28 Mart 2013 Perşembe

ALİ DEDE (Kısa bir öykü)



Ali dede ile Ökkeş emmi her gün kesintisiz yaptıkları gibi sabah güneşinin ısıtmaya başladığı duvar dibine doğru ellerinde bastonları yavaş yavaş gittiler. Güneşle birlikte buharlaşmaya başlayan toprağın etrafa saldığı kekremsi koku etrafı sarmaya başlamıştı. Yeni yeni filizlenen kır çiçekleri de yüzlerini güneşe dönmüşlerdi. Ali dede ile Ökkeş emmi de baharın verdiği canlılığı kıskanırcasına etrafı gülen gözlerle seyrediyorlardı.
Yetmişli yaşlarını çoktan devirmiş, feleğin çemberinden geçmiş, nice gailelerle boğuşmuş Ali dede ile Ökkeş emminin kendi köyleri olan Soğuksu dışında çevre köylerde de sözleri dinlenirdi. Anlaşmazlığa düşenlerin çözüm için ilk başvurdukları kişiler onlardı.
Ali dedenin okuryazarlığı olmadığından bu konudaki eksikliğini ya Ökkeş emmi ya da torunları giderirler, Ali dedeye yardımcı olurlardı. O da bu nedenle okuryazar olmayışının sıkıntısını eskisi gibi pek duyumsamazdı.
Ali dedelerin köyü düz damlı, kınalı ellerce özenle sıvanmış; gelişigüzel açılmış demirli pencereleriyle, hayvanların yanı sıra saman ve ot yığınlarını çıkarmaya yarayan geniş pencereleri ve kapılarıyla, önlerinde devasa “tuz taş”larıyla, kuzey rüzgârlarına karşı güneye açılmış kapılarıyla, yapı ustalarının ne denli bölge ikliminin özelliklerini nakış nakış taş duvarlara işlediğini görenleri hayran bırakmasıyla ve sıralı söğüt ağaçlarıyla bozkırın ortasında ta uzaklardan fark edilen büyükçe bir köydü.
Çevre köylerle iç içe olan tarım arazisiyle, mera ve otlaklarıyla, buz gibi su kaynakları ile bilinirdi.
Köyün bazı mevkilerinin adları sahip olduğu kaynak suları nedeni ile Yukarı Pınar, Ak Pınar, Kör Pınar, Gölyeri şeklinde idi.
Köy yaşamının güzelliği bir başkadır aslında. Kıt kanaat geçim şartlarına ve yoksulluğa rağmen vazgeçilmezdir. Tan ağarmadan başlayan yaşam mücadelesi gecenin geç saatlerine kadar devam eder. Köy insanı için durmak yoktur. Çalışmak devamlı çalışmak ve ele güne muhtaç olmamak vardır.
Ali dede hafif kamburlaşmış, hasta gibi ağır ama dikkatli, bastonu ile yere sağlam basarak, duvarın dibindeki yerini alırdı sabahları. Orta boylu, yüzü yetmişini devirdiğini belli edecek şekilde kırış kırış, eski ama temiz giysili, başında kalan iki tutam saçı kapatan köylü kasketi ile dikkatleri üzerinde toplayan bir ihtiyardı. Çevresi ile devamlı ilgilenirdi. Ökkeş emmi ile yan yana geldiklerinde sohbetleri genelde köye ve yaşama dairdi. Olan bitenleri aralarında konuşurlar, ölçer biçer öyle karar verirlerdi. Her ikisi de küçük yaştaki çocukların olmazsa olmazlarıydı. İşi olan komşu kadınlar çocuklarını yanlarına bırakır, gönül rahatlığı ile işlerini yaparlardı.
Ökkeş emmide kendinden beklenmeyecek çeviklikte, uzun boylu, kara yağız, yılların yorgunluğu yüzünde ilk bakışta belli olan, mert ve sözüne güvenilir biriydi.
Her ikisi de seferberliğe katılmış, cephede yaralanmış, aldıkları yaraların izi ile gurur duyan gaziydi.
Ali dedenin eşi Elife teyzede güngörmüş, seferberlik sırasında çocuklarına hem analık hem de babalık yapmış, Ali dedenin yokluğunda evin tüm işlerinin üstesinden gelmiş bir kadındır. O da merttir, sözünün eridir. Komşuların eksiklerini tamamlamak için uğraş veren, ihtiyaç için gelen komşu kadınları geri çevirmeyen biridir. Bu onun köy kadınlarınca sevilmesinin en önemli sebebidir.
Tan ağarmaya yakın bir hayhuydur alır yürür evlerin odalarını, uykulu gözlerini ovalayarak ahırlara seğirtir evin yaşlıları. Köyün hayvanlarını gün boyu bozkırda otlatacak sığır çobanının hayvanları meydanda toplama zamanıdır, geç kalındığında hayvanları hergeleye katma zamanı geçecektir, bu ise zaman kaybıdır tekrar evde kalan hayvanları çobana teslim etmek için.
Köyün meydanında toz bulutu kaldırarak otlamaya giden hayvanların sabahın serinliğinde etrafa bıraktıkları, üzerlerinde buhar tüten dışkılarını toplamaya sıra gelir sonrasında. Daha fazla hayvan dışkısı toplamak için acele edilir. Ahırda da ne var ne yok çıkarırlar dışarıya. Birisi çiğner, diğeri şak şak duvara yapıştırır. Kışın yakacak sıkıntısını atlatmak daha çok tezek anlamına gelir çünkü. Ağızları sarılı, paçaları çemreli kadınlarca. Evlerde bulunan çocuklar bağırırlar ara sıra.
-Anaa ana gızz!
Ana ilkin oralı olmaz. İşini bitirme telaşındadır. Gün daha yeni başlamıştır, yapılacak işler beklediğinden çabuk davranması gerekmektedir. Ne ki çocuklara laf anlatmak olası değildir.
-Anaa ana…
-Ne var,  ne diyon?
Çocuk daha yüksek sesle bağırır bu sefer, sesinin işitilmesinden aldığı cesaretle.
-Acıktım anaa…
- Ölmedin ya, acıktıysan ekmek bendemi git al zıkkımlan.
-Arasına yağ sürem mi?
- Sür sür… Üstüne de az biraz şeker koy…
Ana işini bitirmiştir. Yorgun eve döner. Genişçe bir sofra bezi arasına istiflenmiş yufkadan bir tane alır, acelesi varsa arasına peynir ve taze kaymağı katık etmeden; zamanı varsa kocaman bir peynir dürümünü eline alıp bir yandan yapılmayı bekleyen ev işlerini yaparken o günkü kahvaltısını da yapar usul usul.
Evin ninesi Elife Teyze ve dedesi Ali dede çoktan kalkmış karınlarını doyurmuşlardır. Dede elinde baston yavaş yavaş her gün yaptığı gibi sabah güneşinin değdiği duvar dibine gitmektedir. Ve yine her gün oturup sırtını güneşe verdiği taş kimi zaman çocuklar tarafından yerinden oynatılmıştır. İşte o zaman dede söylene söylene bastonunu usulca duvara dayayarak uflaya puflaya taşı eski yerine getirir, bir yandan da “ boyu devrilesiceler oynayacak yer mi yok be ya…” diye de söylenmektedir.
Ali dede kardeşi Mehmet’le birlikte seferberliğe katılmış, çeşitli cephelerde savaşmış, kendisi geri dönmüş ancak kardeşini savaşa kurban vermişti. Kardeşinin acısı hep yüreğinde bir sızı olarak yer etti. Canından çok sevdiği ve kendisinden küçük kardeşi Mehmet’i Doğu Cephesine göndermişlerdi, kendisi de Balkan ve Yemen cephelerinde bulunmuş, aldığı yaraların acısına aldırmadan savaş sonuna kadar cepheden cepheye koşmuştu. Köyünden ve komşu köylerden seferberliğe katılan akranlarından birçoğu şehit düşmüş az sayıda geri dönen olmuştu. Ancak kınalayarak cepheye gönderdikleri Mehmet çok ama çok beklemelerine rağmen geri dönmemişti.
Sarıkamış cephesinden dönen civar köylerden gazilerle daha sonraları yaptıkları konuşma ve araştırmalarda Mehmet’in Ruslara esir düştüğünü öğrenmişler, acıları feryada dönüşmüştü. Mehmet’in dondurucu soğuklarda, kar ve buz kütleleri arasında Sibirya steplerinde, değişik bir tek renk ve manzaranın olmadığı her tarafın buz ve beyaz renkten ibaret olduğu, ısınmanın çok zor şartlarda mümkün olabildiği çadırlardan oluşan esir kamplarından birinde savaş sırasında aldığı yaraların etkisi ile belki de esirlerin çalıştırıldıkları taş ocaklarından birinde hakkın rahmetine kavuştuğuna inanıyorlardı artık. Uzun süren savaşlarda cephede yıllarca savaşan arkadaşlarından köyüne geri dönen Hüseyin Çavuş’un yemen çöllerinde ki anılarını anlatışını köy odasında toplandıklarında sık sık dinler şehit düşenleri rahmetle anarlardı.
Ali dede dışarıya kapının önüne çıktığında sıklıkla bastonu elinde, ağzında sigarası ile ya her gün gidip üzerine oturduğu taşa oturur ya da ileri geri volta atarak kardeşi Mehmet’i ve çocukluklarını düşünürdü. Sarıkamış muharebelerinde en çok kızdığı Enver paşa idi. Çünkü ona göre,  karakışın acımasızlığına yazlık kıyafetleri ile teslim edilen Arap çöllerinden getirilen askerlerimiz ve Edirne’den de gönderilen hazırlıksız birliklerimizin telef olmasında ki en büyük pay onundu. İstiklâl Harbi dendi mi gözleri parlar, ufka kayan gözleri dalar gider “Allah bu memleketin evlatlarına zeval vermesin. Türk milletinin topyekûn azmini ve Mustafa Kemal’in varlığını ve düşüncelerini bu vatan topraklarında eksik etmesin” derdi. İçini kemiren kardeş hasreti ve hayatın ona sunduğu acımasızlıkla boğuşurken düşmanın yapamadığını yoksullukla geçen yıllar yapmış beli bükülmüş, o koca dağ artık iş yapamaz konuma gelmişti.
Savaş yıllarında köylerinde kalan kadınlarla birlikte kendi eşi Elife de evin hem erkeği hem de kadını olmuştu. Nasırlaşmış elleri ve bakır rengini almış yüzü ile eşinin yokluğunda kızları ile birlikte yaşam mücadelesi vermişlerdi. Ali dede’nin dört kızı vardı ancak çok istemesine rağmen bir türlü erkek çocuk sahibi olamamış rabbim onu kendisinden esirgemişti. Olsundu, ne fark ederdi ki ha kız ha erkek evlat. Onun gözünde kızları da birer erkek evlat konumunda idi.
Ali dede’nin köyü ile birlikte etraf köyler gaziler ve şehitler köyü idi. Harp sırasında eli silah tutan her erkek silâhaltına alınmış… Çevre köyler savaşın acısını da, zaferlerin sevinçlerini de sonuna kadar yudumlamış; erkeklerin çoğunu şehit vermiş, kalanların ise çoğu gazi olmuştu. Bu topraklar şehitlerine de gazilerine de her zaman minnetle bakmış, onları bitip tükenmez sevgi yumağı ile bağrına basmıştır. Gazilerin savaşta aldıkları yaraları fark etmek pek de zor değildi. Ali dede’de bacağından vurulmuş bir gazi idi. Savaşta aldığı ufak tefek yaralardan bahsederken kahpe bir şarapnel parçasının bacağında açtığı derin yara izini etrafındakilere gururla gösterirdi.
Geride kalan kadınlar ise acıların her türlüsünü ta yüreklerinin dibinde hissetmişler, yoksulluğun adım adım ilerlediği ve bir lokma ekmeğin altın değerinde olduğu günlerde çilenin her türlüsünü tatmışlar, yinede ağızlarından bir tek “ ah “ sesi çıkmamıştır. Her şeye, her zorluğa karşın yılmamışlar; büyük harbe ve sonrasında gelen İstiklâl harbine yetiştirdikleri evlatlarını göndermişler; Anadolu toprağında ve köylerinde savaşın acılarını yok etmeye; savaşa gönderdikleri kocaları, oğulları, kınalı kuzuları ile gurur duymuşlar; her biri bağrında hissettiği, yüreğinde için için yanan yangına aldırmadan; acıya, bin bir çeşit çileye ve yoksulluğa aldırmadan daima başı dik gezmişlerdir…
Yaşı epeyce ilerlemiş olan Ali dede dışarı artık bastonla çıkıyor bazen huysuzluğu tuttuğunda hırsını eşi Elife’den alıyordu.
-Elifee! Diye bağırdı yine o sabah
Elife ise Ali dede’nin bu huyunu bildiğinden olacak ki duymazlıktan geldi ilkin. Ancak Ali dede bu sefer avazı çıktığı kadar tekrar bağırdı.
-Gızz Elifee…
-Ne var gene ne oldu?
-Ne olacak kuşluk yaklaştı, şimdi birazdan davar yaylımdan gelir. Bakan eden yok.
-Bakarlar bakarlar sen otur oturduğun yerde diye söylendi Elife teyze.
Ali dede’de her gün yaptığı gibi söylene söylene eline aldığı bir bakraç ve suyu içine boşaltacağı geniş ve yayvan bir kabı hayvanların sulanacağı alana doğru sürüklemeye başlardı. Köylerinde güneşin yakıcı sıcağında ve sağılmak üzere eve getirilen davarların sulanacağı yerel dilde “kürün” dedikleri sulama yerleri yoktu. Sürüde koyun ve keçileri olanlar da Ali dede gibi ellerine aldıkları birer bakraç ve sulama kabı ile sürüyü sulama yerine gelirlerdi.
Ali dede bir elinde baston diğer elinde çeşmeden doldurduğu bakraç ile görevini yerine getirdikten sonra eve gelir, evdekilerin ellerini çabuk tutmaları için bağırır çağırır, koyun ve keçilerin sağılmak üzere sokuldukları ağıla doğru hızlı adımlarla giderdi. Ve yine her gün yaptığı gibi iskemleye oturur, sırasıyla sağılacak hayvanların rahat durmaları için başlarını sağ kolu ile sıkıca kavrardı. Bazı koyunlar ise Ali dede’yi görmezlikten gelir, o yokmuş gibi hızla dışarı çıkmak isterlerdi. İşte o zaman kızılca kıyamet kopar Ali dede koyunları sağım yerine toplayan torununa avaz avaz bağırırdı…   

21 Mart 2013 Perşembe

SÖZDE KÜRDİSTANI ÖZGÜRLEŞTİRECEKLERMİŞ!


Günlerdir rahatsızım. Ne bir gazete okuyacak durumdaydım ne de haberleri izleyecek. Ağır bir grip illeti yakamı bir türlü bırakmadı günlerdir. Bugün biraz rahatlamıştım. İnterneti açıp hem arkadaşların yazdıkları yazılara bir göz atmak, hem de haber sitelerinde günün gelişen birkaç haberine…
İlgili sitelerde öne çıkan haberlerin başında Diyarbakır’da Kürtlerin kutladığı Nevruz bayramı(!) haberlerine ve görsellerine yer verilmişti.
Aylardır kamuoyunu meşgul eden İmralı-MİT görüşmeleri, PKK elebaşı ile yapılan heyet görüşmelerinde gazete manşetlerine yansıyan tutanaklar, milliyetçilik tartışmaları, BDP milletvekillerinin Karadeniz gezisinde yaşananlar, PKK terör örgütünce Kuzey Irak’ta aylarca tutsak edilen kamu görevlilerinin teslim ediliş biçimi, Reşadiye katliamında yedi askerimizi şehit eden Süleyman Şahin’in resimlere yansıyan sırıtışları…
Kimi Kürt yazarlarının ve sosyal ağ paylaşımlarında Cumhuriyetimizin kurucusu yüce önder Mustafa Kemal Atatürk’e karşı yapılan hakaretler ve saygısızlıklar…

Nevruz nedir?
Hanife Mert’in yaren adlı bloğunda yazdığı kadarıyla “Nevruz Bayramı, Türk Milli Kültürü’nde baharın müjdecisi, gece ile gündüzün eşit olduğu ve tabiatın en adaletli günü olarak kabul edilir… Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügat-it Türk adlı eserinde, bayram kelimesinin anlamını ‘ Bedhrem, halk arasında gülme ve sevinme, bir yerin ışıklarla ve çiçeklerle bezenmesi ve orada sevinç içinde eğlenilmesi’” olarak tarif ettiğini yazıyor.
Bugünkü ya da önceki günlerdeki Nevruz kutlamalarında öne çıkan nedir?
Baharın gelişinin kutlanması mı yoksa PKK terör örgütü elebaşının posterlerinin taşındığı, sözde renkli paçavraların taşındığı bir kutlama mı yapılmıştır.
Benim bildiğim bir ülkenin milli ve mahalli bayramlarında, kutlamalarında; o ülkenin bayrağı dalgalanır.
Diyarbakır bayram kutlama alanında bir tek Türk Bayrağı var mıdır?
Ya ne vardır?

Renkli paçavralar ve terör örgütü elebaşının posterleri.
Bu bağlamda benim vatanımda özgürce dalgalanmakta olan Ay- Yıldızlı Al Bayrağımın olmadığı, bilinçli olarak bulundurulmadığı bir ortamda kutlanan bayram benim bayramım olamaz.
O bayrak ki bu vatan toprakları için toprağa düşen, kanlarını feda eden Mehmetçiklerimizin bize bir hatırasıdır.
Nitekim bu duruma İç İşleri Bakanı Muammer Güler “Nefretle kınıyorum” diye tepki göstermiştir.
MHP Millet Meclisinde oturdukları sıralara astıkları Türk Bayraklarıyla durumu protesto etmişlerdir.
Sayın Başbakan “Bayrağın olmaması mesaja ters düşüyor; provokatif bir yaklaşım” açıklamasını yapmıştır.
Mensubu bulunduğu ülke bayrağını bayramlarda taşımayan…
Mensubu bulunduğu ülkenin kurucusunun posterleri yerine terör örgütü elebaşının posterlerine yer verenlerle ben bir araya gelip nasıl bayram kutlayacağım?

O terör örgütü ki yaklaşık kırk yıldan bu yana mazlum ve masum insanların kanını akıtmış, kurduğu pusularla binlerce ana kuzusunu şehit etmiştir.
Binlerce şehit ücra köy mezarlıklarında yatmaktadır. Gözü yaşlı anaların, babaların, yetim ve kimsesiz kalmış çocukların gözyaşlarıyla sulanmaktadır.
Günlerdir “Barış, kardeşlik” mesajlarıyla topluma mesaj vermeye çalışanların yaptıkları kutlamalarda bayrağa yer vermemeleri ne anlama gelmektedir?
Diyarbakır Nevruz kutlamalarında terör örgütü elebaşının mesajları okunmuş, Kandil’de bulunan KCK yürütme konseyi başkanı Murat Karayılan anında şu açıklamayı yapmıştır “ önder apo’nun başlattığı süreci kararlı bir şekilde hayata geçireceğiz…2013 Nevruzu çok tarihi bir aşamada karşılanmıştır… Kürt özgürlük mücadelesinin tüm Kürdistan’da çok önemli ve hassas bir aşamaya gelmiştir… Egemen devletler hazırsa, biz de barışçıl yollarla Kürdistan’ı özgürleştirmeye hazırız. Herkes bilmelidir ki, PKK savaşa da barışa da hazırdır.”

Nevruz Bayramı kutlaması adı altında yapılanlara bakar mısınız?
Şimdi bu açıklamaların manası nedir?
Sözde Kürdistan’ı özgürleştireceklermiş…
Bunu yaparken de örgüt elebaşının mesajında verdiklerini ya yaparsınız ya yaparsınız…
Yapmadığınız takdirde PKK savaşa da hazırdır diyebilmekte adeta meydan okumaktadır
Nitekim bir kısım PKK militanı dağdan inip Lice’de yapılan Nevruz kutlamalarına katılmışlar bir de konuşma yapmışlardır.
Bu bağlamda Hanife Mert arkadaşın bloğunda verdiği mesajlarla kutlanan Nevruzla, bu sözde Nevruz bayramı kutlamaları arasında bir bağ var mıdır?
Yukarıda verilen ve çeşitli internet sitelerinde haber başlıklarında kullanılan görsellerde de anlaşılacağı üzere terör örgütünün amacı açıkça ortadadır.
Bu nedenle Diyarbakır meydanında kutlandığı anlamda Nevruz Bayramı asla benim benimseyeceğim bir bayram değildir.
AKP Milletvekili Mehmet Metiner ise İlgili kutlamada Türk Bayrağının olmamasını "biçime takılmayın" şeklinde algılayabilmektedir...

12 Mart 2013 Salı

VE BEDENİN ÜZERİNDE ZULÜM...


Mehmet amca, kızı Zeynep’i düşündü. Uzun süre uyuyamadı. Zihnini kurcalayan pek çok soru vardı. Onlardan kurtulmak için gözlerini kapaması da işe yaramadı. Gözlerini kapayıp derin bir uykuya dalsa belki pek çok sorudan kurtulabilirdi; lakin bunu başaramadı bir türlü. Hiç birimiz kendimize ait değiliz diyordu. Hayatımız kurgulanıyor, davranışlarımız kurgulanıyor, kendimize yön vermekte zorlanıyoruz artık. Eski dostlukları özlüyor insan yaşananları düşündükçe. Eskiden böylemiydi ya! Herkes büyüğünü küçüğünü bilirdi. Konuşmasına, davranışlarına, arkadaş ve komşu hakkına dikkat ederdi. Ufak tefek meseleleri sorun etmezdi. Şimdilerde kendimizi daha bir özel hissetsek de hiç kimsenin bilge insan olmadığını; toplumla birlikte bodoslama aşağı sürüklenişimizi anlamak durumundayız.
İnsanlar bu sürüklenişin hemen herkesi sarmalamasını sessizce ve derinden seyrediyor sadece. Algı yanılsamasının girdabında kaybolup giden bir ruh haline sahip herkes. Yapılan hatalar yönlendiriyor bazen vicdanını kuma gömenleri. Bunların tutkuyla bağlı olduğu hiçbir şey yok. Sadece yaşıyorlar. Düşünme, algılama, yanlışı doğruyu ayırt etme yetisinden yoksunlar. Yoksa bir başkasının söylemesiyle insan doğru bildiğini bırakıp hataya yönelir mi? Kendini rastlantılara, sürüklenişe bırakır mı? Nereye varacağı belli olmayan yoz düşünceye kendini kaptırır mı? Başkalarına zarar vermek bir insanı rahatsız etmez mi? Demek etmiyor ki bunca olumsuzluklar, bunca gözyaşı, bunca hüzün, bunca çaresizlik yaşanıyor.
Olumsuzlukların önüne geçmenin en etkili yolu eğitimdir aslında. Eğitim gibisi var mı? Neyin doğru neyin yanlış olduğunu eğitimle öğreniyor insan. Kız ve erkek ayrımı yapmadan tüm evlatlarımızın geleceğe daha iyi hazırlanması için eğitilmelerini sağlamamız lazım. Süloların Hasan yeterli eğitimi alsaydı bir başkasının canına bu kadar korkusuzca ve sorgusuzca kıyabilir miydi?
Yıllar öncesini düşündü. Cumhuriyetin kurulduğu yılları. O yıllarda eğitime çok önem verilmişti. Köylerde yaşayan halkın eğitilebilmesi için okullar yapılmış, eğitmenler köylere gönderilmişti. O yıllarda eğitimin bilimin yol göstericiliğinde yürütülmesi esas alınmıştı. Kırsalda yaşayan halkın okuma yazma öğrenmesi, köy çocuklarının eğitim yoluyla yükselmesinin sağlanması ta o yıllarda eğitimin temel politikası olmuştu.
Eğitim ki öncelikle insanların aklını özgürleştirmeli. Araştıran, sorgulayan, eleştirebilen, çözüm arayabilen bireylerin yetiştirilmesi hedeflenmeli. Süloların Hasan eğitimden yeterince faydalanamamış ne yazık ki. Kendi aklıyla hareket etmemesi, vicdanını kuma gömüp, gözlerini kapaması bunu düşündürüyor.
Mehmet amca o gün, tam da kurşunun hedefini acımasızca bulduğu gün, sormuştu.
“Hocam” demişti “bu acı bu kıyım neden?”
Mehmet amcaya bakıp şunları söylemiştim o gün:
Eller çatlamış
Eller yaralar içinde
Kimi zaman yorgun
Dinç
Kimi zaman irice
Narin,
Bilinmez duygular akıyor
Gözler yorgun
Gözler uykusuz
Bu uykusuz gecelerde
Bu nefessiz mevsimlerde
Kan revan yürekler
Direniyor koca beden
Dindirmek için acıları
Zulümler bitmiyor,
Ne de umut
Bir beden
Toprak kadar anaç
Toprak kadar bereket fışkıran
Ve bedenin üzerinde zulüm
Zulmün ardı arkası kesilmez
Kaç mevsim sürecek bilinmez.”
İşte böyle Mehmet amca. Ne yazık ki Anadolu coğrafyasının bilgeliğinin farkında olmayanlar, her şeyi kendi çıkarları çerçevesinde ele alıp değerlendirmenin aymazlığı içerisindeler. Her şeyin üzerinden, insanlığın üzerinden, dostluğun ve arkadaşlığın üzerinden buldozer gibi geçip gidenler, bu kadim topraklara ihanet içerisindeler.
Ve bizler; her sabah, evet her sabah ve ne yazık ki yıllardan beri oynanmakta olan kirli bir oyunun içinde güne başlıyoruz.
Cehalet ve ihanetin, yıkım ve kuşkunun; korku ve yalanın yeşermekte olduğunu görüyoruz.
Oysaki bu görkemli coğrafyada yüz yıllarca bir arada sorunsuzca yaşamış insanların evlatlarıyız. Bunu unutmuş olabilir miyiz?
Bu zamanlarda bilinmez duygular akın ediyor durmadan. Birileri bağırıyor sanırsın fısıltıyla geceler ve günler boyunca. Gökyüzünden bir parça kopuyor o an, günler boyu hem de durmadan, ağır yüklerin altında nefes bile almadan.

6 Mart 2013 Çarşamba

YENİ DÜNYA DÜZENİNDE YAŞANANLAR





Gelin beraberce geçmişe bir yolculuk yapalım. 1990’lı yıllara.1991’de Sovyetler Birliği’nin çöktüğü yıllara ve sonrasına. Sovyetler Birliği çökünce iki kutuplu dünya düzenini tutan sacayaklarından biri yıkıldı, işlevsiz kaldı. Ve akabinde yenidünya düzeni kuruldu.
Bu kurulan yenidünya düzeninin düzenli bir dünya olmadığı 1990 sonrası yaşanan olaylarda anlaşıldı. Bu arada uluslar arası ticari şirketler kar amaçlı yatırımlarını sürdürmeye devam ediyorlardı. Tek istekleri daha da büyümek ve daha fazla kar elde etmekti. Doymak bilmeyen iştahlarını gidermek için gözlerini üçüncü dünya ülkelerine dikmişlerdi. Gelişmekte olan ülkelerin kaynaklarını ve ucuz işgücünü kendi çıkarları doğrultusunda kullanmanın hesabı içindeydiler.
Bu arada topluma tüketim alışkanlığı sistematik olarak pompalandı. Kitlelerin beyinleri uyuşturulmaya çalışıldı. Olmayan kaynağa rağmen kredi kartı furyası ile kitleler borçlandırıldı. Daha fazla kredi kartı daha fazla borç demekti. Ve daha fazla harcama demekti. Bu ise daha fazla kar anlamına geliyordu. Furyaya algı yanılsaması yaşayarak ve tepkisizce uyanlar borçlarını ödeyemez konuma geldiler. Bankalar daha fazla kredi kartı dağıtmak için sokaklara caddelere kredi kartı başvuru stantları açtılar. İnsanlar ise düşünmeden cüzdanlarında renk renk kredi kartı taşımak için o stantlara koştu. Kredi kartı taşımanın ayrıcalığını yaşamak keyfine erişmek için(!).
Yenidünya düzensizliğinin revize edilmesi sürecinde 11 Eylül trajedisi yaşandı. O trajediden bu yana geçen süreçte Dünya halkları ABD’nin jandarmalığında büyük dönüşümlere ve olaylara tanık oldu. Nerede bir sorun varsa orada ABD ve müttefikleri bir bilen(!) olarak daima hazırdı.  Onlar Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de, Somali’de, Latin Amerika’da kısacası Afrika ve Asya’da at koşturmaya devam ediyorlardı.
Bu arada çarpıcı rakamlar insanın dudaklarını uçuklatacak boyutlara ulaştı. “Dünyanın en zengin 200 kişisinin toplam serveti 1999’da 1 trilyon dolardı. Aynı tarihte en yoksul 43 ülkeye yayılmış 582 milyon insanın toplam geliri ise 146 milyar dolar civarında idi.”  Ve yine 2000’li yıllara gelindiğinde dünyadaki insanların yarısı günde 2 doların altında harcama yapabiliyordu. Ne ki, aynı yıllarda ABD’nin savunma bütçesi milyar dolarlarla ifade ediliyor ve arttıkça artıyordu.
Savunma bütçesi ABD’nin Irak ve Afganistan girişimlerine paralel olarak arttıkça arttı. Savunmasız ülkelerde savunmasız insanlara atılan kurşunlar ve yaşamını kaybedenlerin sayısı da bütçe artışına paralel artmaya başladı.
ABD başkanı Roosevelt, 1940 seçim kampanyasında, “Oğullarımız hiçbir yabancı savaşa yollanmayacak” sözünü vermişti. Oysa kısa süre sonra ABD II. Dünya Savaşı’nda ve Kore Savaşı’nda yer alacak ve üzerine düşeni o savaşlarda yerine getirecekti. Başkan Roosevelt’in sözleri ise tarihin çöplüğündeki yerini çoktan almıştı.
Bugün dünya’da ABD’ye duyulan tepkinin altında yatan gerçek nedir? Bana göre tepkinin en önemli nedeni ABD’nin yaptıklarıyla alakalı ve orantılıdır. Filistin halkının İsrail ile mücadelesinde uğradığı katliamlara ABD kayıtsız kalmış, silahlarının kullanılmasına sesini çıkarmamıştır. Keza Afganistan ve Irak’ta ABD uygulamalarına duyulan tepki yine o ülkelerde ABD’nin yaptıklarıyla orantılı değil midir? İkinci Irak savaşı öncesine bakıldığında Irak’a uygulanan ambargo nedeni ile yüz binlerle ifade edilen Irak’lı çocuk hayatını kaybetmiştir. Aynı ABD Irak- İran savaşında Saddam’ın destekçisi olmuş ve hatta Saddam’ın 1989 yılında Halepçe katliamına sesini çıkarmamıştır.
Bu süreçte iki kutuplu uluslar arası ortam için oluşturulmuş Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, Uluslar arası Para Fonu gibi ABD denetiminde ticari örgütlerle dünya ekonomisine yön verilmeye çalışıldı. 1980’li yıllarda Avrupa Birliği oluşumunun şekillendirilmesi ile Avrupa ayrı bir ekonomik güç olmaya doğru koşmaya başladı. Ayrıca Kuzey Amerika Serbest ticaret Birliği (NAFTA), Güneydoğu Asya Serbest Ticaret Birliği (AFTA), Karadeniz Ekonomik işbirliği (KEİ) kuruldu.
 Kısacası ekonomik alanda da gözle görülür bir kutuplaşma ve yeni bir ekonomik anlayış ortaya çıkmaya başladı. Bu anlayış içerisinde bir yandan gelişmiş ekonomiye sahip ülkelerin daha fazla kar amaçlı girişimlerine karşılık gelişmekte olan ülkelerin halkını doyurmaya yönelik çalışmaları dünya gündemine damgasını vurdu.
Bir yandan aç karnını doyurmaya çalışan Afrika ve Asya halkları diğer yandan var olan zenginliğine zenginlik katma çabasında olan gelişmiş ülkeler. Bu açmazın sonucunda gelişmekte olan yoksul ülkelerde ekonomilerini ve ekonomik kaynaklarını kendi çıkarına kullanmaya çalışan ülkelere karşı bir karşı koyma dürtüsünü de beraberinde getirdi.
Süper güç olan ABD şu günlerde piyasaya sunduğu ekonomik krizle de gündemdeki yerini korumaktadır. Krizde de süper güç konumundadır.
Bu bağlamda bize düşen Horace’nin “Yarın ne olacağını sormaktan kaçın” sözü mü olmalıdır? Yoksa sormalı mıyız?

KÖRLEŞMENİN BÖYLESİ



Anadolu coğrafyasının bilgeliğinin farkında olmayanlar, her şeyi kendi çıkarları çerçevesinde ele Alıp değerlendirmenin aymazlığı içerisindeler. Her şeyin üzerinden buldozer gibi geçenler, bu kadim topraklara ihanet ediyorlar.
Her sabah; evet her sabah ve ne yazık ki yıllardan beri oynanmakta olan kirli bir oyunun içinde güne başlıyoruz.
Cehalet ve ihanetin, yıkım ve kuşkunun; korku ve yalanın yeşermekte olduğunu görüyoruz.
Oysaki bu görkemli coğrafyada yüz yıllarca bir arada sorunsuzca yaşamış insanların evlatlarıyız. Bunu unutmuş olabilir miyiz?
Kendini Kürt olarak lanse eden bir aymazın yazdıkları; Anadolu coğrafyasında emperyalizme hak ettiği darbeyi vuran bu milletin bağrından çıkan Mustafa Kemal’e ihanetin hangi boyutlarda olduğunu göstermesi bakımından düşündürücüdür.
Atatürk ilkelerinin çağdaş yaşamımızda ne kadar önemli olduğunun bilincinde olan bu ve benzeri aymazlar, o ilkeleri içlerine bir türlü sindirememekte; Şeyh Sait, Seyyid Rıza ve benzeri işbirlikçilerin takipçiliğini yapmaktan zevk almaktalar.
Kendisini Kürt aydını olarak lanse eden bu aymaz [Ülkemiz artık postalcı ve takunyacı Kemalist sistemle yönetilemez. Evrensel insan hakları ve hukuk kurallarının işlenmediği bir yönetim biçiminin adı cumhuriyet olması hiçbir şeyi değiştirmez. İnsanlara zorla şapka giydirmeyi inkılâpçılık diye sunulması da bir aldatmacadan ibarettir.]
Bu kendini bilmez aymaz Cumhuriyet yönetimini beğenmemekte “postalcı ve takunyacı Kemalist sistem” söylemi ile bilinçli olarak kitleleri kandırmanın yolunu kendince çıkar yol olarak görmektedir. İnsanlara zorla şapka giydirmeyi inkılâpçılık diye sunulması da bir aldatmacadan ibarettir” söylemi ile de tarihi gerçekleri çarpıtmanın peşindedir.
Toplum bunları tanımaktadır. Bunların amaçlarını bilmektedir. Cehalet ve aymazlığın boyutları;  gelinen noktada kendini aydın olarak görme heves ve arzusu ile yanıp tutuşan, lakin tarihi gerçekleri anlatan, yazıp çizen, yerli ve yabancı kaynakları araştırma ve okuma gereğini duymayan, sadece ve sadece kulaktan dolma yalan ve dolanlarla insanları kandırmanın peşinde olanları anlamamızı sağlamaktadır.
Utanmadan ve sıkılmadan bu cümleleri yazan beğenmediği Cumhuriyet yönetiminde geçimini sağlamak için bağlanmış olan emekli aylığını almakta; akabinde ise kinini kusmaktan geri durmamaktadır.

Aymazlığını bir adım daha ileriye taşımakta beis görmeyen sözde aydın bakınız devamla neler yazıyor [Kemalizm’in laiklik anlayışı da sahtedir. Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı eliyle tek din, tek mezhep inancına dayalı bir sistemin laik olması mümkün değildir… Sahte bir laiklikle yıllardır halklar aldatılmaktadır]
Şimdi bunun neresinden başlamalı, ele almalı insan şaşırıyor. Bizim sözde aydın “tek din, tek mezhep inancına dayalı bir sistemin laik olması mümkün değildir” deyip kararını veriyor ve noktayı da koyuyor. Demek ki neymiş bizim aydına göre “tek din ve tek mezhep” ile laiklik olmazmış. Ya ne olacakmış? Anlaşılan o ki birden fazla din ve mezhep olacakmış ki gerçek laiklik olsun. Yoksa sahtedir(!). Bu sahte laiklikle de yıllardır halklar aldatılmaktadır (!)…
Oysaki laiklik nedir? Din ile devlet işlerinin ayrılmasıdır. Atatürk’ün laiklik anlayışı bu kadar açık ve nettir. Sözde aydınımıza sormak gerek; laiklikle yönetilen ve laikliği benimsemiş kimi Avrupa ülkelerinde kabul edilmiş kaç din vardır? Yani laikliği benimsemiş ülkelerde illa ki birden fazla dinin mi olması gerekiyor? Birden fazla din olmazsa o ülkede laiklik sahte midir?
Eğer Atatürk’ün getirdiği laiklik sahte(!) ise gerçeği nasıldır? Yazısını satır satır okudum ama sahte dediği laikliğin yerine gerçeğini (!) yazmadığını gördüm. Demek ki gerçeğini(!) kendisi de bilmiyor sözde aydınımız.
Hızını alamayan sözde aydınımız milliyetçiliğe de daha doğrusu “Atatürk Milliyetçiliği”ne de kızmaktadır. “Zaten ‘ Atatürk Milliyetçiliği’ de uydurulmuş bir kavramdır” söylemi ile bunu açıklığa kavuşturmakta lakin nasıl sahte olduğunu açıklamamaktadır.
Bu ve benzeri sözde aydınlar ne yazdıklarının farkında olmadıkları gibi Atatürk’ü ve fikirlerini de anlamaktan uzaktırlar. Bu aymazların Atatürk’ü anlamasını beklemekte yanılgı olur.
Milliyetçiliğe karşı olan bu aymazlara Kurtuluş Savaşımız sırasında Türkiye’ye gelen Amerikalı kadın gazeteci Clair Price’nin “Türkiye’nin Yeniden Doğuşu” adlı kitabında yazdıklarıyla cevap verelim.
“… Eski yasa tanımaz Batı emperyalizminin yerine yeni yasalara saygılı bir Doğu rejiminin geçmesini öneren milliyetçilik, bugünkü Türkiye’nin itici gücüdür ve Türkiye, bu sayede dünyanın kilit öneme sahip ülkelerinden biri olmuştur. Milliyetçilik, bugün Türkiye’yi kaynaştırıp birleştirmekte ve bölmemektedir. Milliyetçiliğin haykırışı, güçlü ve sağlıklı bir düşünceyi dile getirmektedir.”