30 Ağustos 2013 Cuma

ACI BU GEÇMEK BİLMİYOR!



Bırakın sanatçıyı, eğitimciyi insanım diyen, hedefi ve geleceği insanın mutluluğu üzerine bina edilen herkesin hedefi olmalı toplumun ve insanın özünü kendi nabzında kendi yüreğinde hissetmesi.
Meşe ağaçlarıyla, söğüt ve kiraz ağaçlarıyla göz dolduran yöre; kerpiçten yapılma evleri ve geçmişte kalan anıları, biraz siyah, biraz beyaz ama daha çok coşkulu bir geleceğin paylaşımları ile hatırlanmalıydı.
Çünkü Fragman biter gerçek filim başlardı. Fragmana değil gerçeği yansıtan bütüne yoğunlaşılmalıydı.
Vakit öğleye yaklaşıyordu. Yoğun düşünceler beni bunalttıkça bunaltmıştı. Bir süredir Burhan'ın anasını ve kardeşi Recep'i görmemiştim. Burhan'ın ölümünden sonra Recep içine kapanmıştı iyice. Acısını anlayabiliyordum. Kardeş acısıydı bu. İnsanın içini acıtır, yüreğini yakar kavururdu. Recep'in oğlu Murat ise amcasının ölümünü bir türlü kabüllenememişti. Amcasını çok severdi. Amcası onun hem oyun arkadaşı, hem yol göstericisiydi. Ağlasa da gözlerinden yanaklarına süzülen damlalar acısını örtmeye yetmiyordu. Çocuk yüreğinde kanıyordu acısı.
Ananın evine doğru yavaş yavaş yürüdüm. Kerpiç evler sıcağın etkisiyle kavruluyordu. Lakin içerisi serin olmalıydı. Çünkü kerpiç ve taş binaların özelliğiydi bu. Gerçi son yıllarda kerpiç binalar yerini betonarme binalara bırakmaya başlamıştı. Ananın evi de kerpiçti. Önünde genişçe bir bahçe, bahçenin içerisinde ceviz ve elma ağaçları vardı. Sundurmanın üzerindeyse asmalar serinlik veriyordu.
Ana, kerpiç duvara yasladığı, sazlıklardan toplanan kuru sazlarla sıkıştırılmış ve sertleştirilmiş, yastığa sırtını yaslamış yün minderde oturuyordu. Bahçe kapısında beni görünce oturduğu yerden kalktı, sevecen bir sesle:
- Gel yavrum buyur otur, diyerek boş minderi gösterdi. Ananın elini öpüp gösterdiği yere oturdum.
- Sağol ana nasılsın.
- İyiyim oğul, dedi. Gırtlağından çıkardığı boğuk, acı dolu bir sesle.
- Uzunca bir zaman geçti görüşmeyeli. Recep'de pek ortalıkda gözükmüyor.
- Haklısın oğul. Recep'de işte güçte. Bütün işler ona kaldı.
Receplere defalarca gelmiş, oturup sohbet etmiştim. Hem anayla, hem amcayla. Recep ve Fadime her daim bu sohbetlerde söze karışmazlar zorunlu olmadıkça dinlerlerdi. Burhan ise gözlerini kırpıştırarak can kulağıyla konuşulanları dinlerdi.
Bugün o eski neşe ve rahat ortamdan uzaktı ananın evi. Bir acı vardı her şeye sinmiş. Yağmur yüklü bulutlar evin üzerinde dolanıyordu sanırsın.
Anayla sohbetimiz bir süre devam etti. Yaz boyunca dışarıya pek çıkmamış, adeta kendisine azap vermekten hoşlanıyor gibi bir tavır içerisindeydi. Zaman zaman şakalaştık. O meşum olayı anımsatmamak için kelimeleri özenle seçiyordum. Yine de ananın gözleri ıslandı. Derin bir nefesle rahatlatmak istedi ciğerlerini. Bir yandan da gelini Fadimeye seslendi.
Mutfak kapısının iki kez açılıp kapandığını işitir gibi oldum. Önce Murat sonra da Fadime dışarıya çıktılar. Murat kocaman çocuk olmuştu. Gülümseyerek yanıma geldi. Yanaklarını öptüm. Fadime saygılı bir şekilde:
- Hocam hoş geldiniz, dedi. Recep birazdan gelir. Başımla "önemli değil" dercesine işaret ettim.
Ana Fadimeye dönüp:
- Kızım bak hocan acıkmıştır. Vakit öğle oldu. Hem Recep'de şimdi gelir.
- Tamam ana, dedi Fadime. Ben zaten yemek hazırlıyordum. İyi de oldu. Çoktandır hocamla oturup sohbet etmemiştik. Hem yemek yer hem de sohbet ederiz. Hem sen de biraz açılırsın.


Not: Batıda On Yıl

24 Ağustos 2013 Cumartesi

YAZGININ BUYRUĞUNA KARŞI KONULMUYOR


Karmaşık duygular zihnimi alt üst ederken güneşin yakıcı etsinden uzaklaşmak için az ileride bulunan meşe ağacının gölgesine sığındım. Geniş ve sık meşe yaprakları arasında yer bulamayan yakıcı ışınlar uzaklaşmıştı. Gölgeyle karışık serin yel hafif hafif saçlarımı dalgalandırmaktaydı. Bahçede oynayan çocuklara baktım bir süre. Ne de masumdular. Hiç bir gaileleri yoktu bu yaşta onların. Saf ve temiz yürekleriyle koşuşturuyorlardı. En çok rağbet ettikleri de ya top oynamaktı ya da ip atlamaktı.
Bahçenin uzak köşesinde sesler yükseliyordu. Bir sürü çocuk el çırpıp şarkı söylüyordu. Dikkatli dinleyince ezgiyle sözler belirginleşiyordu. Şarkıyı söyleyen çocuklara doğru baktım uzun uzun. Şarkıdan çok Anadolu'nun bağrından kopup gelen ve bizleri, Anadolu insanının hasretlerini, sevdalarını, aşklarını, yaşamlarını anlatan türküleri severdim. İstedim ki biri de çıksın yanık bir türkü söylesin. Söylesin ki yerinde duran mendili elime alıp gözlerimi sileyim. Mendili ıslatayım. Tıpkı yıllar önce Ankara otobüs terminalinde televizyon ekranlarında türkü söyleyen türkücüye bakıp elindeki ayakkabı boya sandığıyla bir kenarda durup hıçkıra hıçkıra ağlayan ve gurbette yanıp tutuştuğu sıla hasretine ağlayan yaşlı amca gibi.
Şarkı söyleyen çocukların sesleri kesildiğinde ağır bir yük omuzlarıma binmişçesine kendimi yorgun hissetmeye başladım. Hiç bir şey söylemeden, kendimden beklenmeyen bir çeviklikle sudan yeni çıkmış iri bir balık gibi, zikzaklar çizerek geldiğim yöne yani kahvelerin olduğu meydana doğru yürümeye başladım. elimden geldiğince de göz ucuyla etrafı izliyordum.
Sonrasında olduğum yere çakıldım kaldım. Koca meydan birkaç dakikalığına derin bir sessizliğe gömüldü.
Bir an uzaklaşmayı, kasabayı, meydanı bir daha hiç görmemeyi aklımdan geçirdim.
Lakin yazgının buyruğuna karşı konulmuyor.
Sanırsın görünmeyen bir el beni çağırıyor, seni kim çağırıyorsa git diye ittiriyordu.
Mehmet amcanın bilge kişiliği, Recep ve Altay'ın candan arkadaşlığı her daim güvenebileceğim birileri olduğunu hatırlatırdı bana. Mehmet amca ne yapıyordu acaba? O çok sevdiği üzüm bağındaydı muhakkak şu sıralarda. Canı sıkıldıkça bağa gider, üzüm hevenklerini elleriyle okşar, yan yatmış bağ çubuklarını usulca doğrulturdu.
Doğa güzellikleri ve insan ilişkilerini, çoğu kez küçük kasabalardan kentlerden yana koymuştur. Çünkü küçük kasaba ve kentlerde yaşayanlar birbirlerini tanırlar.
Kaldı ki küçük kasaba ve kentlerin yaşam ritimleri çok hızlı olmadığı için, etrafın güzelliklerini rahatça içinize sindirebilirsiniz. Mehmet amcanın sıklıkla bağa gitmesi, doğayla kucaklaşması bundan olsa gerekti.

Mehmet amca "Sanatçı toplumun ve insanın özünü kendi nabzında kendi yüreğinde duyan insandır. Ve bu duyguyu  çocukları küçük yaşta eğiten ve topluma bilinçli ve sağlıklı bireyler olarak kazandıran sizlerde yüreğinizde duyarsınız. O nedenle bulunduğunuz yörede olan bitenleri izler, kimi zaman üzülür kimi zaman sevinirsiniz. Yani toplumu kendi diliyle yansıtırsınız" derdi.

23 Ağustos 2013 Cuma

İŞTE BÖYLESİ ANLARDA İÇİME BİR HÜZÜN ÇÖKER


Okul, öğrenci, gurbette yaşam artık olmazsa olmazlarım arasındaydı. İlk göreve başlamamdan bu yana günler, haftalar, aylar, mevsimler, yıllar birbiri peşisıra geçip gitmişlerdi. Hani bir ağacın gölgesi ıslak bir gün ışığını kucaklamak ister ya. Hani gökyüzü iri bulutlarla kıvrımlanır ya. Hani serçenin gözü çelikleşmiş ışığı arar ya...
İşte böylesi anlarda içime bir hüzün çöker,
Bir acı...
Öyle bir şey işte yaşadıklarımız. Mehmet amcanında, ananında, Recepin, Altay'ın ve diğerlerininde.
Böylesi günlerde her şey suskun, her şey dingin, her şey belirsiz olur belleklerde. Güven çok önemlidir, dost bildiklerin arasına girdiğinde.
Arkadaş görünümlü yarasaların kanat çırpışlarını hissetmek lazım, koyu gölgeler üzerimize çökmeye başladığında, o gölgeleri önlemek için.
Mehmet amcanın, ananın sözlerini bir kez daha düşündüm bahçe duvarının sabah güneşini alan tarafına sırtımı dayayıp. Yeşil dal hevenklerinde kanat çırpan kuşların seslerini dinleyerek epeyce bir zaman öylece kaldım.
Budakların Mehmet ve Hasan'ı düşündüm. Burhan'ın katillerini. Yiğit delikanlıyı av tüfeğiyle kalleşçe vuran Hasan'ı. Bunlar nasıl isanlardı? İnsan katletmek nasıl bir canavarca duyguydu? Hiç mi vicdanı kanamamıştı parmağı tetiği çekerken? Genç yaşında kara toprağa soktukları delikanlının anasını yıllarca göz yaşlarına boğulmaya mahkum ederken?
Bu karekterde olan insanların yaşamlarında düşünme, yorumlama, sevgi, saygı, anlayış yeterli yeri bulamamış olacaktı ki hırçınlık ve uyumsuzluk hali vardı. Kafaları karışık, hasta ruhlu insanlar izlenmi veriyorlardı davranışlarında. Lügatlarında, başkalarının varlığını kabul etme ve paylaşım diye bir kavram yoktu anlaşılan.
Abartılı davranışlarında büyük bir korkuyla yaşadıkları açıktı. Pervasız ve gözü karalığın başka bir açıklaması olabilir miydi. Bir insan etrafında bulunanlara, komşularına, insanlara neden zarar vermek isterdi? Belirsiz ve gizemli davranışları neden gösterirdi? Bunun sosyolojik ve psikolojik bir açıklaması mutlaka olmalıydı. Lakin kırsalda ne sosyolojik nede psikolojik araştırma yapacak bir uzman bulmak olanaksızdı.

Burhan şuursuzca çekilen, ya da korkuyla ve/veya kıskançlıkla çekilen bir tetiğin kurbanı olmuştu. Bir ruh hastasının/ başka bir açıklaması yoktu çünkü/ bir anlık gözü dönmüşlüğünün kurbanı olmuştu.

Not: Batıda On Yıl

21 Ağustos 2013 Çarşamba

"KEMAL KILIÇDAROĞLU" FACEBOOK SAYFASI



CHP Genel Başkanı "Kemal Kılıçdaroğlu" adı ile açılmış Facebook sayfasını bilmeyenimiz yoktur. İlgili sayfayı "beğenenlerin" sayısı 1.442.885. Oldukça büyük bir rakam bu. Ve hatta her sayfanın izleyici sayısının ulaşamayacağı bir rakam.
İlgili sayfada paylaşım yapan "admin"lerin paylaşımlarına "olumlu" ya da "olumsuz" yorum yapan, düşüncelerini belirten, eleştiren ya da öven yorumlara rastlanır. Bu durum son yıllarda fenomen olan " sosyal medya" kullanıcılarının sayısı ile orantılı olarak artmıştır, artmaktadır.
Gerek Facebook ve gerekse Twitter "sosyal paylaşım" sitelerine dünyada milyarlarca insan yorum yazmakta, paylaşım yapmakta, düşüncelerini açıklamaktadır.
Bu bağlamda ilgili sayfada paylaşılan görüş ve düşüncelere zaman zaman (sıklıkla değil) yorum yapmışlığım vardır. Bu yorumlarımda ilgili paylaşıma katıldığımı belirttiğim gibi katılmadığım yönlerini de eleştirdiğim olmuştur.
Uzun bir süre ilgili sayfaya girmedim. Geçenlerde tesadüfen bir paylaşımlarına rastladım. İlgili paylaşımın altında yorumlar ve beğeniler vardı. Lakin ben ne" yorum" yazabilirdim ne de "beğeni" tuşuna basabilirdim. Çünkü "yorum" ve "beğeni" seçeneği bana kapatılmıştı. Yani kısaca söylersek ilgili sayfa yönetimince "engellenmiştim".
Kendi kendime demek ki yaptığım "eleştiri" hoşlarına gitmedi ki engellemeye kadar işi götürmüşlerdi.
Aslında yaptıkları iş önemliydi. Çünkü ana muhalefet partisinin genel başkanının adıyla sayfa açmışlardı ve paylaşım yapıyorlardı. Yapacakları her paylaşım ve yorumun dikkatle seçilmesi gerekiyordu.
Kısacası eylemleri ile söylemlerinin birbiri ile orantılı olması gerekliydi.
Oysaki yaptığım eleştiriye cevap verseler "arkadaş yazdıkların yanlış, doğrusu da şudur" deselerdi daha iyi olmaz mıydı?
Her neyse.
Aynı sayfada Kemal Kılıçdaroğlu'nun bir söylemi ise şu şekilde verilmekteydi:
"İncinsen de incitme. Kimseyi incitmeyelim. Bu topraklarda sevgi de, hoşgörü de fazlasıyla vardır. İnsan sevgisi, insanların yüreklerindedir. İncinseniz de incitmeyin."
Şimdi bu söylemin karşısında şunları söylemek yanlış mı olur?
İyi dersin hoş dersin de Sayın Kılıçdaroğlu. Söylediklerinizle yaptıklarınız uyuşmuyor. Sayfanıza yaptığım yorumları beğenmemiş olacaklar ki “adminler” yoruma kapatmışlar. Kısa bir söylemle “engellemişler”.
Canınız sağ olsun. Önemli de değil.
Fakat Sosyal Demokrat bir parti olduğunuzu iddia ediyorsunuz.
Fikir ve düşüncelere saygılıyız diyorsunuz.
Demokrasi, insan hakları, düşünce özgürlüğüne sahip çıkıyorsunuz.
“İncinsen de incitme” diyorsunuz.
Eleştirilere açığız diyorsunuz.
“gezi” eylemlerinden kendimize göre ders çıkardık. Bundan böyle politikalarımızda bunu dikkate alacağız diyorsunuz.
Diyorsunuz da diyorsunuz.
Konuşmaya gelince mangalda kül bırakmıyorsunuz.
Yapıcı yorumlar, eleştiriler anlaşılan hoşunuza gitmiyor ki “eleştiri” yapanların sesini kısma, konuşturmama yolunu seçiyorsunuz.
Bir bakıma yaptığınız “karşı” olduğunuzu söylediğiniz “sansür” değil de nedir?
Unutmayın ki “eleştiriye” kapalı olan başarılı olamaz. Fikir ve düşüncelerini insanların belirtmesi “demokrasi”nin olmazsa olmazlarındandır.
Bunu adınıza “sayfa” açan yöneticilerin bilmesi lazım.
Yok, eğer bu duruma razıysanız “söylemleriniz” havada kalıyor demektir.
Söylemlerle eylemler bir bütün oluşturmalı. Hizipçilikle, eleştiriye tahammülsüzlükle bir yere varılamaz.
Hem demokratız, eleştiriye açığız diyeceksiniz. Hem de eleştiri yapılınca “çark” edeceksiniz.
Çare olarak da yorumcunun yorumuna sayfayı kapatacak “sansür” uygulayacaksınız.
Bu durum da size kim inanır?
Aslında kimi yazıların altında okuyucu yorumlarına sıkça rastlarız.
Kimi zaman “hafızayı sevmeyen”, daha doğrusu geçmişte yaşananları işine geldiği gibi hatırlamayı seven bireyler olarak öne çıkmayı kendimizce marifet sayarız.
Oysaki yazdıklarımızın, söylediklerimizin hafızamızda depoladığımız bilgi kırıntılarının, yaşam tarzımızın, gelişim ve anlayış düzeyimizin bir yansıması olduğunu aklımıza bile getirmeyiz.
Etik olmayan davranışlar topluma yarar yerine zarar getirecek. Fikir ve düşünceler enine boyuna tartışılmayacak, hatta kimileri kenara çekilecek sadece olan biteni seyredecektir.
Bu tür ve benzeri oluşabilecek olumsuzlukların yaşanmaması için yazar ve yorumcuların üyesi bulundukları platformları olması gerektiği gibi kullanmaları ve tartışmaların “tartışma ölçütü” kavramı içinde yapılması kaçınılmazdır.
Herkesin şapkasını önüne koyup bir kez daha düşünmesi gerektiği kanaatini taşımaktayım.
İyi bir “tartışma kültürü” ortamının bireylere kazandıracağı ile aksi durumu kıyaslamak ise değerli okuyuculara kalmaktadır.
İnsanı insan yapan özellikler var. Öne çıkanları ve olması gerekenleri herkes bilir. Önemli olan olmaması gerekenlerdir.
Olması gereken özellikler kaybolduğunda geriye ne kalıyor?

Yemek, içmek, uyumak…

20 Ağustos 2013 Salı

KAN TER İÇİNDE KALMIŞTIK




Yaşamımızda önemli yer tutan önemli günler vardır. Düğün ve nişan törenleri, askere uğurlama törenleri, milli ve dini bayramlarımız gibi. İnsan yaşamında bazıları bir kez yaşanır. İkinci kez istense de yaşanmayacak günler vardır.
Askere bir kez gidilir misal, aynı kişinin düğünü de nişanı da olasılıkla bir kez yapılır. Eğer boşanıp da tekrar evlenmeye kalkmamışsa. Hoş ilkinin yerini tutmaz ikincisi ya neyse.
Gelen davet üzerine eşimle birlikte yeğenimin nişan törenine katılmak için bir hafta öncesinde otobüs biletlerini aldım. Gece 12.30'sa hareket edecek olan otobüse yetişmek için zamanından önce Esenler Otogarına gittik. Aman Allah'ım. Adım atacak bir boşluk bulmak olanaksız. Her yer o saatte insan kaynıyor. Ellerinde bayraklarla gençler "En büyük asker bizim asker" sloganları atıyor davullar eşliğinde.
Kimi yerde İstiklâl Marşı söyleniyor kimi yerde "Tekbir" sesleri ortalığı inletiyor.
Adım atmak çok zor. İlerlemek, otobüsün yazıhanesine ulaşmak için cambaz  olmak lazım! Kan ter içinde kalıyoruz bir anda.
Gecenin o saatinde çocuk arabalarında çocuklarını ittirerek asker uğurlayanlara şaşıyorum. İyi de o küçük çocuğun o mahşeri kalabalıkta işi ne? Anlamakta zorlanıyor insan.
Bağırtı çağırtılar arasında güç bela yazıhaneye ulaşıyoruz.
İstanbul'a geldim geleli sıklıkla terlediğim için, havanın nemi olumsuz etkiliyor, eşime fanila almasını söylemiştim. İyi ki de söylemişim. Yazıhaneye ulaşana kadar geçen zamanda ne atlet kaldı ben de ne de gömlek ıslanmadık. Yüzümdeki teri silmek için kullandığım mendil keza öyle. Fanilayı müşteri hizmetleri bölümünde kapalı yerde değiştirip rahat bir nefes alabildim sonuçta.
Yazıhanede otobüsün hangi peronda kalkacağını sormak için de sıranın gelmesini bekledik. O yoğunlukta görevliler ne yapacaklarını şaşırmışlardı.
Otobüsü güç bela bulabildik. Otobüs firması aynı yazıhanenin önünde aynı anda onlarca otobüs kaldırıyordu çünkü. Yani firma oldukça geniş bir ağa sahipti.
12.30'da kalkması gereken otobüs tam bir saat rötarlı kalktı. Saat olmuştu 01.30. otobüsün hareket etmesiyle rahat bir nefes aldığımız düşündüğümüzde Kağıthane terminaline geldik.
Orası da Esenler Otogarından beter kalabalıktı. Bir yarım saatte orada bekledikten sonra, FSM köprüsü sonrasında Dudullu terminalinde yolcu almak için bir yarım saatte orada mola !
Eh dedik yetti gayri ! Saat oldu mu 02.30.
Haydi şoför arkadaş derken bu sefer de Sancaktepe terminalinde yolcu almak için terminalde ki otobüs sırasına girmezmiyiz. Sinirler gerilmeye başladı. Yolcular sinirli.
Sancaktepe terminali de bir öncekilerden farksızdı.
Asker uğurlama törenleri mahşeri bir kalabalığa neden olmuştu.
Doğrudur. Her insanın yaşamında özel bazı günler vardır.
Lakin bu günlerder başkalarını rahatsız etmenin anlamı olmasa gerek.
Sancaktepe terminalinde askere uğurlanan iki arkadaş bindi. Otobüs hareket etmek üzereyken bir grup genç tarafından önü kesilmez mi bu sefer de.
Otobüsün önünü kesen gençler otobüsün içinde askere uğurladıkları gence bir on beş dakika selam durdular. Askere gidecek genç delikanlı da otobüsün ön kısmına gelip onlara selama durmasın mı.
Bu esnada atılan sloganlara karışan tekbir sesleriyle ortalık inliyordu. Sanırsın hiç kimsenin çocuğu askere gitmemiş. Bu kadarı da fazla artık diye düşünüyor insan. Abartmanın da bu kadarı gerçekten çok fazla.
Nihayetinde Esenler otogarında gece saat 12.30 da kalkması gereken otobüs gecikmeli olarak hareket etmiş ve biz saat 03.30 da Sancaktepe terminalinde (Sultanbeyli civarı) yolumuza devam etmek için hareket etmiştik.
Yolcuların otobüsün içinde tam üç saat beklemesi otobüs firmasının umurunda bile değildi. Şoförlerin yavaş hareket etmelerinden anlaşılıyordu bu.

Dolayısıyla gideceğimiz yere de üç saat gecikmeli gidebildik.

14 Ağustos 2013 Çarşamba

YARALI YÜREĞİM


Yaşam için boş bir kâğıt sayfasıydık sanki
sanki kuşatılmış sokaklardaydık
yoksulluk ve ezilmişlik kavurmuştu yüzümüzü
yıllar hızla geçti gülüm
hüzünler, acılar, sevinçler, bilirsin
geride kalan anılarda
gözlerinde yağmur damlasını izlemek
kuşun kanadında ıslanan kızıl toprağı
şafağın karanlığında bekleyişi
yaşamın o derin sularını.

Ölümü, kayıp giden yıldızları
gül kokulu gözlerindeki derin vadileri
bir deniz kıyısını, ağaçları düşünmek
gökkuşağı rengindeki yaşamları.

Yaralıydı çocuk yüreğimiz
Yaşam için boş bir kâğıt parçasıydık sanki
Sanki duvardaki sararmış fotoğraflardaydık.


Hüseyin Güzel/13.08.2013/İstanbul

9 Ağustos 2013 Cuma

DREYFUS DAVASI

İnsanın yüreğini burkan, içini acıtan günler vardır. 5 Ağustos 2013 günü Silivri'deki "Ergenekon" davasında yargıçlar kararları okurken "sanık" yakınlarının içinde bulundukları acıyı duyumsamak zor değildi. Kimi gazetelere yansıyan, kimi internet sitelerine yansıyan, kimi tv ekranlarına yansıyan resim ve görüntüler nedeniyle zor değildi.
Kimi medya organlarının "Ergenekon" tutuklamaları ve gözaltıları yaşanırken, attıkları manşetler, tv ekranlarında yazdıkları alt yazılarla "asrın davası" olarak lanse ettikleri "tarihi dava"nın kararları okunurken insanların yüzlerindeki ifadelerden yüreklerinin acısını görmek şaşırtıcı değildi.
Davayı izlemek için Silivri'ye gitmek isteyenlerin yollarda durdurulmasını, mahkeme çevresine yaklaştırılmamasını, yaşanan olayları hep birlikte izledik gördük. İlgili dava hakkında, verilen kararlar hakkında çok şey yazıldı çizildi bugüne kadar. Yazılanları çizilenleri okurken, yaşananaları tv ekranlarında ve sosyal medyada izlerken tarihte yaşanan ve iz bırakan davalar insanın aklına geliyor.
Bundan 115 yıl önce Fransa'da yaşanan ve ünlü Fransız yazar Emile Zola'nın 13 Ocak 1898 tarihinde Fransa Cumhurbaşkanı Felix Faure'a yazdığı  ve Fransız ordusunda yüzbaşı olarak görev yapan Alfred Deryfus davası mahkumiyetini konu alan "Suçluyorum" başlıklı açık mektubu sonrasında başlayan süreç, Zola'nın kitaplarının yakılmasına, vatan hainliği ile suçlanmasına ve katledilmesine neden olmuştur. (1)
L'Aurore gazetesinde tam sayfa olarak yer alan açık mektup gazetenin o günkü üç yüz bin adet nüshasının bir kaç saat içinde tükenmesine neden olmuştur. Güçlü ve insanlık tarihinde önemli bir yere sahip olan açık mektup siyasi bir metindir.
Aydın olmanın sorumluluğuyla şöyle der Emile Zola açık mektubunda:" Gerçeği söyleyeceğim. Benim görevim konuşmak, suç ortağı olmak istemiyorum. Yoksa gecelerim orada, işkencelerin en korkuncu içinde, işlemediği bir suçun cezasını çekmekte olan suçsuzun hayaletiyle dolup taşacak." (1)
Peki nedir Dreyfus Davası?
28.07.2008 tarihli "haber.gazetevatan.com" sitesinde verilen haberi kısaca özetleyecek olursak (2) :
"Fransız ordusunda bir yüzbaşı olan Yahudi asıllı olan Dreyfus, Alman Askeri Ateşesi Von Schwartzkoppen'e bazı gizli askeri belgeleri gönderdiği grekçesiyle tutuklanır. Dreyfus daha yargılanmadan Fransız basını hükmünü vermişti bile. Gazeteler, Dreyfus'ü suçlu ilan etti. Yahudi düşmanlığını kışkırtan başlıklarla birlikte... Ya deliller? Hiç de yeterli değildi ama Dreyfus ile ilgili adli soruşturma açılmasına karar verildi.
Dreyfus davası 1894'de başlar. Alman Askeri ateşesi'nin çöp sepetinde bulunan ve Dreyfus'un el yazısına benzeyen bir yazıyla kaleme alındığı ileri sürülen belge, tek delildir. Dreyfus, yazının kendisine ait olmadığını söyler, ancak kimseyi inandıramaz...
Yargılama sonucunda müebbet hapse mahkum olur, rütbesi sökülür... Dreyfus cezasını çekerken Fransa'da tartışmalar devam eder...
Zaman geçer, rüzgâr tersine döner... Dreyfus'un mahkumiyetinde kullanılan belgelerin askeri istihbaratta görevli bir albay tarafından düzmece bir şekilde hazırlandığı ortaya çıkar...Dreyfus'un aklanması 1906 yılında yeniden yargılanmasıyla mümkün olur..."
Dava sonucunda Dreyfus'un sökülen rütbesi ve nişanı geri verilir.



7 Ağustos 2013 Çarşamba

ALIN YORGUN YÜREĞİMİ ARANIZA


Mavi bir örtü gibi serilen
koca deniz pırıl pırıl
kıpırtısız ve yorgun
ve ıssız.

Alev rengindeki yansımalarla 
siyah bir bulut yükseliyor gökyüzünde
aşağılarda bir yerlerde
yollarda insanlar, yollar sıcak
ayakları toz içinde yüzleri kavruk
belki insanların dilini anlamak
serçenin kanadında yaşamı güzelleştirmek
yalnızlığı ötelemek.

Beni nasıl büyüledi günboyu dalgalar
alın yorgun yüreğimi aranıza
hayatı
ölümü
suskunluğu.


Hüseyin Güzel/ 06.08.2013/İstanbul

3 Ağustos 2013 Cumartesi

SİNCAN, ANKARA, İSTANBUL


Yaklaşık on aydır görmediğim anamı ziyaret etmek, hasret gidermek için geçenlerde Ankara Sincan'a gittim. Sincan'da İstanbul'a taşınmadan önce yaklaşık yedi yıl kaldım. Yani Sincan'ı az çok bilirim. Modern kent anlayışına uygun yapılaşmanın, toplu konutların yoğun olduğu bir ilçe Sincan. Sincan merkez hariç, mahalleleri geniş cadde ve sokaklarıyla dikkati çeker.
İlçe merkezinde ve mahallelerinde tek bir boş alan kalmamış bu geçen on ay süresince. Her taraf parklarla doldurulmuş. Yollar asvaltlanmış, kaldırım taşları yenilenmiş. Hummalı bir çalışma ile ilçeye yeşil alanlar kazandırılmış. Merkezde bulunan tarihi epeyce eski olan Merkez Cami geçen yıl yenisi yapılmak üzere yıkılmıştı. Cami inşaatı bu yıl başlatılmış, inşaat alanı için etrafta bulunan kimi iş yerleri de yıkılmış, olasılıkla kamulaştırılmış cami yapımı için.
Kısacası Sincan Belediyesi diğer kimi belediyelerin ve ilçelerin yapamadığını yapmış, ilçeye çeki düzen vermiş. Hala da yol ve kaldırım çalışmasının devam ettiği sokak ve caddeler var.
Sincan Belediyesi hatırladığım en son 1990 yıllarında CHP'nin elindeydi. Sonrasında RP'ye geçmiş akabinde de AKP belediye başkanlığını kazanmıştı. İki dönemdir AKP'li belediye başkanlarınca yönetilmekte. Kaynak aktarımında bir sıkıntı yaşanmadığı ortada yapılanlara bakıldığında. Kaynak aktarımı derken Ankara Büyükşehir Belediyesinin kimi yatırımlarını da dile getirmek lazım. Belediyenin yaptığı kimi yatırımlar yıllardır atıl bir şekilde durmaktadır. Misal Eskişehir yolunda yapılan ve yıllardır tamamlanıp kullanıma açılmayan "Demir Kafes" diye adlandırılan, gerçektende çelik yığını olan yapı var. Zaman zaman gazete haberlerine konu edilmiştir. Yapı için milyonlar harcandığını gazete haberlerinde okuruz. Şimdilerde ise "Demir Kafes"in yıkılacağı haberleri var. Halkın  vergileriyle yapılan bu binaya harcanan milyonlar ihtiyaç duyulan bir alanda (Eğitim, Sağlık gibi) harcanamaz mıydı diye düşünüyor insan.
Sincan vatanımızın bir köşesi elbette. Yapılması gerekenler yapılmalıdır kuşkusuz. Lakin Ankara ziyaretimde Kızılay'a gittim bir kaç kez. Sakarya caddesi ve çevresi ile Tunalı Hilmi ve çevresini, Zafer Parkını, Sıhhiye Abdi İpekçi parkını da gezdim bu bağlamda. Kızılay Zafer Çarşısını bilmeyenimiz yoktur. Zafer Çarşı'sının karşısında Orduevi bitişiğinde Zafer parkı var. Çankaya belediyesine bağlı. Parkta bulunan banklarda Çankaya Belediyesi yazmakta. Park bakımsız. Demem o ki; Sincan belediyesi kaynak bulabiliyorsa, Çankaya belediyesi de o kaynağa ulaşabilmelidir.
Ankara genelde trafiği yoğun olmayan bir yer. Sabah ve akşam işe gidişlerde ve iş çıkışlarında bir miktar yoğunluk yaşansa da yollarda uzun zaman gidilecek yere gitmek için İstanbul'da olduğu gibi beklemek söz konusu değil.
İstanbul ise trafik bakımından, yollardaki araç sıkışıklığı bakımından çekilmez bir durumda. Kısa bir mesafeye ulaşabilmek için araç şoförünün ya cambaz olması gerekiyor ya da sabırlı olması. İstanbul trafiği en ufak hatayı affetmiyor. Hata demek kaza demek çünkü.
İstanbul trafiğini İstanbul belediyelerinde görevlilerde her gün görüyor yaşıyor olmalı. Bu sıkışıklığa mutlaka bir çözüm bulunmalı.
Ankara dönüşü İstanbul trafiğinin sıkışıklığını bizzat yaşadım, gördüm. Otobüs Ankara-İstanbul Sultanbeyli girişini yaklaşık 4-5 saatte alıyor. Sultanbeyli - Esenler Bayrampaşa Otogarı arasını ise tam 2 saatte aldı. İş çıkışı saatine denk gelen bu durumda yolun her iki tarafı da adeta adım adım ilerliyordu.
İstanbul'da gerçekten trafik tehlikeli, dolaşık vaziyette, kuralsız. Sürekli yaya ya da sürücülerin dikkatli olması gerekiyor. Zekâ ve çabukluk, açıkgözlük isteyen bir durum söz konusu. İnsanı yoran ve asabını bozan bir durumdan öte fiziksel ve psikolojik yorgunluğa da sebep oluyor bu durum.
Yol boyunca özel arabaların çokluğu dikkati çekiyor. Toplutaşım araçları o kalabalıkta tek tük göze çarpıyor. Özel araçların içerisindeyse sadece bir tek aracın sürücüsü var. Dolayısıyla bu durum trafik sıkışıklığına neden oluyor. Oysa ki bunun kolayı var. Gelişmiş kentlerin yaptığı gibi toplu taşım araçlarını halkın yönelmesi ve metro ağının yaygınlaştırılması gerekir. Yoksa bu kargaşa böyle sürüp gider.
Otomobil egzozundan çıkan duman havayı kirletir. Egzoz homurtusu gürültü kirliğine sebep olur. Sokak aralarında park edilen araçlar nedeniyle yol almakta zorlanır insan. Otomobillerin kentlerimizi işgal etmesine ve ulaşımı zora sokmasına razı olmak gerekmez. Elbette otomobillerin, özel araçların yaşamımızda ki yeri yadsınamaz. Lakin yerinde ve zamanında kullanmak gerektiğini de dikkate almak şartıyla.

Tüm bunlardan kurtulmanın çaresi halkın trafik kurallarına uyması, ayrıntılı trafik planları hazırlanıp uygulanması, toplu taşım araçlarına yönelinmesi gibi önlemler alınmalıdır.