüseyin Efendi. Temiz ve sağlıklı bir ortamda eğitim yapılmasıydı amacı. Çocukların tozlu havayı solumasını istemiyordu. Mustafa  hoca da daha sonra bunu anlamıştı.]
Cep telefonumla birkaç kare resim çekiyorum. Etraf kalabalık aslında. Fotoğraf çekerken insan zorlanıyor bu durumda. Amacım var olanı gözlemlemek ve belgelemek. Belki birkaç satır yazı yazarım diye tüm çaba.

Yaşananlara kendini bağlamak, sorumluluk hissetmek kimine göre yorucu gelebilir. Rüzgâra, ayaza ayak uydurmaktan usanabilir kimileri. Evime kapanayım en iyisi de diyebilir. Oysa benim için yorgunluk, gözlem yapmak yaşamla iç içe olmakla başlıyor. Kimine göre yaşamdan kopuşlarla çoğalsa da.
Yaşam bir düş müdür acaba?
Eğer öyleyse çok az düşü anımsayabiliyor insan. Belki de bu yüzden görülecek düşler arar yaşamında.
Ya da yaşam bir kurgu mudur?
Çamurla kaplı kaygan çakıl taşlarının arasında yürüyen insanların, birbirlerine hırçın gözlerle baktığı dar sokağın ucunda, bir düş yaratmak için zamanla biraz oynamak mı gerekiyor?
Coşkunluk ve güzelliği yaşamak ve algılamak için.
İnsan yokuşu bayırı sevmez. Düz ovada sorunsuz yaşamak ister. Lakin yine düz ovayı yokuşa bayıra da kendisi çevirir.
Çalışma düz ovalar yaratır, çamuru uzaklaştırır. Yeter ki sabretmesini bilelim. İnsan olduğumuzu unutmayalım.


11 Şubat 2013 Pazartesi

ŞAFAĞIN ALACAKARANLIĞI



Yoğun düşünceler yorgun bedeninde belirsiz bir titreşimle ağırlık yapıyor, zihninin düşsel tozlarını damla damla akıtıyordu.
Karanlık aydınlığa dönüşmeye başlamıştı. Tan ağartısı karanlıktan maviliğe uzanan bir çizgiydi artık.
Umutsuzluğun en koyusunu yaşıyordu. Dünün indirdiği ağır sille etrafı kapkaranlık bir sis mantosuyla kaplamıştı. Gözyaşları artık akmıyordu. Ağlamaktan kızarmış göz pınarları kurumuştu sanırsın sonsuza kadar. Öylesine hüzün doluydu şafak vakti.
Bankın üzerinde yorgun bedeni uyuşmuştu. Hafifçe doğruldu. Oğlunun son anlarını, sevgiyle bakan gözlerini, kurtulma ümidini kaybetmeyişini anımsadı. Yutkundu. Bir annenin hastane bahçesinde kuşların kanatlarında çıkardığı sessiz çığlık ve hüzün acıya dönüşmüştü.
Neden diye sorguluyordu. Neden ilkyaz sürgünü veren topraklarda akan bunca kan, neden bu kin? Yoketmek yaşamakla eşanlamlı olabilir mi? Bu bir varoluş mudur? Bu nasıl bir anlayıştır? İnsan kendi olmalıdır. Kendi olmaktan, kimliğinden, kişiliğinden koparılmış; anti-insan görüntüsü üzerine kurgulu eylem ve etkinliklere karşı birey olmanın sorumluluğuyla hareket etmeli, düşlerini çoğaltmalı insanlık adına.
Oğlunu kaybetmiş bir annenin çığlığı yükseliyordu hastane bahçesinde. Yüreği olan insanı sarsan.
Donup kalırsınız o an.
Kıpırdayamazsınız.
Bir delikanlı ve bir anne.
Bir bayram günü akşamında gelen hüzün ve acı.
Yıllar yılı unutulmayacak gerçek bir öykü. Yaşanmış, yılların gerisinde kalmış, silinip gitmemiş. Sararmış siyah beyaz fotoğrafları her an aklınıza getirir.
Sabahın ayazında oğlunu düşündü. Ne çok severdi çiçekleri, kuşları, böcekleri, sokak köpeklerini, kedileri, koyunları, dağların bulutlarla kaplı doruklarını, yeşil tarlaları.
Ne de güzel gülümserdi.
Gözleri bir çiçek gibi pırıl pırıldı.
Aydınlıktı her daim.
Lakin hayat denen şey işte böyle bir şeydi. Varlığı ve düşüncesi insani olmayan birinin hoyrat eliyle kayıp gidiyordu bir anda. Hem de en zorlu acıları geride bırakarak.
Bu kör döngünün içine sıkışıp kalan insanlık, insanlar.
Dün akşamdan bu yana ağlamaktan ne bir yudum su içmiş ne de bir lokma bir şey yemişti. Ne susuzluğu ne de açlığını hatırlamıştı. Gecenin koyusunda yorgun düşmüş bedeni hastane bahçesindeki bankın üzerinde sessizliğe bürünmüştü bir süre sonra. O andan şafak vaktine kadar gözleri yorgun bedene isyan etmişti.
Düşünmüştü sadece.
Oğlunun geri getirmenin olanağı yoktu artık.
Büyük oğlu Recep ve eşi yolda olmalıydılar. Az sonra gelirlerdi onlarda. Burhan ile anca sığmışlardı taksiye. Ya da o anın karmaşasında Recep’de gelmek istemiş kim bilir belki de taksici acele etmiş beklememişti. Hatırlamıyordu o an olanları. Her şey bulanıktı sanırsın. Şoförün “ana” demesiyle gözlerini açtı. Elinde dumanı tüten bir bardak çayla kesekâğıdı torbası içindeki poğaçaları uzattı. Ana şoförün yüzüne bir an minnetle baktı. Lakin belli etmemeye çalışarak içinde “oğlum sende dünden buyana perişan oldun “diye geçirdi. Şoför ananın içinden geçenleri anlamışçasına alması için ısrar edip “al ana bir yudum sıcak çay iç, bir lokma bir şey ye. Eminim ki oğlunda bunu isterdi “dedi.
Ana uzatılanları sessizce aldı bankın üzerine bıraktı. İçi yanıyordu. Kurumuş dudakları ve kavrulmuş yüreğine rağmen ne bir lokma bir şey yiyebilecek dermanı vardı ne de bir yudum bir şey içecek takadı. İçinden hiçbir şey yapmak gelmiyordu. Şoför anayı acısıyla yalnız bırakmak istemiyordu. O kendine emanetti çünkü. Recep ve eşi geldiğinde ancak rahatlardı. Anayı gözden kaybetmeden görebileceği uzak bir noktaya çekildi. Sigara paketinden çıkardığı sigarayı alelacele yaktı. Olduğu yere dizlerinin üzerine çömeldi. Sigarasından derin bir nefes çekti.
Hastane pencerelerinin gri dış kanatları göz alıcı bir şekilde parlıyor, gün ışığını yansıtıyordu. Bahçenin bir kenarında akasya ağaçları ve çam ağaçları iç içe geçmiş yeşillikleriyle bahçeyi örtüyordu. Bahçenin kuytu köşeleri  özellikle yapılmış hissi veriyordu. Acısını akıtmak isteyenlerin gidecekleri bir yerdi sanırsın. Bahçenin etrafı yabani otlarla kaplanmıştı. Kaldırımların kenarlarında otlar fışkırıyordu. Ön kısımda yer alan geniş yerde ise hastane araçlarıyla, ziyaretçilerin ve hasta yakınlarının araçları sıra sıra dizilmişti. Gün yükseldikçe etrafta sesler artmaya, kalabalıklar sel olup hastaneye akmaya başlamıştı.
İnsanoğlu her şeyi dar bir çatlaktan sızan ışık içinde görmek yerine neden daha geniş bir alanı tercih etmez, birey olmanın sorumluluğunu yerine getirmezdi ki. Her şeyi dev mağaranın karanlık dehlizlerinde düşünmek yerine; dağları, güneşi, bulutları, yıldızları, kuşları görebilecek; anlayabilecek bir açıklıkta düşünmezdi?
İnsan olmanın sorumluluğu bu kadar mı zordu?
Heyecan içinde karşılıklı anlayışla bir birine insanca yaklaşmak bu kadar mı zordu?
Bu düşüncelerle şoför az ilerde oturan anaya acıyarak; lakin içinde büyük bir ızdırap hissederek bakıyor, baktıkça da gözleri nemleniyordu.

7 Şubat 2013 Perşembe


ALÇAKLAR YÜKSEKLERİ GÖREMEZLER


Atatürk ve Kurtdereli Mehmet Pehlivan..

Mustafa Kemal Atatürk, 1931’de Ankara’da, yurt dışında Türkiye'yi iyi temsil ettiğini duyduğu Kurtdereli’yle tanışıyor ve o günün gece yarısı kendisine bir mektup yazıyor.



Mektubunda:


„Seni, cihanda büyük ün almış bir Türk pehlivanı olarak tanıdım. Parlak muvaffakiyetlerinin sırrını, şu sözlerle izah ettiğini de öğrendim: ‚Ben her güreşte arkamda Türk Milleti’nin bulunduğunu ve milletin şerefini düşünürüm.‘Bu dediğini, en az yaptıkların kadar beğendim. Onun için senin bu değerli sözünü, Türk sporcularına bir meslek düsturu olarak kaydediyorum. Bununla, senden ve sözlerinden ne kadar memnun olduğumu anlarsın. “Çoluk çocuğun için sana ufak bir armağan gönderiyorum. O, bu mektubumla beraberdir. Pehlivan ömrünün tam sağlıkla uzun sürmesini dilerim.” diyor.


Gece yarısı bu mektubu, Salih Bozok’u görevlendirerek Zafer Oteli’nde kalmakta olan Kurtdereli’ye yolluyor. Mektubun içinde de 1000 Liralık bir İş Bankası çeki koyuyor; çekin üzerini de imzalayarak ve “Kurtdereli Mehmet Pehlivan’a 1000 T. Lira veriniz.


Bu para, Aralık ayı aylığımdan faiziyle kesilecektir.” diye yazarak. Kurtdereli, kısa bir süre sonra, bankaya gidip çeki veriyor, 1000 Liralık ödül kendisine ödeniyor. Ama Kurtdereli bankadan gitmiyor. Niçin beklediğini soruyorlar; “Çeki vermenizi bekliyorum” diyor. “ Parayı aldın, çek bizde kalacak. Bu işlerin usulü böyledir.” diyor banka müdürü. Kurtdereli ise “O halde alın bu 1000 lirayı, benim çekimi geri verin” diyor; Şaşıran banka müdürü: “Neden?” diye sorunca Kurtdereli: “Orada Mustafa Kemal’in resmi ve altında da imzası vardır.” diyor. Atatürk’ün kendi maaşından keserek uygun gördüğü ödülü, Atatürk’ün el yazısı ve imzası bulunan o çeki ömür boyu saklayabilmek için, reddediyor...



Kurtdereli, bir demecinde bu olayı şöyle yorumluyor: “Sultan II. Abdülhamit’in saltanat döneminde Avrupa’ya gitmek için vapura bindiğim zaman, saray’dan bir mabeyinci gelip dedi ki: “Zat-ı Şahane’nin selamları var, Avrupa’da güreşirken benim taç ve tahtımın şerefini koruyarak güreş yapsın, buyurdular.” Ben de kendisine dedim ki: “Zat-ı Şahane’nin taç ve tahtının olduğu kadar, benim sırtımın da şerefi vardır!” Mabeyinci bir şey demeden gitti. Kendisine söylediğimi aynen padişaha söylemiş olacak ki, Avrupa’dan dönen pehlivanlara hediyeler ihsan verilmek âdet olduğu halde, dönüşümde bana hiçbir şey verilmedi, fakat şu feleğin işine akıl sır erer mi? Bana dünyanın en büyük adamı, işte ömrümün son mükâfatını verdi...“




Bir taraftan Kurtdereli gibi bir ASLAN’ın, ATATÜRK’e olan içtenlikli ve derin saygısına, mert ve yiğit tavrına bakıyorum ve ATATÜRK’ün „Türk Milletinin karakteri yüksektir, Türk Milleti Çalışkandır, Türk Milleti zekidir“ gibi soylu sözlerini anımsıyorum...

Diğer taraftan ise Çağdaş Türkiye’yi adım adım çağ dışına itmek ve parçalamak için, s ı r t l a n l a r ı n, ATATÜRK’e, devrimlerine, ilkelerine ve eserlerine soysuzca saldırışlarına bakıyorum da, aklıma şu geliyor: ALÇAKLAR YÜKSEKLERİ GÖREMEZLER...




Dursun ATILGAN

Avrupa Atatürkçü Düşünce Dernekleri Federasyonu

Genel Başkanı

5 Şubat 2013 Salı

SİSLER ARASINDA

                                                       Ayvalık (Fotoğraf: Tufan Genç) 


İnsanlık tarihi…
Sayfa çevirip son yüzyılla vedalaşmış,
Yirmi birinci yüzyıla adım atmıştı.
Ve sonsuz bir hazan mevsiminin
Ritmiyle titreşen sarı yakut taşıydı sanırsın;
Kaybolup giden hayatlar yaşam nehrinde.
Bir de beyazı vardır yaşamın
Yaşamın hasıydı işte o, yaşamın gerçek yüzü.
Hani bozkırın göğünde geceleri
Göklerde parıldayan yıldızlar vardır ya
İşte öyle bir şey.
Lakin
Kimilerince
Ayrıntılı düşünmek hiç gerekmiyordu,
Kıyısından köşesinden anımsamak yetiyordu.


H.GÜZEL/ 05.02.2013

4 Şubat 2013 Pazartesi

KADINA YÖNELİK ŞİDDET



Samsun’un İlkadım ilçesinde 21 yaşındaki Damla Ay eşinden şiddet gördüğü iddiasıyla boşanma davası açar. Çarşamba ilçesinde bulunan annesinin yanına gider. Alışveriş dönüşü eşini evde kendisini beklerken bulur.  Eşi tarafından öldürülür.
Esenyurt’da meydana gelen olayda ise birlikte yaşadığı adam tarafından bıçaklanarak yaşamını kaybeden bir kadın ve İzmir’in Bergama ilçesinde, kendisini terk eden eşinin ve birlikte yaşadığı kişinin öldürülmesi gazetelere düşen haberlerden bazıları.
Benzeri olayların hemen her gün yaşandığı bir ülkede yaşıyoruz. Erkek egemen bir anlayışın sonucu bu yaşananlar.
Berdel, çocuk yaşta evlendirilen kız çocukları sorunu.
Aile meclisi kararı ile ya da töre gerekçesiyle öldürülen kadınlar…
Acı, hüzün, yitip giden yaşamlar, geride kalan acılı aileler, yetim kalan çocuklar; evladını kaybeden analar, babalar ve onların tarifsiz acıları.
Evlat acısının yerini hiçbir acı tutmaz. O acıyı ancak yaşayanlar bilir. Yaşanan acıların tarifi yoktur.
Kadına yönelik şiddet ülkemize gelen yabancı kadınlarında tanık olduğu, yaşadığı, hayatını kaybettiği bir olgu artık.
 İtalyan Pippa Bacca’nın 2008’de tecavüze uğrayıp öldürülmesi…
Amerikalı Sarai Sierra’nın öldürülmesi.
Kadına yönelik bu olaylar sadece ülkemizde değil dünyanın diğer gelişmiş, az gelişmiş ülkelerinde de yaşanıyor.
Lakin demokrasinin, insan haklarının özümsendiği, bireysel düşünmenin ve sorgulamanın yerleştiği ülkelerde bu görece daha az…
Demokrasi kavramının, insan hakları düşüncesinin emeklediği, bireysel düşünce ve bilinçlenmenin yeterli olmadığı ülkelerde daha fazla.
Bu ve benzeri olaylara birey olarak gereken tepkiyi göstermeliyiz. Tepkisiz kalmak, yaşananları sessizce izlemek yerine; bu tür olayların bir daha yaşanmaması için insanları bilinçlendirmenin yollarını aramak lazım.
Bu bağlamda, bireysel sorumluluk almak ve bilinçlenmek için çaba sarf etmeliyiz.
Sorgulamalıyız.
Duraksamadan sorgulamalıyız.
Toplumda yaşanan töre ve benzeri tabuları yıkmalıyız.
Sorumluluk almalıyız.
Aldığımız sorumluluğun gereğini yerine getirmeli toplumu aydınlatmalıyız.
Bilinçlenmeliyiz.
Bireysel sorumluluktan kaçmamalıyız.
Yaşananlar kader değildir.
Yaşananların kader olmadığını bilip tevekkülle karşılamanın da bir mantığı yoktur.
Birey olarak bilinçlenip, kadına hak ettiği değeri vermeye başladığımızda bu olaylar da sona erecektir.
Yeter ki gerekli mücadeleyi toplum olarak verelim.
Kadına yönelik şiddetin önlenmesi için gereken özveriyi göstermeliyiz.
Hiçbir şey kolay başarılmaz.
Bunun bilinciyle yılmadan toplumda bu olayların bir an evvel ortadan kaldırılması için üzerimize düşeni hem birey olarak ve hem de toplum olarak yerine getirelim.

2 Şubat 2013 Cumartesi

ÇOCUK ASKERLER


Günümüzde koca bir köy niteliği ağır basan dünyamızın değişik bölge ve coğrafyalarında yaşanan olaylara bakıldığında olayların oluş ve gelişim biçiminin birbirinden farklı özellikler gösterdiğini görmek mümkündür.
Bir bölge veya ülkede oluşan bir sorun ile diğer bir bölgede oluşan sorun arasında yaşanılan coğrafyanın jeopolitik konumu, ekonomik özellikleri, kültürel yapısı, eğitim durumu ve algılama sorununa bağlı olarak farklılıklar görülür.
Yani Amerika’da görülen olay ve sorunlar ile Asya veya Afrika ülkelerinde görülen olay ve sorunlar birbirinden farklıdır. Ve hatta insana verilen değer bile farklıdır.
Gelişmişlik düzeyi olayların oluş ve sonuçlarında etkilidir. Ve hatta olayın sonuçlanmasında da bu nedenle farklılık görülebilir.
Günümüzde başta Afrika’nın kimi ülkeleri olmak üzere farklı coğrafyalarda süren savaşlar ve iç çatışmalar söz konusudur. Bu çatışmalarda en çok etkilenen ve zarar görenler ise hiç kuşkusuz çocuklardır. Yaşamının baharında, karar verme ve çevresini algılama yetisini kazanmaya çalışan çocuklar istedikleri değil, istemedikleri olayların içine itilmektedirler.
Somalili gemi korsanları içinde, elinde kendi boyundan büyük silah tutan çocukları görmek, Somali gibi az gelişmiş ve yoksullukla boğuşan ülkelerin sosyal yapısı hakkında bir fikir vermektedir. Kaldı ki Afrika’da yaşam koşullarının ve ekonominin açmazları, açlık ve yoksulluğun ulaştığı boyutlar karşısında bu çocuklar kendilerine daha iyi yaşam koşulu vaat eden gruplarca kolayca kandırılabilmektedir.
Afrika’da yerel isyancılarının arasında on binlerce çocuk askerin savaştığı bilinmektedir. Sadece Kongo’da üç binden fazla çocuğun silahlı gruplarca kullanıldığı tahmin ediliyor. Afrika ülkelerinde hükümet güçleri ile isyancılar arasında süren çatışmaların yol açtığı insanlık dramlarına her gün bir yenisi eklenmektedir. Afrikalının bildik zor yaşam koşullarına birde çocukların dramları karışıyor.
Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde ordu ile General Nkunda önderliğindeki isyancı gruplar arasında kıyasıya bir mücadele var. Bu mücadelede isyancıların ihtiyaç duyduğu silahlı isyancı ihtiyacının temin edilmesi amacı ile değişik yöntemlere başvuruluyor. Aileleri korkutma, çocukları kaçırma, tecavüz gibi tehditlerle çocukları isyancılar arasına “çocuk asker” olarak katılmaya zorluyorlar.
İsyancı General Nkunda’ya bağlı silahlı gruplar, 15 yaşındaki Patrick’i annesi için sabun almaya çıktığında kaçırdılar. Kısa bir eğitim sonrasında eline bir makineli tüfek verildi ve cepheye sürüldü. Bir şekilde isyancıların elinden kurtulan Patrick Doğu Kongo’nun Goma şehrinde bir rehabilitasyon merkezinde kalmakta ve nasıl kaçırılıp asker haline getirildiğini şu şekilde anlatmaktadır. “ Okuldan sonra annem çamaşırları yıkamak için gidip sabun almamı istedi. İsyancılar beni yoldayken buldu ve çantalarını taşımamı emrettiler. Eve gitmeyeceğimi, artık bir asker olacağımı söylediler. Onlara çok genç olduğumu, evin tek oğlu olduğumu ve anneme yardım etmem gerektiğini söyledim. Ama elimden başka bir şey gelmedi. Kendilerini reddedenleri hemen öldürdüklerini duymuştum.”
Patrick sonuçta onlarca çocuğun bulunduğu bir isyancı kampına götürülmüş ve bulunduğu yerin yanı başında kurulu bir sahra hastanesinde yaralı çocukların tedavi edildiğini görmüş. Yetersiz beslenme koşullarını bir yana bırakırsak geceleri yağmur, çamur demeden iklim koşullarının acımasızlığına açık bir şekilde uyumuş ve çatışmalara katılmıştır. Eğitimden arta kalan zamanlarda kız ve erkek çocukların yaralıların bakımı ile görevlendirildiklerini anlatan Patrick “Bize nasıl ileri koşacağımız, silahı nasıl tutacağımız ve düşmana nasıl ateş edeceğimiz öğretildi. Çok yaralı vardı. Suratına kurşun yemiş olanlar, kolunu kaybetmiş olanlar ve ölenler. Çok korktum ve yakında onlardan biri olacağımı biliyordum” Eğitiminin beşinci gününde eline silah verilen ve savaşmaya gönderilen Patrick“ Oraya gidersem öleceğimi biliyordum, ancak bunu yapmak zorundaydım. Geri dönsem beni kendileri vururlardı.” Sonunda komutanına lavaboya gitmesi gerektiğini söyleyecek, çalılığa varınca da, silahını atıp üniformasını yırtarak BM’in yakındaki bir karakoluna kaçacaktır.
Patrick kaçabildiği ve savaşın acımasızlığından kurtulduğu için şanslı. Silahlı isyancıların elinde bulunan on binlerce çocuğun geleceği ve akıbeti belirsiz. Patrick artık ailesinin yanına bile dönemeyecek. Dönerse isyancılardan kurtulması imkânsız.
Savaşların acımasız yüzü bu. Ne çocuk dinler ne yaşlı ne varlıklı nede yoksul. Amacına ulaşmak için önüne gelen her şeyi yerle bir eder ve savaş makinelerine kurban verir.
Dünya coğrafyasında yaşayan ve filizlenmek için zemin arayan tüm çocukların olması gereken yaşam koşullarına kavuşmaları ve İyi bir eğitimle kültür birikimlerini geliştirmeleri gerekir. O birikimlerini insanlığı karanlığa götürmek için değil aksine insanlığın yaşam koşullarını düzeltmeleri için kullanmaları gerekir. Eli silah tutan çocuk değil eli kalem tutan, aydınlık yüzleri güneşe dönük çocukların var olması dileğimizdir.
Geleceğimiz çocuklarımızdadır. Geleceğimizi şekillendirecek olan çocuklarımıza üretimi ve insanî anlayışı öğretmeliyiz. Barış için onları şekillendirmeliyiz. Her nerede olursa olsunlar “çocukların tümü bir çiçektir.”