Soğuk
bir kasım sabahı. Uzaklarda, Akbaba Dağları’nın karlı tepelerinde ve hemen
yakınlarında görünen, pelikanların üzerinde uçtuğu devasa göl ve sırtını yamaca
dayamış Cala… Çıldır’lı Aliyar Uğurlu’nun minibüsü yeni yağmış, donmak üzere
olan kar örtüsünü sağa sola savurup arkasında beyaz bir toz bulutu bırakarak
gitmekte. Yer yer boyası çatlamış gümüş renkli minibüsünü, kıvrımlı Arpaçay
Çıldır yolundan, Akbaba dağlarının kuzeyine, Cala’ya sürüyor.
Üniversiteden
yeni mezun Çorumlu Meriç Uyanık ile birlikte minibüsün camından beyaz örtüyü
seyrediyoruz. Görev yerimize giderken. Minibüsün kaloriferleri yanmıyor.
Arızalı, yaptıramadım diye söyleniyor Aliyar parkasını kulaklarına doğru biraz
daha çekerek… Meriç ayazın nefesle birleşmesini fırsat bilip buharlaşan
gözlüğünün camlarını siliyor mendiliyle homurdanarak.
Ankara’dan
yola çıktığımızda dağ taş henüz sonbaharın renklerini kaybetmemişti. Uzun bir
otobüs yolculuğunda ciğerlerimize dolan sigara dumanından nasibimizi almıştık.
Giysilerimizde yoğun bir sigara kokusu vardı. Kars’a gelmiştik. Burnumuzun
direğini sızlatan duman ve ayak kokusundan kurtulduk diye sevinirken, taze yağmış
kar ve insanı iliklerine kadar donduran ayaz bizi karşıladı… Sevincimiz yarım
kalmıştı. Elimizde doğru düzgün birer valizimiz dahi yoktu. Öyle ya memleketin
her tarafını aynı bilirdik! Ankara’da ne varsa Kars ve kırsalında da o var
düşüncesindeydik. Öğretmen olmuştuk. Lakin görev yerimizin özelliğini hesap
edemeyecek kadar da bilinçsizdik. Bir Allahın kulu çıkıp gerçeği ve
karşılaşacağımız sorunların ipuçlarını söyleme gereğini duymamıştı.
Bu
durumda beklediğinin aksine, beklemediği sorunlarla karşılaşan genç ve idealist
öğretmen ne yapsın?
Çok
geçmeden minibüs şoförü Aliyar’ın “işte Cala” diyen sesiyle etrafa ilgiyle bakmaya
başladık. Minibüs Çıldır gölünün kıyısında acı bir fren yaparak durdu. Şaşkınlığı
üzerimizden atamadan minibüsten indik. Göl üzerinden Cala’ya esen dondurucu rüzgâr
ayazla birleşince şiddetli bir şamar gibi yüzümüzü yalamaya başladı… Meriç
dişlerini gıcırdatarak gözlüğünün camını siliyordu… Boş gözlerle etrafa bakarken,
Aliyar eliyle az ileride, toprak damlı, kesme taştan örülmüş, taşların bağlantı
yerleri kireçle boyanmış tek göz bir damı gösterdi. “Oraya gidin. Üşümeyin. Sıcak
birer çayda içersiniz, kahve orası”. Gaz pedalının verdiği gücün etkisiyle,
egzozundan çıkan koyu bir duman ve homurtuyla minibüs uzaklaşıp gitti.
Soğuğun
da etkisiyle kendimizi kahveye attık. İçerisi yoğun bir sigara dumanıyla
kaplıydı. Kırık dökük birkaç tahta masa ve sandalye göze çarpıyordu. Masaların
etrafında yetmiş yaşını aşmış dört beş kişinin yanı sıra, doksan yaşını aşmış
iki kişi daha vardı. Bir iki masada ise gençler oturmuş okey oynuyorlardı. Orta
yerde gürültüyle yanan sobanın etrafına iyice sokulmuş yaşlılar selamımızı
aldılar. Sonradan adının Binali olduğunu öğrendiğimiz kahveci yabancı olduğumuzu
görünce sobanın etrafında yer açıp getirdiği tahta sandalyelere buyur etti. Sobada
gürültüyle yanan tezeklerin kırıntıları etrafa saçılmıştı. Binali’nin getirdiği
çaylar içimizi ısıtmıştı.
Konuşmalardan
adının Hamza olduğunu anladığımız ya da sonradan bizlerin Hamza Dayı olarak
bileceğimiz yaşlı adam kahvede, gürül gürül yanan sobanın önünde kemiklerini
ısıtıyordu. Dışarısı yaşlı biri için oldukça soğuktu.
Kendimizi
tanıtıp, Hamza Dayıya halini hatırını sorduk. Hamza Dayı sağlığının yerinde
olduğunu söylüyor; hafızası da hiç tekliyor gibi görünmüyor. Geçmişi ve
günümüzün olaylarını gözlerini kısıp, ellerini yanan sobaya doğru tutup
kendince yorumluyor. Gençlik yıllarını günümüz yaşamıyla kıyaslıyor.
Genç
yaşta yitirdiği babasının ölümünü, çocukluğunda yaşanan büyük grip salgınında
anasının ve kardeşinin, komşularının nasıl ölümün eşiğinden döndüğünü, İstanbul’a
çalışmak için ilk defa gittiğinde yaşadığı zorlukları, inşaatta çalışırken bacağını
nasıl kırdığını ve işten kovulmasını, yüzünde hafif muzip bir gülümsemeyle
anlatıyor.
Kahveci
Binali ise Hamza Dayının çayını tazelerken, bu kadar uzun ömürlü ve dinç olmayı
nasıl başardığını soruyor. Hamza Dayı yaramaz bir gülümsemeyle; “içki yok,
sigara yok kadın yok”, diyor. Cala’da süt, yoğurt, yumurta, buldukça meyve ve
dağlarda toplanan otlardan bol bol yediğini, kırmızı eti nadiren ağzına
koyduğunu söylüyor.
Meriç
gözlüğünün üstünden bana bakıyor söylenenleri işittikçe. Ben de başımı
sallıyorum Hamza Dayıyı onaylarcasına. Hamza Dayının beslenme felsefesi çok
basit aslında; “çok değil, her şeyden biraz biraz”. Sağlığı yerinde görünen
doksanlı yaşlardaki Kudret amca da öyle, Allahverdi amca da ve diğerleri de.