28 Mart 2013 Perşembe

ALİ DEDE (Kısa bir öykü)



Ali dede ile Ökkeş emmi her gün kesintisiz yaptıkları gibi sabah güneşinin ısıtmaya başladığı duvar dibine doğru ellerinde bastonları yavaş yavaş gittiler. Güneşle birlikte buharlaşmaya başlayan toprağın etrafa saldığı kekremsi koku etrafı sarmaya başlamıştı. Yeni yeni filizlenen kır çiçekleri de yüzlerini güneşe dönmüşlerdi. Ali dede ile Ökkeş emmi de baharın verdiği canlılığı kıskanırcasına etrafı gülen gözlerle seyrediyorlardı.
Yetmişli yaşlarını çoktan devirmiş, feleğin çemberinden geçmiş, nice gailelerle boğuşmuş Ali dede ile Ökkeş emminin kendi köyleri olan Soğuksu dışında çevre köylerde de sözleri dinlenirdi. Anlaşmazlığa düşenlerin çözüm için ilk başvurdukları kişiler onlardı.
Ali dedenin okuryazarlığı olmadığından bu konudaki eksikliğini ya Ökkeş emmi ya da torunları giderirler, Ali dedeye yardımcı olurlardı. O da bu nedenle okuryazar olmayışının sıkıntısını eskisi gibi pek duyumsamazdı.
Ali dedelerin köyü düz damlı, kınalı ellerce özenle sıvanmış; gelişigüzel açılmış demirli pencereleriyle, hayvanların yanı sıra saman ve ot yığınlarını çıkarmaya yarayan geniş pencereleri ve kapılarıyla, önlerinde devasa “tuz taş”larıyla, kuzey rüzgârlarına karşı güneye açılmış kapılarıyla, yapı ustalarının ne denli bölge ikliminin özelliklerini nakış nakış taş duvarlara işlediğini görenleri hayran bırakmasıyla ve sıralı söğüt ağaçlarıyla bozkırın ortasında ta uzaklardan fark edilen büyükçe bir köydü.
Çevre köylerle iç içe olan tarım arazisiyle, mera ve otlaklarıyla, buz gibi su kaynakları ile bilinirdi.
Köyün bazı mevkilerinin adları sahip olduğu kaynak suları nedeni ile Yukarı Pınar, Ak Pınar, Kör Pınar, Gölyeri şeklinde idi.
Köy yaşamının güzelliği bir başkadır aslında. Kıt kanaat geçim şartlarına ve yoksulluğa rağmen vazgeçilmezdir. Tan ağarmadan başlayan yaşam mücadelesi gecenin geç saatlerine kadar devam eder. Köy insanı için durmak yoktur. Çalışmak devamlı çalışmak ve ele güne muhtaç olmamak vardır.
Ali dede hafif kamburlaşmış, hasta gibi ağır ama dikkatli, bastonu ile yere sağlam basarak, duvarın dibindeki yerini alırdı sabahları. Orta boylu, yüzü yetmişini devirdiğini belli edecek şekilde kırış kırış, eski ama temiz giysili, başında kalan iki tutam saçı kapatan köylü kasketi ile dikkatleri üzerinde toplayan bir ihtiyardı. Çevresi ile devamlı ilgilenirdi. Ökkeş emmi ile yan yana geldiklerinde sohbetleri genelde köye ve yaşama dairdi. Olan bitenleri aralarında konuşurlar, ölçer biçer öyle karar verirlerdi. Her ikisi de küçük yaştaki çocukların olmazsa olmazlarıydı. İşi olan komşu kadınlar çocuklarını yanlarına bırakır, gönül rahatlığı ile işlerini yaparlardı.
Ökkeş emmide kendinden beklenmeyecek çeviklikte, uzun boylu, kara yağız, yılların yorgunluğu yüzünde ilk bakışta belli olan, mert ve sözüne güvenilir biriydi.
Her ikisi de seferberliğe katılmış, cephede yaralanmış, aldıkları yaraların izi ile gurur duyan gaziydi.
Ali dedenin eşi Elife teyzede güngörmüş, seferberlik sırasında çocuklarına hem analık hem de babalık yapmış, Ali dedenin yokluğunda evin tüm işlerinin üstesinden gelmiş bir kadındır. O da merttir, sözünün eridir. Komşuların eksiklerini tamamlamak için uğraş veren, ihtiyaç için gelen komşu kadınları geri çevirmeyen biridir. Bu onun köy kadınlarınca sevilmesinin en önemli sebebidir.
Tan ağarmaya yakın bir hayhuydur alır yürür evlerin odalarını, uykulu gözlerini ovalayarak ahırlara seğirtir evin yaşlıları. Köyün hayvanlarını gün boyu bozkırda otlatacak sığır çobanının hayvanları meydanda toplama zamanıdır, geç kalındığında hayvanları hergeleye katma zamanı geçecektir, bu ise zaman kaybıdır tekrar evde kalan hayvanları çobana teslim etmek için.
Köyün meydanında toz bulutu kaldırarak otlamaya giden hayvanların sabahın serinliğinde etrafa bıraktıkları, üzerlerinde buhar tüten dışkılarını toplamaya sıra gelir sonrasında. Daha fazla hayvan dışkısı toplamak için acele edilir. Ahırda da ne var ne yok çıkarırlar dışarıya. Birisi çiğner, diğeri şak şak duvara yapıştırır. Kışın yakacak sıkıntısını atlatmak daha çok tezek anlamına gelir çünkü. Ağızları sarılı, paçaları çemreli kadınlarca. Evlerde bulunan çocuklar bağırırlar ara sıra.
-Anaa ana gızz!
Ana ilkin oralı olmaz. İşini bitirme telaşındadır. Gün daha yeni başlamıştır, yapılacak işler beklediğinden çabuk davranması gerekmektedir. Ne ki çocuklara laf anlatmak olası değildir.
-Anaa ana…
-Ne var,  ne diyon?
Çocuk daha yüksek sesle bağırır bu sefer, sesinin işitilmesinden aldığı cesaretle.
-Acıktım anaa…
- Ölmedin ya, acıktıysan ekmek bendemi git al zıkkımlan.
-Arasına yağ sürem mi?
- Sür sür… Üstüne de az biraz şeker koy…
Ana işini bitirmiştir. Yorgun eve döner. Genişçe bir sofra bezi arasına istiflenmiş yufkadan bir tane alır, acelesi varsa arasına peynir ve taze kaymağı katık etmeden; zamanı varsa kocaman bir peynir dürümünü eline alıp bir yandan yapılmayı bekleyen ev işlerini yaparken o günkü kahvaltısını da yapar usul usul.
Evin ninesi Elife Teyze ve dedesi Ali dede çoktan kalkmış karınlarını doyurmuşlardır. Dede elinde baston yavaş yavaş her gün yaptığı gibi sabah güneşinin değdiği duvar dibine gitmektedir. Ve yine her gün oturup sırtını güneşe verdiği taş kimi zaman çocuklar tarafından yerinden oynatılmıştır. İşte o zaman dede söylene söylene bastonunu usulca duvara dayayarak uflaya puflaya taşı eski yerine getirir, bir yandan da “ boyu devrilesiceler oynayacak yer mi yok be ya…” diye de söylenmektedir.
Ali dede kardeşi Mehmet’le birlikte seferberliğe katılmış, çeşitli cephelerde savaşmış, kendisi geri dönmüş ancak kardeşini savaşa kurban vermişti. Kardeşinin acısı hep yüreğinde bir sızı olarak yer etti. Canından çok sevdiği ve kendisinden küçük kardeşi Mehmet’i Doğu Cephesine göndermişlerdi, kendisi de Balkan ve Yemen cephelerinde bulunmuş, aldığı yaraların acısına aldırmadan savaş sonuna kadar cepheden cepheye koşmuştu. Köyünden ve komşu köylerden seferberliğe katılan akranlarından birçoğu şehit düşmüş az sayıda geri dönen olmuştu. Ancak kınalayarak cepheye gönderdikleri Mehmet çok ama çok beklemelerine rağmen geri dönmemişti.
Sarıkamış cephesinden dönen civar köylerden gazilerle daha sonraları yaptıkları konuşma ve araştırmalarda Mehmet’in Ruslara esir düştüğünü öğrenmişler, acıları feryada dönüşmüştü. Mehmet’in dondurucu soğuklarda, kar ve buz kütleleri arasında Sibirya steplerinde, değişik bir tek renk ve manzaranın olmadığı her tarafın buz ve beyaz renkten ibaret olduğu, ısınmanın çok zor şartlarda mümkün olabildiği çadırlardan oluşan esir kamplarından birinde savaş sırasında aldığı yaraların etkisi ile belki de esirlerin çalıştırıldıkları taş ocaklarından birinde hakkın rahmetine kavuştuğuna inanıyorlardı artık. Uzun süren savaşlarda cephede yıllarca savaşan arkadaşlarından köyüne geri dönen Hüseyin Çavuş’un yemen çöllerinde ki anılarını anlatışını köy odasında toplandıklarında sık sık dinler şehit düşenleri rahmetle anarlardı.
Ali dede dışarıya kapının önüne çıktığında sıklıkla bastonu elinde, ağzında sigarası ile ya her gün gidip üzerine oturduğu taşa oturur ya da ileri geri volta atarak kardeşi Mehmet’i ve çocukluklarını düşünürdü. Sarıkamış muharebelerinde en çok kızdığı Enver paşa idi. Çünkü ona göre,  karakışın acımasızlığına yazlık kıyafetleri ile teslim edilen Arap çöllerinden getirilen askerlerimiz ve Edirne’den de gönderilen hazırlıksız birliklerimizin telef olmasında ki en büyük pay onundu. İstiklâl Harbi dendi mi gözleri parlar, ufka kayan gözleri dalar gider “Allah bu memleketin evlatlarına zeval vermesin. Türk milletinin topyekûn azmini ve Mustafa Kemal’in varlığını ve düşüncelerini bu vatan topraklarında eksik etmesin” derdi. İçini kemiren kardeş hasreti ve hayatın ona sunduğu acımasızlıkla boğuşurken düşmanın yapamadığını yoksullukla geçen yıllar yapmış beli bükülmüş, o koca dağ artık iş yapamaz konuma gelmişti.
Savaş yıllarında köylerinde kalan kadınlarla birlikte kendi eşi Elife de evin hem erkeği hem de kadını olmuştu. Nasırlaşmış elleri ve bakır rengini almış yüzü ile eşinin yokluğunda kızları ile birlikte yaşam mücadelesi vermişlerdi. Ali dede’nin dört kızı vardı ancak çok istemesine rağmen bir türlü erkek çocuk sahibi olamamış rabbim onu kendisinden esirgemişti. Olsundu, ne fark ederdi ki ha kız ha erkek evlat. Onun gözünde kızları da birer erkek evlat konumunda idi.
Ali dede’nin köyü ile birlikte etraf köyler gaziler ve şehitler köyü idi. Harp sırasında eli silah tutan her erkek silâhaltına alınmış… Çevre köyler savaşın acısını da, zaferlerin sevinçlerini de sonuna kadar yudumlamış; erkeklerin çoğunu şehit vermiş, kalanların ise çoğu gazi olmuştu. Bu topraklar şehitlerine de gazilerine de her zaman minnetle bakmış, onları bitip tükenmez sevgi yumağı ile bağrına basmıştır. Gazilerin savaşta aldıkları yaraları fark etmek pek de zor değildi. Ali dede’de bacağından vurulmuş bir gazi idi. Savaşta aldığı ufak tefek yaralardan bahsederken kahpe bir şarapnel parçasının bacağında açtığı derin yara izini etrafındakilere gururla gösterirdi.
Geride kalan kadınlar ise acıların her türlüsünü ta yüreklerinin dibinde hissetmişler, yoksulluğun adım adım ilerlediği ve bir lokma ekmeğin altın değerinde olduğu günlerde çilenin her türlüsünü tatmışlar, yinede ağızlarından bir tek “ ah “ sesi çıkmamıştır. Her şeye, her zorluğa karşın yılmamışlar; büyük harbe ve sonrasında gelen İstiklâl harbine yetiştirdikleri evlatlarını göndermişler; Anadolu toprağında ve köylerinde savaşın acılarını yok etmeye; savaşa gönderdikleri kocaları, oğulları, kınalı kuzuları ile gurur duymuşlar; her biri bağrında hissettiği, yüreğinde için için yanan yangına aldırmadan; acıya, bin bir çeşit çileye ve yoksulluğa aldırmadan daima başı dik gezmişlerdir…
Yaşı epeyce ilerlemiş olan Ali dede dışarı artık bastonla çıkıyor bazen huysuzluğu tuttuğunda hırsını eşi Elife’den alıyordu.
-Elifee! Diye bağırdı yine o sabah
Elife ise Ali dede’nin bu huyunu bildiğinden olacak ki duymazlıktan geldi ilkin. Ancak Ali dede bu sefer avazı çıktığı kadar tekrar bağırdı.
-Gızz Elifee…
-Ne var gene ne oldu?
-Ne olacak kuşluk yaklaştı, şimdi birazdan davar yaylımdan gelir. Bakan eden yok.
-Bakarlar bakarlar sen otur oturduğun yerde diye söylendi Elife teyze.
Ali dede’de her gün yaptığı gibi söylene söylene eline aldığı bir bakraç ve suyu içine boşaltacağı geniş ve yayvan bir kabı hayvanların sulanacağı alana doğru sürüklemeye başlardı. Köylerinde güneşin yakıcı sıcağında ve sağılmak üzere eve getirilen davarların sulanacağı yerel dilde “kürün” dedikleri sulama yerleri yoktu. Sürüde koyun ve keçileri olanlar da Ali dede gibi ellerine aldıkları birer bakraç ve sulama kabı ile sürüyü sulama yerine gelirlerdi.
Ali dede bir elinde baston diğer elinde çeşmeden doldurduğu bakraç ile görevini yerine getirdikten sonra eve gelir, evdekilerin ellerini çabuk tutmaları için bağırır çağırır, koyun ve keçilerin sağılmak üzere sokuldukları ağıla doğru hızlı adımlarla giderdi. Ve yine her gün yaptığı gibi iskemleye oturur, sırasıyla sağılacak hayvanların rahat durmaları için başlarını sağ kolu ile sıkıca kavrardı. Bazı koyunlar ise Ali dede’yi görmezlikten gelir, o yokmuş gibi hızla dışarı çıkmak isterlerdi. İşte o zaman kızılca kıyamet kopar Ali dede koyunları sağım yerine toplayan torununa avaz avaz bağırırdı…   

4 yorum:

  1. Elinize sağlık hocam o kadar canlı yazıyorsunuz ki, gözümün önünde resmi geçit yapıyorlar karakterler, koyunlar, çiçekler, bozkırlar....işte böyle Sibirya esir kamplarına esir düşerek, şehit düşerek kurduğumuz vatan topraklarını şimdi utanmadan düşmana kıytıkırık haydutlara peşkeş çekiyorlar:( elimde değil o aklıma geldi hemen..:(

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Okuyan gözlerine sağlık Müjde kardeşim. Yorum için teşekkür ediyorum. Bu ülke dedelerimizin kanlarıyla kazanıldı. Bu millet bunu çok iyi biliyor. Nice Mehmetler bu uğurda can verdi.
      Selam ve saygılar.

      Sil
  2. Ne güzel bir hikaye Hüseyin Hocam, elinize emeğinize sağlık..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Beğenmenize sevindim Hanife Hanım. Selam ve saygılar.

      Sil