29 Mayıs 2013 Çarşamba

SOĞUK BİR KASIM SABAHINDA !


Soğuk bir kasım sabahı. Uzaklarda, Akbaba Dağları’nın karlı tepelerinde ve hemen yakınlarında görünen, pelikanların üzerinde uçtuğu devasa göl ve sırtını yamaca dayamış Cala… Çıldır’lı Aliyar Uğurlu’nun minibüsü yeni yağmış, donmak üzere olan kar örtüsünü sağa sola savurup arkasında beyaz bir toz bulutu bırakarak gitmekte. Yer yer boyası çatlamış gümüş renkli minibüsünü, kıvrımlı Arpaçay Çıldır yolundan, Akbaba dağlarının kuzeyine, Cala’ya sürüyor.
Üniversiteden yeni mezun Çorumlu Meriç Uyanık ile birlikte minibüsün camından beyaz örtüyü seyrediyoruz. Görev yerimize giderken. Minibüsün kaloriferleri yanmıyor. Arızalı, yaptıramadım diye söyleniyor Aliyar parkasını kulaklarına doğru biraz daha çekerek… Meriç ayazın nefesle birleşmesini fırsat bilip buharlaşan gözlüğünün camlarını siliyor mendiliyle homurdanarak.
Ankara’dan yola çıktığımızda dağ taş henüz sonbaharın renklerini kaybetmemişti. Uzun bir otobüs yolculuğunda ciğerlerimize dolan sigara dumanından nasibimizi almıştık. Giysilerimizde yoğun bir sigara kokusu vardı. Kars’a gelmiştik. Burnumuzun direğini sızlatan duman ve ayak kokusundan kurtulduk diye sevinirken, taze yağmış kar ve insanı iliklerine kadar donduran ayaz bizi karşıladı… Sevincimiz yarım kalmıştı. Elimizde doğru düzgün birer valizimiz dahi yoktu. Öyle ya memleketin her tarafını aynı bilirdik! Ankara’da ne varsa Kars ve kırsalında da o var düşüncesindeydik. Öğretmen olmuştuk. Lakin görev yerimizin özelliğini hesap edemeyecek kadar da bilinçsizdik. Bir Allahın kulu çıkıp gerçeği ve karşılaşacağımız sorunların ipuçlarını söyleme gereğini duymamıştı.
Bu durumda beklediğinin aksine, beklemediği sorunlarla karşılaşan genç ve idealist öğretmen ne yapsın?
Çok geçmeden minibüs şoförü Aliyar’ın “işte Cala” diyen sesiyle etrafa ilgiyle bakmaya başladık. Minibüs Çıldır gölünün kıyısında acı bir fren yaparak durdu. Şaşkınlığı üzerimizden atamadan minibüsten indik. Göl üzerinden Cala’ya esen dondurucu rüzgâr ayazla birleşince şiddetli bir şamar gibi yüzümüzü yalamaya başladı… Meriç dişlerini gıcırdatarak gözlüğünün camını siliyordu… Boş gözlerle etrafa bakarken, Aliyar eliyle az ileride, toprak damlı, kesme taştan örülmüş, taşların bağlantı yerleri kireçle boyanmış tek göz bir damı gösterdi. “Oraya gidin. Üşümeyin. Sıcak birer çayda içersiniz, kahve orası”. Gaz pedalının verdiği gücün etkisiyle, egzozundan çıkan koyu bir duman ve homurtuyla minibüs uzaklaşıp gitti.
Soğuğun da etkisiyle kendimizi kahveye attık. İçerisi yoğun bir sigara dumanıyla kaplıydı. Kırık dökük birkaç tahta masa ve sandalye göze çarpıyordu. Masaların etrafında yetmiş yaşını aşmış dört beş kişinin yanı sıra, doksan yaşını aşmış iki kişi daha vardı. Bir iki masada ise gençler oturmuş okey oynuyorlardı. Orta yerde gürültüyle yanan sobanın etrafına iyice sokulmuş yaşlılar selamımızı aldılar. Sonradan adının Binali olduğunu öğrendiğimiz kahveci yabancı olduğumuzu görünce sobanın etrafında yer açıp getirdiği tahta sandalyelere buyur etti. Sobada gürültüyle yanan tezeklerin kırıntıları etrafa saçılmıştı. Binali’nin getirdiği çaylar içimizi ısıtmıştı.
Konuşmalardan adının Hamza olduğunu anladığımız ya da sonradan bizlerin Hamza Dayı olarak bileceğimiz yaşlı adam kahvede, gürül gürül yanan sobanın önünde kemiklerini ısıtıyordu. Dışarısı yaşlı biri için oldukça soğuktu.
Kendimizi tanıtıp, Hamza Dayıya halini hatırını sorduk. Hamza Dayı sağlığının yerinde olduğunu söylüyor; hafızası da hiç tekliyor gibi görünmüyor. Geçmişi ve günümüzün olaylarını gözlerini kısıp, ellerini yanan sobaya doğru tutup kendince yorumluyor. Gençlik yıllarını günümüz yaşamıyla kıyaslıyor.
Genç yaşta yitirdiği babasının ölümünü, çocukluğunda yaşanan büyük grip salgınında anasının ve kardeşinin, komşularının nasıl ölümün eşiğinden döndüğünü, İstanbul’a çalışmak için ilk defa gittiğinde yaşadığı zorlukları, inşaatta çalışırken bacağını nasıl kırdığını ve işten kovulmasını, yüzünde hafif muzip bir gülümsemeyle anlatıyor.
Kahveci Binali ise Hamza Dayının çayını tazelerken, bu kadar uzun ömürlü ve dinç olmayı nasıl başardığını soruyor. Hamza Dayı yaramaz bir gülümsemeyle; “içki yok, sigara yok kadın yok”, diyor. Cala’da süt, yoğurt, yumurta, buldukça meyve ve dağlarda toplanan otlardan bol bol yediğini, kırmızı eti nadiren ağzına koyduğunu söylüyor.

Meriç gözlüğünün üstünden bana bakıyor söylenenleri işittikçe. Ben de başımı sallıyorum Hamza Dayıyı onaylarcasına. Hamza Dayının beslenme felsefesi çok basit aslında; “çok değil, her şeyden biraz biraz”. Sağlığı yerinde görünen doksanlı yaşlardaki Kudret amca da öyle, Allahverdi amca da ve diğerleri de.

18 Mayıs 2013 Cumartesi

19 MAYIS



Yarın 19 Mayıs Atatürk’ü anma, Gençlik ve Spor Bayramı.
AKP’nin ulusal bayramların kutlanması şeklini değiştirmesinden bu yana halk bayramları eskiden olduğu gibi meydanlarda, ellerinde Türk bayrakları ile kutlamaya devam ediyor.
Ankara’da Atasına Anıtkabir’e koşuyor.
Ankara, İstanbul, İzmir, Samsun başta olmak üzere çeşitli illerde kutlamalar çerçevesinde etkinlikler düzenlenecek.
Son yıllarda Mustafa kemal’in büstlerine yapılan saldırılar, asılı oldukları yerden indirilen, çöpe atılan resimleri, çöpe atılan Gençliğe Hitabeler, tarihin belleğine aykırı söylemler...
Bir büyük devrimcinin, bir büyük kurtarıcının hak etmediği davranışlar, söylemler…
Mustafa kemal’in en büyük eserim dediği Cumhuriyete yapılan saldırılar…
Sığ, düzeysiz, tarih bilincinden kopuk söylemler…
Ölümünden yıllar sonra hedef tahtasına oturtulan, lakin yine de bir türlü başa çıkılamayan, fikir ve düşünceleri alt edilemeyen, dünya milletlerinin dünyanın önde gelen liderleri arasında sayıp saygı gösterdiği Atatürk kimdir?
Hiç şüphesiz bu soruya verilecek en güzel cevap; O, tarihin tanıdığı en cüretli, en büyük ve en kapsamlı kültür devriminin baş mimarıdır.
Düşünceleriyle ilericidir.
Demokratik bir ideolojiye sahip, sürekli devrimcidir.
Geçmişin kalıplaşmış Ortaçağ düşüncesi yerine çağdaş düşünceyi hedeflemiştir.
19 Mayıs 1919 günü ayak bastığı Anadolu topraklarında yok edilmek istenen bir ulusu yok oluştan ve esaretten kurtarmasını bilmiştir.
Yıl 1919 Mayısı
Yer Samsun
Bandırma vapuru yanaşıyor rıhtıma
Çelikleşmiş bakışları ile Mustafa Kemal ayak basıyor toprağa
Havza toplantısı ve Amasya Genelgesi…
Yol alıyor Mustafa kemal milletin bağrına…
Erzurum, Sivas kongreleri…
27 Aralık 1919
Ankara’da karşılıyor Seğmenler davulla, zurnayla, halaylarla…
Başlıyor amansız mücadele…
İnönü,
Kütahya Dumlupınar,
Afyon Kocatepe,
Başkomutanlık Meydan Muharebesi…
Düşmanı kovalıyor Mehmet’im
Ta İzmir’ kadar…

14 Mayıs 2013 Salı

TOPRAK KAVRULMUŞTU



Tan ağarırken sabahın serinliğinde, ışığa sevdalı çiçekler arasında bahçeye çıktım. Ağaç dallarında günü karşılayan kuşlar, olağanüstü sevda devrimleri sevinciyle kanat çırpıyorlardı. Çarşaf gibi gökyüzünün altında kıpırdamadan duran üzüm bağları, yeşil yapraklarıyla bozkırın ortasında kocaman kayalıkları andırıyordu. Hava rüzgârsız, gökyüzü masmavi, sokak aralarında çocuk sesleri, telaşla koşuşturan, havanın etkisiyle olacak ıslık çalarak işine giden insanlar. Birbirine yaslanmış boz renkli kerpiç evler, aralarında kırmızı kiremitli taş evlerle yarenlik ediyordu.
Bahçenin uzak köşesinde kendi elimle diktiğim çam fidanları güneşle birlikte yeşilliğini sergiliyordu. Sabahın serinliğinde suya hasrettiler. Rüzgâr dallar arasında ince toz tabakasını sıyırsa bile İğneyapraklı çam fidanları bir gelin gibi tozla süslenmişlerdi. Bir kova dolusu suyla bahçenin dört bir yanında açmış çiçekleri göz ucuyla severek yanlarına gittim. İnce yeşil iğne yapraklarını okşadım. Elimle diblerindeki toprağı hafif genişlettim. Suyu fidanların dibine döktüm. Toprak kavrulmuştu. Bir kova su daha döktüm. Ağaçlarında sevgiye ve bakıma muhtaç olduklarını düşündüm.
Yaşamını yitirmesi sonrasında ananın sıklıkla oğlunun mezarına elleriyle diktiği çiçekleri suladığını biliyordum. Bir seferinde sokakta karşılaştığım da ana:
- Oğul oğul, demişti bana, insanı insan yapan özellikler, hasletler vardır. İnsan kendini ve davranışlarını sorgulamalıdır. Bilmediği şeyleri sorup öğrenmelidir. Toplumsal algının kabul ettiği davranışları benimsemelidir. Önemli olan olmaması gerekenlerdir. Toplumu inciten, küstüren, araya nifak tohumları sokan davranışların yapılmamasıdır. Benim ciğerim yandı bir kendini bilmezin anlık davranışı yüzünden. Bu tür yalınkat düşünen insanlarda arkadaşlık, komşuluk ilişkisi dardır. Kendi çıkarı önceliğidir. Başkasını düşünmez, düşünemez. Çünkü düşünecek yetiyi kazanamamıştır. Neyi ne için yaptığının bilincinde değildir. Arkadaşlık duygusunu tatmamış,  içi rahat olanlara ne denir ki?
Ana haklıydı. Her nerede yaşanırsa yaşansın. İster bir köyde, ister bir kasabada, isterse bir kentte. İnsan yaşadığı ortamı huzursuz etmemelidir. Başkalarının varlığına tahammül göstermemek, insani birtakım duyguları görmezden gelip kendi çıkarına, rant anlayışına öncelik tanımak doğru değildir. Bu tür davranışlar toplumda ayrışmayı, çekememezliği, düşmanca tavırları körükler.
Diğer yandan kasabada yaşayanların, kırsalın zorlu doğa koşullarında var olma savaşı verenlerin övgü ve eleştirilere yeterince önem vermediklerini; sıklıkla kendilerini öne çıkarmanın gayretinde olduklarını, başkalarının peşinden sürüklendiklerini, cehalete yenik düştüklerini görmek şaşırtıcı değildi. Ananın sözleri de bunu doğruluyordu. İnsanın özünde bencillik kavramı vardır. Bencilliği aşamamış olanların sığ ve yetersiz düşünmeleri, kendilerini çıkar ilişkileri sarmalında bulmaları kaçınılmazdır.
Uygarlığın gelişme dediği şey, çağa uygun düşünme dediği şey, hoşgörü ve saygı dediği şey ne yazık ki bazılarının yanında teğet geçmektedir. Kısır çekişme döngüsü kasabalının her birinin ayrı bir yolu, ayrı bir patikası, ayrı bir ayak izi olduğunu düşündürüyordu. Eğri büğrü, dolambaçlı çıkar ilişkileri uygarlığın düz yollarına uğramıyordu.