26 Haziran 2013 Çarşamba

SOĞUK BİR KASIM SABAHINDA- 4


Cala kırsalında, yolların az, telefon ve elektriğin olmadığı geniş bir alanı kaplayan, sırtını akbaba dağlarına yaslamış dağınık bir yerleşim özelliği gösteren Cala; çevre de yer alan daha küçük köyler izole konumları ve sıkı akrabalık ilişkileri ile dikkati çekiyordu. Çıldır Gölü ise yörenin olmazsa olmazı, vazgeçilmeziydi.
Sıkı bir kahvaltı sonrasında Şenlik Cengiz ile okula gittik. Göreve başlama işlemleri sonrasında kalacak bir ev bakmak için köy de sokak sokak dolaşmaya başladık. Evler birbirinin benzeriydi. Yörenin sert iklimine uygun yapılmışlardı. Ahırlar ve samanlık olarak kullanılan bölümler genelde evlere bitişikti. Kesme granit taşlardan yapılmış evlerin bağlantı yerleri kireçle boyanmıştı. Üstleri kalın bir toprak katmanıyla örtülüydü. Toprağın altında “lepik” adı verilen uzun, geniş yassı taşlar Anadolu’nun çeşitli yerlerinde örtü olarak kullanılan dal parçalarının yerine kullanılmıştı. Evlerin mimari yapısı yöreye has özellikler taşıyordu.
Kalacak boş ve uygun bir ev bulmak mümkün olmadı. Sonuçta ahırdan bozma, tabanı hayvan dışkılarının alınması sonrası yer yer çukurlaşmış bir yerde karar kıldık. “Çaresizlik” işte böyle bir şey diyerek gülümsedik birbirimize. Meriç o güne kadar kentte yetişmiş biriydi. Kırsalın görüntüsüyle ihtimaldir ki ilk defa karşılaşıyordu. Yüzü “kireç” gibi bembeyaz olmuştu kalacak yerin tabanına ve içine baktıkça. Adet haline getirmişti artık “morali” bozulunca “gözlüğü” nü silmeyi.
“Eee” ne diyorsun dedim Meriç’e. “Gayet uygun yer değil mi?”. Kızgın bir şekilde gözlüklerinin üstünde yüzüme bakıp, eliyle suratıma “okkalı” bir “tokat” atmaya hazırlanırcasına “burası mı?” dedi. İyice kızdırmak için yüklendim “ne sandıydın ya ‘ana kuzusu’ ne bekliyordun villa mı?”. Ses etmedi bu sefer. Benim de moralimin bozuk olduğunu o zaman fark etti. O nedenle de ses etmedi. Şenlik Cengiz’ e dönüp “haydi gidelim artık” dedi üzgün bir sesle.
Önce okula uğradık. Akşam olmak üzereydi. Müdüre “yarın bize izin ver arkadaş” dedik. “Kars’a ranza ve yatak almak için gitmemiz gerek”. Uşak Karahallı’dandı okul müdürü Selahattin Günay. “Olur, arkadaş “dedi gülerek “ev işini hallettiniz sanırım”. Gözlerimi kısarak cevap verdim. “Valla müdür bey güzel bir yer ayarladık. Tam öğretmene uygun bir yer!”. Meriç ses tonu kırık “ epey bir iş bizi bekliyor yapılacak” diye tamamladı sözümü. Oysaki gerek müdür ve gerekse diğer Karslı öğretmenler durumu biliyorlardı. İlgisiz davranmalarıydı bizi üzen. “İyi ya yarın gidin ne gerekiyorsa alın” dedi müdür. Şenlik Cengiz’e “çıkalım” diye işaret ettim başımla. “Müdür bey bize müsaade “dedi Şenlik Cengiz. “Arkadaşlar yorgun ve açlar. Bugün de bizde kalacaklar “dedi. Okuldan ayrıldık. Öğretmenliğimizin ilk günün de “hayatı” öğrenmenin ilk adımını atmıştık böylece.
O akşam Şenlik Cengiz’in yaşlı anasının yaptığı sıcak çorbayı içtik. Tadı çok güzeldi. Üzerine “nane” serpiştirilmiş bolca “yoğurt” la karıştırılarak pişirilmiş “yayla” çorbası. Porselen kâse içinde önümüze konmuştu. 75 yaşlarında olan nine “bu çorbayı sizin için yaptım evlatlarım” dedi gülümseyerek. “İçinizi ısıtır” soğuktan geldiniz “üşümüşsünüzdür” dedi. Sevgi dolu gözlerinin içine bizde “minnet” ve “sevgi” ile baktık ninenin. Burası “soğuk olur kışın” dedi nine. “Şu karşıda gördüğünüz göl buz tutar bahara kadar.”  “Öylesine acımasızdır burada havalar.”  İlgiyle ve dikkatle dinliyorduk bu yörenin canlı tanığını. “Siz siz olun dikkatli olun, üşütmeyin. Havaların ayazına alışana kadar.”
İncecik bir zincirin ucunda sarkan bir “elmas” gibi keskin sözlerle anlatıyordu yaşama dair bildiklerini nine. O anlattıkça düşünüyordum. Sahil boyunca ışıl ışıl parlayan sarp kayalıkların kıvrılarak uzandığı, ılıman, sevimli, soğuk ve ayazın pek yaşanmadığı;  yemyeşil Samsun kıyılarını. Öğretmen okulunu okuduğumuz o güzel kenti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder