30 Haziran 2013 Pazar

GÖREBİLİYOR MUYUZ?



GÖREBİLİYOR MUYUZ?
Yağmuru, kum fırtınasını, buzul çatlağını
Rüzgârı, güneşi, yıldızları
Dalganın kıyısında ışığı
Taze dal hevenklerinde serinliği
Başımızı kaldırıp baktığımızda gökyüzüne umudu görebiliyor muyuz?
Hasretlerimizi, bölük pörçük anılarımızı
Bitip tükenmeyen acısını yüreğimizin
Gidenlerimizi, yaşayanlarımızı, insanımızı
Sonsuz beyazı, gülün mavisini ilmek ilmek
Fırtınaların kutsadığı dağ çiçeklerinin uyanışını görebiliyor muyuz?

(Hüseyin Güzel-30.06.2013/ İstanbul.)

26 Haziran 2013 Çarşamba

SOĞUK BİR KASIM SABAHINDA- 4


Cala kırsalında, yolların az, telefon ve elektriğin olmadığı geniş bir alanı kaplayan, sırtını akbaba dağlarına yaslamış dağınık bir yerleşim özelliği gösteren Cala; çevre de yer alan daha küçük köyler izole konumları ve sıkı akrabalık ilişkileri ile dikkati çekiyordu. Çıldır Gölü ise yörenin olmazsa olmazı, vazgeçilmeziydi.
Sıkı bir kahvaltı sonrasında Şenlik Cengiz ile okula gittik. Göreve başlama işlemleri sonrasında kalacak bir ev bakmak için köy de sokak sokak dolaşmaya başladık. Evler birbirinin benzeriydi. Yörenin sert iklimine uygun yapılmışlardı. Ahırlar ve samanlık olarak kullanılan bölümler genelde evlere bitişikti. Kesme granit taşlardan yapılmış evlerin bağlantı yerleri kireçle boyanmıştı. Üstleri kalın bir toprak katmanıyla örtülüydü. Toprağın altında “lepik” adı verilen uzun, geniş yassı taşlar Anadolu’nun çeşitli yerlerinde örtü olarak kullanılan dal parçalarının yerine kullanılmıştı. Evlerin mimari yapısı yöreye has özellikler taşıyordu.
Kalacak boş ve uygun bir ev bulmak mümkün olmadı. Sonuçta ahırdan bozma, tabanı hayvan dışkılarının alınması sonrası yer yer çukurlaşmış bir yerde karar kıldık. “Çaresizlik” işte böyle bir şey diyerek gülümsedik birbirimize. Meriç o güne kadar kentte yetişmiş biriydi. Kırsalın görüntüsüyle ihtimaldir ki ilk defa karşılaşıyordu. Yüzü “kireç” gibi bembeyaz olmuştu kalacak yerin tabanına ve içine baktıkça. Adet haline getirmişti artık “morali” bozulunca “gözlüğü” nü silmeyi.
“Eee” ne diyorsun dedim Meriç’e. “Gayet uygun yer değil mi?”. Kızgın bir şekilde gözlüklerinin üstünde yüzüme bakıp, eliyle suratıma “okkalı” bir “tokat” atmaya hazırlanırcasına “burası mı?” dedi. İyice kızdırmak için yüklendim “ne sandıydın ya ‘ana kuzusu’ ne bekliyordun villa mı?”. Ses etmedi bu sefer. Benim de moralimin bozuk olduğunu o zaman fark etti. O nedenle de ses etmedi. Şenlik Cengiz’ e dönüp “haydi gidelim artık” dedi üzgün bir sesle.
Önce okula uğradık. Akşam olmak üzereydi. Müdüre “yarın bize izin ver arkadaş” dedik. “Kars’a ranza ve yatak almak için gitmemiz gerek”. Uşak Karahallı’dandı okul müdürü Selahattin Günay. “Olur, arkadaş “dedi gülerek “ev işini hallettiniz sanırım”. Gözlerimi kısarak cevap verdim. “Valla müdür bey güzel bir yer ayarladık. Tam öğretmene uygun bir yer!”. Meriç ses tonu kırık “ epey bir iş bizi bekliyor yapılacak” diye tamamladı sözümü. Oysaki gerek müdür ve gerekse diğer Karslı öğretmenler durumu biliyorlardı. İlgisiz davranmalarıydı bizi üzen. “İyi ya yarın gidin ne gerekiyorsa alın” dedi müdür. Şenlik Cengiz’e “çıkalım” diye işaret ettim başımla. “Müdür bey bize müsaade “dedi Şenlik Cengiz. “Arkadaşlar yorgun ve açlar. Bugün de bizde kalacaklar “dedi. Okuldan ayrıldık. Öğretmenliğimizin ilk günün de “hayatı” öğrenmenin ilk adımını atmıştık böylece.
O akşam Şenlik Cengiz’in yaşlı anasının yaptığı sıcak çorbayı içtik. Tadı çok güzeldi. Üzerine “nane” serpiştirilmiş bolca “yoğurt” la karıştırılarak pişirilmiş “yayla” çorbası. Porselen kâse içinde önümüze konmuştu. 75 yaşlarında olan nine “bu çorbayı sizin için yaptım evlatlarım” dedi gülümseyerek. “İçinizi ısıtır” soğuktan geldiniz “üşümüşsünüzdür” dedi. Sevgi dolu gözlerinin içine bizde “minnet” ve “sevgi” ile baktık ninenin. Burası “soğuk olur kışın” dedi nine. “Şu karşıda gördüğünüz göl buz tutar bahara kadar.”  “Öylesine acımasızdır burada havalar.”  İlgiyle ve dikkatle dinliyorduk bu yörenin canlı tanığını. “Siz siz olun dikkatli olun, üşütmeyin. Havaların ayazına alışana kadar.”
İncecik bir zincirin ucunda sarkan bir “elmas” gibi keskin sözlerle anlatıyordu yaşama dair bildiklerini nine. O anlattıkça düşünüyordum. Sahil boyunca ışıl ışıl parlayan sarp kayalıkların kıvrılarak uzandığı, ılıman, sevimli, soğuk ve ayazın pek yaşanmadığı;  yemyeşil Samsun kıyılarını. Öğretmen okulunu okuduğumuz o güzel kenti.

YAŞAMIN KIYISINDA



Sallıyor içgüdüsü onu sularda, beşik gibi
Oltasıyla tutunuyor hayata, düşler kurarak
Nice yaşamlar kaynıyor suyun içinde
Gri, bilinmez vadilerde esen yel gibi.


(Hüseyin Güzel/26.06.2013-İstanbul)

24 Haziran 2013 Pazartesi

BELKİ BİR GÜN BİR TREN GELİR UZAKTAN KİMSE İNMEZ

Meraklı bir yapımız var. Köylüsüyle kentlisiyle ateşle barut gibiyiz her nedense. Etrafımızda yaşayanların işleriyle, yaptıklarıyla, davranışlarıyla yakından ilgileniriz. Kendi davranışlarımızı mercek altına alıp irdelemek yerine başkalarınınkini irdelemeyi severiz. Oysaki bunlar zaaftır, eksikliktir. Bu durumda en sevmediği diken burnunun ucunda biter insanın. Hayallerini, geleceklerini, düşüncelerini yıkmaya çalışırlar. Oysaki her fidan kendi toprağında nefeslenir. Farklı topraklar ona göre olmayabilir.
Toplumda yaşayan bireylere düşen önemli görev ve sorumluluklar vardır. Bu görev ve sorumluluklar; hem kendileri, hem çevreleri, hem aileleri için çok önemlidir. Uyulması gereken sorumluluklar ihmal edildiğinde toplumda bir takım sorunların baş göstermesi kaçınılmazdır. Hata yapan illaki başkasının vereceği kararı uygulamak ve yandaşlık yapmak durumunda kalır.
Sağır, kör, acımasız olmamak, dümeni başkalarının eline vermemek lazım. Kendi yönümüzü kendimiz bulmalı, yürüdüğümüz yolda kendi izimizi bırakmalıyız.
Daha sabırlı, daha az kötümser olmak; işi şansa bırakmamak lazım. Yani yaptığımız işler sabırla ve insani duygular gözetilerek yapılmalı.
Güneş yakıcılığını hissettirmeye başlamıştı. Eşimin ve çocukların kalkma saatini bekledikten sonra eve girdim. Küçük oğlum henüz uyanmıştı. Geldi dizlerimin üzerine oturdu. Kızım okula gittiği için çantasını hazırlıyordu. Bir yandan da kahvaltı hazırlıklarıyla uğraşan annelerinin sesi geliyordu:
- Çocuklar elinizi yüzünüzü yıkayın, yıkamadan kahvaltı yapmak yok.
- Musluğa yetişemiyorum anne.
- Oğlum baban yardım etsin.
- Kızım sende ellerini yıkamadan sofraya gelme.
- Tamam yıkıyorum.
Kahvaltı masası fazla büyük değildi. Dört kişilik bir aile için yetiyordu. Daha büyüğüne de gerek yoktu zaten.
Sabah kahvaltısı sonrasında okula gittim. Etrafı duvarla çevrili geniş bir alan içerisinde yer alan okulun etrafı çam, akasya ve çınar ağaçlarıyla bezenmişti. Ağaçların sulanması için açılan bir artezyen kuyusu vardı. Giriş kapısının ve Atatürk büstünün etrafı çiçeklerle bezeliydi. Atatürk büstünün çevre düzenlemesini okulumuz Fen Bilgisi öğretmeni Tahsin Bey yapmıştı. Eli bu tür işlere yatkın bir arkadaştı.
Voleybol sahasını düzenleyip beton dökende oydu. Yağmur sonrasında çocuklar voleybol oynadığında saha çamur olmasın diye. Ne denir ki. Her öğretmenin elinde bir ustalık becerisi vardır mutlaka. Olması da gerekir. Çünkü hayat şartları kendi kendine yetmesini bilmeyi öğretir ona. O da yetiştirdiği çocuklara.
Okulun tam karşısında belediye hizmet binası vardı. Küçük, iki katlı; alt katında kahve ve dükkânlar yer alıyordu. Okul çıkışı soluklanmak için ilk uğradığımız yerdi kahvehanenin önü. Dışarıya atılmış masalarda, ağaç dallarının serinleticiliğinde kasabalıyla sohbet eder çay içilirdi o kısa molalarda.
Kasabanın erkekleri sabahın erken saatlerinde belediyenin altındaki kahvehanede buluşurdu. Kimi sırtını beton duvara verip yere çömelirdi. Kimi duvara dayanır, kimisi de sandalyeye ilişirdi. İçenler birer sigara yakardı. Zararlarını bile bile sigara dumanını ciğerlerine çeker, sonra da poff diye üfürürlerdi. Böyle zamanlarda uzaklara bakarlardı. Ta ufka. Ufukta belli belirsiz bulutlara takılırdı gözleri.
Baharı düşünürlerdi. Sonrasında yaz aylarının koşuşturmacasını. Kimisi ırgatlığı, kimisi mevsimlik işçiliğin zorluklarını. Sonrasında hazanı, ayaz, buz ve soğuğu.
Evlenme çağına gelmiş çocuklarını, dağlarda otlayan keçilerini, koyunlarını. Çocuklarının okumasıydı en çok düşündükleri. Okuyup ırgatlıktan kurtulmalarını. Kadınlarını düşünürlerdi sıklıkla. İlçenin pazarında ürünlerini satmaya çalışan kadınlarını. Pazara yürüyerek gidip gelmelerini.
Sonra gözlerini açarlardı sıkıntıdan kapanmakta olan gözlerini. Gökyüzüne bakarlardı sigara dumanının yükseldiği gökyüzüne. Gözleriyle anlatmaya çalışırlardı birbirlerine acılarını, düşlerini, sıkıntılarını, yoksunluklarını.
Böylesi anlarda yüreğim sıkışırdı. Bir tuhaf olurdum onları öyle görünce okul yolunda. Bazan sıkıntılar şiir olur dökülür ya yüreğinde insanın. İşte bu anlarda sıklıkla duvar diplerindeki insanlara bakıp:
“Belki bir gün bir tren gelir uzaktan kimse inmez
belki hiç kimse yoktur beklediğimiz içinden
olsun içi boş da olsa var oldukça trenler
umut var demektir tükenmeyen” derdim.
Ve yine "çekip gideceğim" derdim;
“Ve mavi suların kokusuyla arınmış
eyy köpüklerin yüzdüğü deniz.
Zor olanı mı beklersin yol vermek için
Bu karanlık, bu soğuk, bu fırtına niye?”

ÇEKİP GİDECEĞİM


Ve mavi suların kokusuyla arınmış
eyy köpüklerin yüzdüğü deniz.
Zor olanı mı beklersin yol vermek için
Bu karanlık, bu soğuk, bu fırtına niye?


(H.Güzel/22.06.2013-İstanbul

KIRILMALAR


İlk yaz sabahın dördü, öfkeli alevli kasırgalar
suya akmakta aşkın derin uykusu ve şarap tortusu
dalmışım sabah oldu, patlamış tomurcuklar
gözlerimde düşünceler gülün kokusu.
Bir dal kırılır, bir taş yuvarlanır yerinden
Yok olur eyy yel, cana can katan erguvanlar.

Hüseyin Güzel/ 23.06.2013/İstanbul





20 Haziran 2013 Perşembe

GÖRÜŞ VE DÜŞÜNCELERİNİ BELİRTMEK !

Taksim Gezi Parkı’na “Topçu Kışlası” yapılmasına karşı direniş hareketi ile başlayan olayları ve sonuçlarını hep birlikte gördük. Olaylar sırasında biri Polis olmak üzere dört vatandaşımız yaşamını yitirdi. Onlarca kişi travma geçirdi. Biri çocuk diğeri yirmi yaşında bir kızcağız iki kişi komada. Ondan fazla insan gözünü kaybetti. Binlerce insan yaralandı.
Kısacası istenmeyen bir takım olaylar yaşandı. Lakin ülkenin bu duruma gelmesinin, insanların çeşitli illerde sokağa çıkmasının elbette nedenleri vardır.  
İnsanlar durup dururken eline aldığı tencere- tava ile sokakta neden protesto yapsın?
Türkiye’de ve dünyada yaşanan olayları internet ortamında neredeyse dakikası dakikasına izleme ve okuma olanağına sahibiz. Yaşanan olaylar hakkında herkesin bir düşüncesi oluşmuş durumdadır.
Haber sitelerinde gezinirken “Habervaktim” sitesinde bir haber dikkatimi çekti. Haberin görselinde “Şahin Alpay’dan büyük Fitne- Topbaş Başbakan’a Kızıp İstifa Etmeliymiş-Erdoğan’a Bölücülük Suçlaması” başlığı vardı. Öyle ya bir yazar çıkmış ülkenin başbakanını “bölücülükle“ suçluyordu. Haberi okudum. Şahin Alpay’ın yazısını da. Alpay Gezi Parkı’na Topçu Kışlası yapılması ile gelişen olaylar hakkında görüşlerini belirtmişti.
Benim esas üzerinde durmak istediğim Habervaktim sitesinde yayınlanan haberin altına bir yorumcunun yaptığı yorum.
Yorumcu aşağıya aldığım yorumunun bir kısmında aynen şunları yazmış:
“1- Bundan on yıl önce bizim maaşımız 200 dolar iken şu anda 1500 dolar oldu” Bu vatandaş hangi işle uğraşıyor bilinmez. Lakin on yıl önce 200 dolar olan maaşı bugün eğer 1500 dolarsa bu enflasyon karşısında eriyen alım gücünün iyileştirilmesi için her yıl yapılan maaş artışlarıyla ulaşılan sonuçtur. Kaldı ki bundan on yıl önce 200 dolar karşılığında yaşamını idame ettiriyorduysa, bugünde ancak 1500 dolarla yaşamını idame ettiriyordur. Maaşlı çalışıp da ay sonunu borçsuz getiren, kredi kartıyla alışveriş yapmayan bir vatandaş var mıdır? Kısacası dün 200 dolar bugün 1500 doların yaptığını yapmaktadır. Kaldı ki emeklilerin yaşam standardı ortadadır.
“2- Bundan on yıl önce gece 01.00, 02.00 saatlerinden itibaren biz ekmek kuyruğunda saatlerce dururken bu vandamistler (Vandalistler olacak herhalde) ve sen (Şahin Alpay’ı kastediyor olmalı) neredeydiniz.” Bundan on yıl öncesine yani 2003 yılına gidiyorum. Bu tarih mevcut hükümetin yerine AKP hükümetinin geçtiği yıl. Demek ki AKP hükümetinin iş başına geçtiği güne kadar bu vatandaş geceleri(!) ekmek kuyruğuna giriyormuş.
Bundan on yıl öncesinde ülkemizin her hangi bir yerinde, şehrinde veya kasabasında ekmek kuyruğuna giren var mıydı? Ben hatırlamıyorum. 2003 öncesinde değişik yerlerde görev yaptım böyle bir sıkıntının yaşandığına şahit olmadım. Lakin bu vatandaş gündüzü bırakıp geceleri ekmek almaya gidiyorduysa(!) onu da bilemem elbette. Her neyse. Bazılarımız gerçekleri geç kavrıyor olmalı.
“3- Cumhuriyet tarihinin en iyi ekonomik göstergelerini yakalayan Tayyip Bey’in iktidarını devirmeye çalışıyorsunuz.” Gezi Parkı ile yaşanan olaylarda böyle bir algı ve yaklaşım oldu mu? Sanmıyorum. Gençler nefes aldıkları, gidip oturdukları, sohbet ettikleri bir parkın ortadan kaldırılmasına karşı protesto girişiminde bulundular. Amaçları buydu. Sonrasında istenmeyen olaylar yaşandı.
“4- Türkiye’ye savaş açılmış sanki. İtilaf devletleri: Almanya, İngiltere, Fransa, İsrail, ABD, İran ve bizi arkamızdan vuran CHP ve sizin gibi bir kısım medya.” Yaşanan olaylarda çıkarılan sonuç ve algı bu demek ki. Hadi saydığı ülkelerin yapmak istedikleri konusunda haklı olduğunu düşünelim. CHP nasıl oluyor da “arkamızdan vuruyor?” onu anlamadım. Her olayın müsebbibi olarak CHP’yi göstermek yanlıştır, doğru bir yaklaşım değildir. CHP ve diğer  partiler muhalefet olarak görevlerini yapacaktır. Muhalefetin görevi bellidir. Hükümet uygulamalarında gördüğü yanlışları dile getirmek, hükümeti ikaz etmektir.
Anlaşılan o ki yorumu yapan vatandaş yazıyı okuyunca epey bir sinirlenmiş. O sinirle de yukarıdaki yorumlarını yazmış.
Görüş ve düşüncelerini belirtmek yasalar çerçevesinde herkesin hakkıdır. Her insan benzer düşünceye sahip olacak diye bir şey de yoktur. Demokrasinin özünde de bu vardır.

16 Haziran 2013 Pazar

ONLARI TANIMANIZI İSTERİM





Onları tanımanızı isterim, konuştuklarını, gözlemlerini.
Ellerindeki kitapları, okudukları gazeteleri.
Bilgisayarlarını sonra.
Ve en önemlisi mizahlarını görmenizi, duymanızı isterim.
Hasretleri ağaçlardır onların.
Dağlardır, dalında salınan yeşil yapraklardır.
Barıştır gözlerinde parlayan.
İnsan haklarıdır, onurudur, insanca yaşamaktır arzuları.
Hiç kimsenin ötelenmediği bir dünyadır istedikleri.
Sevdikleri; tiyatrodur, operadır, piyanodur, sinemadır.
Sonrasında kardeşliktir söylemleri.
Benimsemedikleri şiddettir...Geçen yıl, yani 19 Ocak 2012 günü babamı kaybettim ansızın soğuk bir kış günü. İçim yandı.Yüreğim daraldı. Gözlerimde oluk oluk yaşlar boşandı. Hem de günlerce...
Şimdi yine aynıyım nedendir?...Sana soruyorum bankta tek başına dinlenen güvercin...





15 Haziran 2013 Cumartesi

BİZ DE VARIZ!


Dışarıda Haziran sıcağı. Gece mi gündüz mü belli değil. Baskının ve korkunun kirli yüzünü yırtarak dolunaya karşı gülümseyen yüzler.
Sadece şimdi değil. Bin yıllardan beri insan olmanın onuruyla varlar.
Özgürlüğün, var olmanın, insanca yaşamanın kökleri sadece toprakta değil, içimizdedir.
Kimi zaman sevinen, kimi zaman hüzünlenen çocuklar. Ellerinde kitaplar, yüreklerinde umut.
Çağdaş olmak, umutları korumak, insan sevgisiyle yoğrulmak.
Sevginin tomurcukları olan çocuklar, umutlarımız olan çocuklar.
Bir hiç uğruna yaşamını kaybeden bedenler.
Uzak coğrafyalarda, yanı başımızda demokrasi, özgürlük ve insanca yaşam uğruna direnen, ben de varım diyen çocuklar.
Bırakın ölmesinler. Yaşasınlar. İyi birer eğitim görsünler.
Türkiye’de, Irak’ta, Mısır’da, Afganistan’da…Her yerde. Her coğrafyada.
Afrika’da açlıktan ölen çocuklar. Bırakın gözleri çiçeklensin onların, umut olsun, tomurcuklansın.

Yakın ve uzak kıyılara o zaman ulaşır sevgi tomurcukları, bilindik maviliklere, yarınlara.

10 Haziran 2013 Pazartesi

SOĞUK BİR KASIM SABAHINDA-3


Deneyimsizlik ve yöreyi tanımamanın bir sonucuydu bu. Sonuçta bir köye gidiyorduk ve orada tanıdığımız kimse yoktu. Köy şartlarında insan istediklerini aylarca bulamayabilirdi. Bunu Cala’da daha ilk günde anlamaya başlamak bile bir kazanımdı. Lakin ne Meriç ne de ben birbirimize bu konuda tek kelime etmedik. Çünkü her ikimizde hatalıydık ve bunu “itiraf” etmekten korkar bir halimiz vardı. Bereket ki Cala insanı sıcakkanlıydı. Misafirperverdi. İlk izlenimimiz Binali’nin kahvesinde bu yönde olmuştu.
Risk almak ve riske alışmak günlük yaşamımızda hepimizin yaptığı bir şey. Cala’ya küçük birer valizle gelmek; kırsalda Akbaba Dağları’nın eteklerinde parkasız olmak, kalacağımız belirli bir yerin olmaması bizim için bir riskti. İnsan deneyim kazandıkça, yaşama direndikçe öğreniyor, olası ciddi tehlikelere karşı önlem alabiliyor. Risk oranı yüksek durumlarda korkuyla ve zorluklarla başa çıkmasını öğrenebiliyor.
“İnsanlar” diyorum ayazda kulakları kızarmaya başlayan Meriç Uyanık’a “İnsanlar belli bir eylemi tekrar tekrar yaparak riske alışabilirler.” Gülüyor Meriç ve ekliyor “Bu durumlarda da ortaya çıkan korkuyla ve zorluklarla başa çıkabilir.” Gülerek okulun yolunda ilerliyoruz. “Risk” aldığımızın bilinciyle ve benzer düşünceleri söylemenin rahatlığıyla.
Risk aldık evet. Hem de soğuk bir sonbahar gününde. Bakalım kimin kapısını çalacağız gece soğuktan korunmak ve uyumak için. Çünkü uzun otobüs yolculuğunda yorulan bedenlerimizi, istirahat etme fırsatı bulamadan Aliyar’ın minibüsüne atmıştık.
Kentteki alışkanlıklarını, kolaylığı, kısacası o güne kadar süregelmiş düzenini terk etmek ve yeni bir yaşama adım atmak. Cala’da ki ilk günümüzün düşündürdüğü işte tam da böyle bir şeydi. Kent yaşamının getirdiği kolaylıklar sonucu kırsalın sorunlarıyla ilgilenme, öğrenme gereğini duymamış olmanın sancılarıyla tanışmaya hazırdık artık. Ücra köylerdeki zorlu yaşamın, kar tipi ve olabildiğince soğuk ortamlarda yaşamanın ne denli zor olabileceğini hesaba katmamıştık. Elektrik kesildiğinde hayatın durduğu, su kesildiğinde çaresiz kalındığı kentlerin aksine Cala’da ne elektrik vardı ne de evlerde su. “Gaz lambası” ya da “çıra” elektrik aydınlatmasının yerini almıştı. Köy halkının yaptığı gibi suyu “bulak”larda “helke”lerle almak zorundaydık. İşte “şimdi” hayatı anlamanın ve “kendi kendine yetmenin” ayırdında olmanın tam zamanıydı. Bu “bizim” isteğimiz değil var olan “ortamın” gereğiydi.
Sorduğumuzda “okul” binası “ olarak gösterilen; lakin bildiğimiz “okul” binalarına benzemeyen “Köy Evi”ne yöneldik. Ayazla birlikte rüzgâr hızını alamayıp suratımızda patlıyordu. Meriç gözlüklerinin derdindeydi. Belki de gözlükleri bu kadar sert bir iklim direnciyle ilk defa karşılaşıyordu.
İhata duvarında açılmış boşluktan okulun dar ve uzun bahçesine girdik.  Binada iki ahşap kapı vardı. Ahşap kapıların alt kısımları tamamen çürümüştü. Girişin tam karşısındakinden girip sol tarafa düşen kapıyı yönelip açtık. Fazla geniş olmayan bir odaydı burası. Arka tarafta bulunan daha küçük bir odaya açılan ayrı bir kapı daha vardı. Odaya oldukça yıpranmış birkaç sandalye ve eski bir masa konmuştu. Masanın arkasındaki duvara çerçeveleri yıpranmış Atatürk resmiyle Gençliğe Hitabe asılmıştı. Köşede ise bir kömür sobası vardı. Selam verip usulca “soba”nın yanına gittik. Ellerimizi ısıtmanın telaşındaydık. Masada oturan müdür, bir öğretmen ve memur oturmuş sohbet ediyorlardı. Bizim girmemizle birlikte yerlerinden kalkıp “Hoş geldiniz” dediler. Stajyer öğretmen olduğumuzu ve buraya atandığımızı söyledik.
Akşam olmuş, öğrenciler dağılmıştı. Memur Şenlik Cengiz “Akşam bizde misafirsiniz. Haydi gidelim. Hem yorgun görünüyorsunuz, hem de üşümüşsünüz. Dinlenirsiniz” diyerek müdürden müsaade istedi. Ve o gece sıcak ev ortamında rahat bir uyku çektik. Sabah uyandığımızda dünün yorgunluğunu çoktan unutmuştuk. Lakin yeni kuşkuların saldırısı altındaydı zihinlerimiz.
“Şenlik Bey” diye söze başladı Meriç hazırlanan kahvaltıyı erkenden yaparken. “Bize kalacak bir ev lazım.” Başımla onayladım Meriç’i. Şenlik Cengiz “bildiğim boş yer yok” dedi. “Bakarız, buluruz” diyerek içimizi ferahlattı.


4 Haziran 2013 Salı

SOĞUK BİR KASIM SABAHINDA -2


Hepsinin de hikâyesi aynı. Birinin yaşamı diğerinden farklı değil. Genelde hayvansal ürünleri ve dağlarda toplanan otları yediklerini söylüyor Allahverdi amca. Söylenenleri başıyla onaylıyor Kudret amca. “Çünkü” diyor “yiyecek başka bir şeyimiz yok”. Kahvede ilk dikkatimizi çeken çayı çok fazla içmeleri oldu. Sorduğumuzda, “bizler alışmışız” dediler gülerek. “Soğuk havalarda çok çay içeriz. İçimizi anca ısıtırız.” Çayı kıtlama dedikleri yöntemle içtiklerini söylediler. Çay şekerini bardağa atıp çayın içinde eritme yerine şekeri, dillerinin kenarına yerleştiriyorlar. Bir kesme şekerle beş altı bardak çay içiyorlar böylece. Cala’da kaldığımız sürece ne ben ne de Meriç bir türlü alışamadık kıtlama çay içmeye.
 Hamza Dayı ak düşmüş sakalını elleriyle sıvazlayıp anlatmaya başladı, o kısacık dinlenme anında. “Bakın hocalar” dedi gülümseyerek. Biz de meşhurdur “kıtlama” çay içmek. Kaşlarımızı çatıp, dudaklarımızdaki gülücüğü gizlemeye çalışarak dinlemeye başladık Hamza Dayıyı.
“Zamanın birinde “diye başladı anlatmaya. “Zamanın birinde Erzurum köylüklerinde bir tanıdığının yanına gelen misafire çay ikram ederler. Adam ne bilsin. Ortaya konan şeker tabağından iki şekeri alıp çay bardağına atar.”
“Eee” diye gülmeye başladı Binali Karadağ.
Hamza Dayı bu. Zamanın acımasızlığına yıllarca dayanmış da “ah” dememiş.
Kahveci Binali’ye dönüp  “Bizim insanımız budur işte. Dinlemesini bir türlü öğrenemez!”
“Ev sahibi sesini, çıkarmaz misafire. İkinci çay doldurulur bardağa. Adam yine tam iki şekeri bardağa atacakken, ev sahibi adamın bileğinden yakalar.”
“Dur der” hışımla adama.
“Adama şaşkın kalakalır bir anda.”
“Valla gardaş” der ev sahibi “misafirine”. “Bizim burada çay bardağına şeker atıp karıştırmazlar. Çayı senin içtiğin gibi içmezler. Bak göstereyim sana diyerek şeker tabağından aldığı bir şekeri dilinin altına yerleştirir. Sonra da çayını yudumlar. Adam dikkatlice ev sahibinin yaptıklarına bakar.”
“Olur” der.” Madem öyle ben de sizin gibi yapayım bari”.
“Adam başlar çayını içmeye. Bir yudum çay bir şeker, bir yudum çay bir şekerle çayını içer. Ev sahibi iyice sinirlenir, kızarır bozarır. Çay tabağında şeker gitti gider derken. Üçüncü bardak çay gelir. Adam tam şekere uzanacakken, yine adamın bileğine yapışır ev sahibi.”
“Adamcağız şaşkınlıkla ‘ne oldu gene’ der.”
Ev sahibi gülerek “vallahi lazim” der. “Sen gene bildiğin gibi iç.”
Hamza Dayının anlatımına kahvede bulunanlar hep birlikte güldük. Böylece Cala’da çay içmenin de adabını çaktırmadan bize anlatmış oldu Hamza Dayı.
Kahveci Binali Karadağ on yedi on sekiz yaşlarında güler yüzlü biriydi. Saf fakat zararsız küçük bir kardeşi vardı. Babasını küçük yaşta kaybetmişlerdi. Bu durumda da Binali’ye çalışmak düşmüştü. Cala’ya alışmaya başladığımız günlerde okul çıkışlarında soluğu Binali’nin kahvesinde alırdık. Çünkü “gideceğimiz, soluklanacağımız” başka bir yer yoktu.
Coğrafi olarak ücra, ekonomik olarak yoksul olan bu bölgede yaşam sert iklim koşulları nedeniyle zorlu geçmekteydi.
Binali’nin kahvesinde Hamza Dayı’nın anlattıkları bir ömrün, yaşanmışlıkların yansımasıydı. Öylesine içten, öylesine yalın. Hamza Dayı’yı dinlerken soğuğu da, çevrenin zorluklarını da bir an unutmuştuk. Meriç gözlüklerinin üzerinde bana “artık kalkalım” dercesine bakıyordu. Saate baktım. Cala’ya geleli epey olmuştu. Minibüsçü Aliyar çoktan Çıldır’a gitmiş, belki de istirahata çekilmişti.

Hamza Dayı ve diğerlerine okulun yolunu sorduk. Henüz okul açık olmalıydı. Bir an evvel okula gidip nerede geceyi geçireceğimize karar vermeliydik. Cala’da “ne bir konuk evi “ ne de “köy odası” vardı. Hamza Dayı “yok evlat” demişti. “Bizim köyde” o dediklerini arama. Bu durumda tek çare kalıyordu. Köyden birine misafir olmak. Çünkü “ne kalacak bir yerimiz” ne de “yatacak bir yatağımız” yoktu. Bu durumda yapabileceğimiz, yatak ve ranza satın alabileceğimiz tek yer Kars’tı. Oradan da yeni gelmiştik. En azından yarına kadar bu geceyi geçireceğimiz bir yer bulmalıydık. Akşam yaklaştıkça, gün evrildikçe geceye “ayaz” dayanılmaz olmaya başlamıştı.

İNSAN HAKLARI


Anadolu'da yüz yıllardır bir arada kardeşlik bağı ile yan yana yaşamış insanların hepsinin aynı inanç ve görüşte birleştiklerini söylemek doğru değildir. Demokrasi geleneğinde de tek tip düşünme yoktur. Tek tip düşünme ancak totaliter rejimlerde dayatılan bir durumdur. Bu bağlamda, herkesin inançları da yaşam anlayışları da farklıdır.
Demokrasinin uygulandığı her yerde insanlar istedikleri gibi yaşayabilirler.
Devlet yöneticileri insanların yaşam şekline karışamaz.
Hiç kimse birilerinin koyduğu, benimsediği "yaşam kuralları"na uymak zorunda değildir.








2 Haziran 2013 Pazar

BİR BAŞKA DÜNYA


Ücra bir köşede
Yüreğin paramparçayken
Nefes alamazken karanlık gecenin içinde
Bir gölge oyunudur sanki yaşadıklarımız
O büyük güçler
O yaşamın cellâtları
Seni yağmur suları gibi sürüklerken
Gülümsemenin buğusu nemli gözlerde
Hiç gördün mü bilmem
Cam kırıklarında yürüdüğünü çıplak ayaklı bebelerin
Ne demek olduğunu yalnızlığın
Yedi tepeli şehrin varoşlarında
Sen yoksul ailenin çocuğuydun
Sen kuşun kanadında dalgalara direnirken
Yapayalnız, kimsesiz
Onlar hep güçlüydü çocuğum
Dudaklarımda sızısı kendimi bildim bileli

Hüseyin Güzel/02.06.2013