26 Ekim 2013 Cumartesi

SOĞUK BİR KASIM SABAHINDA-8

                                        Doğruyol(Cala)'da bit kış manzarası.

Cala'da evlerin pencereleri genelde damların üst kısmına yapılmış. Yörenin sert iklimine; soğuğa ve ayaza karşı alınan bir önlem bu. Okulun pencereleri ise binanın yan tarafında. Üstü ağaçlarla kapatılmış. Ağaçların üzerine yassı taşlar konulmuş. Onun da üzeri kalın bir toprak örtüsüyle kaplı.
Ufak bir sarsıntı da tonlarca toprağın altında kalmak içten bile değil. Evler eski ve derme çatma taş binalar. Kurtulmanın olanağı yok. Topraktan kurtulunsa bile yassı keskin taşlardan kurtulmak imkansız. Bereket ki yörede deprem sık görülen bir durum değil.
Okulda geçen ilk gün yoruyor bizi. Tezek ve soba ihtiyacımız olduğunu konuşuyoruz öğretmenler odasında. Öğretmenler odası aynı zamanda müdür ve memur odası da. Hizmetli Uğurlu Şimşek'de işi olmadığında orada oturuyor. Yani okulun tüm personeli bir odaya sıkışmak zorunda. Zorunlu olarak tek oda kullanılıyor. Çünkü başka oda yok. Okul binası esasında "okul" amaçlı yapılmamış. Eski muhtarlık binası bu. Bir şekilde köye Ortaokul açılınca okula uygun bina olmayınca mecburen eski muhtarlık binasında eğitim öğretime başlanmış.
Hafta sonu Kars merkeze gidip soba alınmasını kararlaştırıyoruz. O zamana kadar soğuğa karşı yapacak bir şeyimiz yok. Bu arada tezek satan birini bulmalıyız. Kömür ve odun temin etmenin olanağı yok çünkü.
"Şenlik Bey" diyoruz "tezek satan bir köylü varsa eğer bizi haberdar eder misin?"
Şenlik Cengiz Calalı.
"Tamam" diyor. "Merak etmeyin siz. Okul çıkışı kahvelerde sorar soruştururum. Satan varsa size haber ederim".
Okul çıkışı Meriç'le bakkaldan ekmek alıyoruz. Aliyar Turgut'un bakkalına Kars ya da Çıldır'a giden minibüslerle günlük ekmek geliyor. Yollar kardan kapanmadıkça da geleceğini söylüyorlar.
"Yollar kardan kapanırsa işte o zaman ekmek gelmez" diye atılıyor birisi.
"Hazırlıklı olmak lazım bu durumlarda" diye tamamlıyor bir diğeri.
Sevindirici haber bu. Çünkü ekmek yapmamızın imkânı yok. Ya bakkaldan alacağız ya da köylülerden birine yaptıracağız. Ekmek konusunda yolların kapalı olduğu günler dışında pek sorun çekmedik. O nedenle de köylülere ekmek yaptırmak için bir şey demedik. Söylesek yaparlardı. Bakkala gelen somun ekmek bizim için bulunmaz numune gibiydi.
                                         
                                                    Cala yaylasından bir görünüm       
Cala'da en çok göze çarpan kahvelerin ve bakkal dükkanlarının çokluğuydu. Kahveler tahta masa ve sandalyelerin sıkıştırıldığı genişçe yerlerdi. Bakkallar ise dar ve küçük odaların bakkal dükkanına çevrilmesiyle oluşturulmuştu. Her ikisi de ağır kış şartlarına uygun yapılmışlardı.
Bakkal dükkanlarında şekerlemeler, makarna, kuru bakliyat, çivi benzeri çok çeşitli araç gereç vardı.
Kışın iş olmaması nedeniyle vatandaş genelde ya kahvelerde zaman geçirmekteydi ya da bakkal dükkanlarında sohbet etmekteydi.
Okul çıkışı Aliyar Turgut'un bakkal dükkanına gittik. Oğlu Özcan ile birlikte çalıştırıyorlardı dükkanı.   Dükkanda ilk göze çarpan satılan malların yetersizliğiydi. Yoksul ve alım gücü yeterli olmayan köylülere uygun malzemeler vardı doğal olarak. Ufak tefek şeyler dışında önemli ihtiyaçları buralarda temin etmek imkansızdı. Ya Kars'a ya da Çıldır'a gitmek gerekiyordu.
Aliyar Turgut elli ellibeş yaşlarında kır saçlı, ablak yüzlü biriydi.
"Aliyar amca" diye seslendim.
"Biliyorsun köyünüze yeni geldik. Önümüz malum kış. Tezek ihtiyacımız var. Tezek harici ısınma olanağı da yok."
"Biliyorum hocam".
"Tezek satan birini tanıyor musun?"
"Uzun süren kış şartları nedeniyle köylüler bolca tezek biriktirirler yazdan. Pek satan olacağını sanmıyorum. Lakin paraya ihtiyacı olan varsa belki satar. Sormak lazım."
"Valla ya bu köyden alacaz ya da çevre köylerden birinde."
"Bakalım acele etmeyin. Bulunur elbette".
Şenlik Cengiz'den gelecek haberi de beklemek lazımdı.
Meriç'le birlikte bakkaldan aldığımız makarna, ekmek, sana yağı, tuz, biber, soğan, patates  vs. ile evin yolunu tuttuk.
Ağzımızı bıçak açmadı yol boyunca. Sıcak bir ortam yoktu evde. Isınmak için sıkıca giyinmek lazımdı. Gaz ocağını yakıp ellerimizi ısıtabilirdik yemek yaparken.
Soğuk ve ayaz göz açtırmıyordu. Her zamankinden farklı bir heyecan vardı içimizde. Elimizde kumanyamız ilk defa yemek yapacaktık. Bizi farklı bir boyuta taşıyan bir bilinmezliğe doğru ilerlemiştik. Batıdan farklı bir zorlu yaşamın kapısını aralamıştık. Bu daha başlangıçtı. Zorlu ve meşakkatli bir yaşam bizi bekliyordu.
İlk yaptığımız yemek makarnaydı. Hem kolay hem de başka çare yoktu. Çünkü yemek yapacak kap kacağımız henüz yeterli değildi. Bir tencere ve bir tavamız vardı.
"Makarnayı de ne severim ya" dedim Meriç'e gülerek. Oralı olmadı. Üsteledim konuşturmak için.
"Yahu sen makarnayı yeme istersen"
Ayazdan üşümüş elleriyle gözlüklerini düzeltti.
"Makarnaya devam bundan sonra" dedi. "İşine gelirse. "
"Valla" dedim "sen makarnayı sevmezsin belki diye düşündüm."
Maksadım Meriç'i konuşturmak içinde bulunduğu şaşkınlığı atmasına yardımcı olmaktı. Şaşkındı gerçekten. Şehirde büyümüştü. Köy yaşamı, dahası doğunun sert iklim şartları ona yabancıydı.
Gece ayazında dışarısı buzla kaplanıyordu.
Gündüzleri güneş sadece ışık veriyordu. Isıdan mahrum bir ortam, sisli ve fırtınalı dağlar. Dışarıda fazla kalındığında insanın içini donduran, soğukla mücadele imkânı olmayan, soğukla mücadele için kışlık kıyafetler gerektiren bir ortam.
- 30 derecelere varan bir soğuk.
Bu şartlarda donmamak için ne bulursak giymiştik. Ayaklarımızda üst üste giydiğimiz çoraplar ayaklarımızı sıkıyordu.
"Ben paltoyu çıkarmadan yatcam" dedi Meriç.
"Üşütme de paltoyla yat rahat edeceksen" dedim.
Üşüyorduk. Dişlerimiz zangırdamaya başlamıştı. Gaz ocağını yaktık. Önce ellerimizi ısıttık. En azından elimiz soğuktan titremeden makarnanın ambalajını açabilirdik. Sonrasında da makarna suyunu tencereye koyduk. Gaz ocağının yanında ayrılmadan gözlerimizi yanan ocağa diktik. Uzun bir süre sessizce, konuşmadan; kendi dünyamıza dalarak, geçmişi ve geleceği düşünerek öylece kalakaldık.
Makarna da ne lezzetli gelmişti o zaman bize. Bu soğukta bulaşıkları yıkamanın anlamı yoktu. Tencere ve tavayı bir kenara bıraktık. Sabah ola hayrola deyip ranzalarımıza uzandık. İsli lambanın ışığında fazla durmanın gereği yoktu.


19 Ekim 2013 Cumartesi

SOĞUK BİR KASIM SABAHINDA-7

Sobaların tamamını yakan Uğurlu üşüyen ellerini ovuşturarak yanımıza geldi. İşini yapmış olmanın rahatlığıyla "günaydın hocalar" dedi. Burada "öğretmen" yerine sıklıkla "hoca" şeklinde hitap ediliyordu.  Uğurlu'nun avurtları çökmüş, alnında çizgiler oluşmuştu. Meriç ve ben aynı anda  karşılık verdik.
"Günaydın".
Çekingen tavırlarımızdan rahatsızlığını "rahat olun" diyerek dile getirdi Uğurlu.
Eh ne de olsa yabancıydık. Okulda ilk günümüzdü. Heyacanın yanı sıra çekingenliğinde normal karşılanması gerekiyordu. Etrafımızda bulunanları henüz tanımıyorduk. Yağışlı ve soğuk havalar düşündürüyordu bizi yeri geldiğinde kahkahayı atsak, kendimizle "dalga" geçsek de.
Sobaların etrafı kalabalıklaşmaya başladı. Yeni gelen öğrenciler, arkadaşlarıyla sohbet eden bizleri ilgiyle izliyordu.
"Vay canına" dedim Meriç'e. "Öğretmenliğimizin ilk gününde 'fenomen' olduk haydi bakalım".
"Valla doğru dersin" diye karşılık verdi Meriç.
"Bak dedim. Konuşmalarına dikkat et. Öğrenci değilsin artık.". Sözümü bitirmeden "öğretmeniz ya ..." diye tamamladı gülerek.
Sabah ayazının ürpertisi geçmişti. Rahatlamıştık az da olsa. Yabancılık ve çaresizlik ne zor. Ne de olsa "yaban"sın ilk günlerde. Bu durumda insan bulunduğu yere alışana kadar epey bir zorluk çekiyor.
İlk okula kadar köyde büyümüştüm. Soğuk ve ayazla ilk karşılaşmam değildi bu. Anadolu bozkırında gecenin karanlığı içinde kükreyen kan dondurucu soğukları biliyordum. Zorlu kar fırtınalarında günlerce dışarı çıkamadığımızı hatırlıyorum.
Lakin kış şartlarına hazırlıklı bir evde yaşıyorduk. Tezek ve soba sorunu yoktu. Hatta kimi zaman kar fırtınalarının devam etmesi hoşumuza bile giderdi. Tüm ev halkı bir arada sobanın etrafında güne ve geleceğe dair konuşurdu. Masallar anlatılırdı. İlgiyle ve dikkatle dinlerdik.  Hayatı anlamamız bu konuşmalar ve masallarla şekilleniyordu.
Cala Ortaokulu eski kiliseye yakındı. Kilise camiye çevrilmişti. İlk okul da az ileride göle yakın bir yerdeydi.
Akbaba dağlarının güney kesiminde, Çıldır karayolu da olmasa ıssız mı ıssız bir arazide, sabitlenmişcesine duruyordu Cala.
Öğretmen arkadaşlar da geldiler.
"Erkencisiniz arkadaşlar" diye de takıldılar.
"Yandık valla Meriç" dedim.
Meriç meraklı bakışlarla yüzüme baktı.
"Neden ne oldu ki?" .
"Öğretmen arkadaşları gördün ya" dedim.
"Ee gördüm ne olmuş yani?".
"Ne olacak  nasıl bir yerde geceyi geçirdiğimizi biliyorlar."
"Evet biliyorlar".
"Sence yaklaşımlarında bir gariplik yok mu?" diye sordum.
"Bilmem. Ne garipliği?"
Meriç'in bu tavrı beni gittikçe sinirlendiriyordu. Şehirde yetişmişti. Belki de sorunları ve içinde bulunduğumuz durumu benim kadar düşünemiyordu. Belki de düşünmek istemiyordu.
"Şimdi" dedim Meriç'e "Sen olsan bu durumda ne yaparsın?"
"Nasıl anlamadım?" diye yüzüme baktı.
"Yani sen bunların yerinde olsan. Yıllarca  ve aylarca burada kalmış olsan. Yeni bir arkadaş kış günü yanına gelse sen nasıl davranırsın? Sorunlarıyla ilgilenir misin yoksa nemelazımcılık mı yaparsın?"
Meriç nihayetinde ne anlatmak istediğimi anlamışcasına cevap verdi.
"Yardım eder, yol yordam gösterirdim elbette".
"Meriç" dedim " unutma bu günü". Etrafı ilgisizce seyrederek devam ettim.
"Öğretmen arkadaşlar ' Yardım eder, yol yordam gösterirdim elbette' sözünün tam tersini yapıyorlar. Yıllarca buradaymışız gibi davranıyorlar. Ben de olsam senin düşündüğün gibi düşünür, yeni gelen yabancı bir arkadaşa yol ve yordam gösterip yardımcı olurdum".
"Lakin" dedim. "Sakın bu durumdan söz etme."
"Tamam" dedi Meriç. "Varsın böyle olsun. Sorun bugün var yarın yok hesabı hallederiz" dedi. Haklıydı da bu yaklaşımında. Sorunlar bizim sorunlarımızdı. Diğerlerinin ne durumda olduğunu henüz bilmiyorduk. Belki de onların da kendine göre sorunları vardı. Vardı da. Lakin, en azından yöreyi ve halkı yakından biliyor, tanıyorlardı.
Sonrasında bu duygularımızı bir daha dile getirmedik. Gereksizdi. Gereksiz olanın da üzerinde durmaya gerek yoktu.

Günlük yaşam insana çok şey öğretiyor. Çoğu zaman, hedefimize ulaşmak için yürüdüğümüz yolda gördüğümüz şeylerin, gidilen yolun kendisinden çok daha fazla şey anlattığını öğrendik. Bilinmeyen anların anlık gözlemlerle yakalanacağını ve yanlış bir yöne dönmenin aydınlatıcı  ayrıntılar sunabileceğini anladık. Bunu Cala'da ki ilk günümüzde, ranzaları zor bela yerleştirebildiğimiz, gaz lambası ışığında eski ve yıkılmakta olan binayı keşfettiğimizde yaşadık.

14 Ekim 2013 Pazartesi

SOĞUK BİR KASIM SABAHINDA (6)

                                                Doğruyol (Cala) Köyü

İmkanları yetersiz olan Cala Ortaokulu'nun öğrencileri de fazla değildi. Her şubeden bir sınıf olmak üzere toplam üç sınıflı bir okuldu. Zaten sayının fazla olmasıda beklenemezdi. Köyün öğrencilerinin yanı sıra Kakaç, Akçakale, Aydıngün, Çanaksu gibi çevre köylerden gelen öğrenciler de vardı.
Çevre köylerden gelen öğrenciler daha bir zorluk çekerdi. Okula gelmek için yürümek zorundaydılar. Çünkü onları sabah akşam taşıyacak bir araç yoktu. Yağmurlu, karlı, sisli ve soğuk havalarda çocukların çektiği sıkıntılar daha da artardı.
Olanakları kısıtlı bir yöreydi Cala. Yaşamları soğuk, buz, ayaz ve zorlu kış şartlarıyla iç içe geçen, zenginliğin ne demek olduğunu bilmeyen ya da yaşamamış olan insanların yurduydu.
Soğuk bir Kasım sabahında uyandık zor bela düzelttiğimiz evimizde!. Gölün yamacında bir tepede kurulmuş olan Cala sessiz. Yüzlerce yıldır insanlara ev sahipliği yapıyordu. Köyün içinde bulunan ermeni kilisesi kanıtıydı bunun. Ve Cala çevre köylere göre kalabalık bir köydü.
Ama bu sabah etraf sessizdi. Soğuk havanın etkisi olmalıydı. Damlardan yükselen dumanlar soğuk ve ayazın etkisini gösterdiğinin kanıtıydı zaten.
Yollar boş, kapılar kapalı, bulakların akışı hüzünlüydü.
Sadece okula giden, üşümüş ellerini nefesleriyle ısıtmaya çalışan birkaç öğrenci. Gri elbiselerinin içinde ürkek bir çekingenlikle yürüyen iki öğretmen. Meriç sıkıca sarındığı kısa paltosunun yakalarını kulaklarına kadar çekmiş, nefesiyle buharlaşan gözlüklerinin arkasında peşim sıra gelmeye çalışıyor. Üşümekte her ikimizin de üzerine yok. Sanırsın saatlerce soğuk ve ayazda kalmış gibi titriyoruz.
Ev soğuk. Ne bir soba var ne de yakacak bir tek tezek.  
Üşümenin ve titremenin ne olduğunu öğreniyoruz açıkça. Evde durmanın bir anlamı yok bu soğukta.
"Okul açılmıştır artık" dedim Meriç'e ellerimi nefesimle ısıtmaya çalışarak.
Isınmak için devamlı hareket halinde olan Meriç "açılmıştır herhalde" dedi gülerek. Kapıyı kilitledikten sonra yola koyulduk. Sabahın körü daha ama. Ortalıkta bizden başka okul yolunu tutmuş bir kaç öğrenci var. Onlarda üşümüş belli ki. Başkada bir tek canlı aramak boşuna. Etraf sessiz ne bir ses ne de bir soluk var.
"Soba almalıyız" dedim Meriç'e "hem de zaman kaybetmeden".
"Almalıyız" diye onayladı Meriç "Tezeği de unutmamalıyız."
"Köylü çoktan tezeğini ayarlamıştır."
"Satarlar mı acaba bize?"
"Valla satmazlarsa yandığımızın resmidir" diye güldüm hınzırca. " Ben köy çocuğuyum" dedim. "Sen şehirlisin" En çok üşüyen sen olursun" diye de takıldım.
"De get" diye kahırlı kahırlı yüzüme baktı Meriç.
Meriç'le birlikte okula geldiğimizde, yanımızda öğrenciler, bir kısmı çevre köylerden gelmişler erken saatte. Hizmetli Uğurlu Şimşek sobaları yakmakla meşgul. İlk tutuşturduğu sobanın başına toplanıyoruz çocuklarla birlikte. Hepsi de saygılı ve efendi davranışlarıyla bize sobanın etrafında yer açıyorlar.
"Hocam buraya gelin" diye biri kendi yerini gösteriyor.
Bir diğeri" Hocam üşümüşsünüz" diyerek hınzırca "dalga" geçiyor.
Meriç'le göz göze geliyoruz. Basıyoruz kahkahayı.
"Çocuklar" diyor Meriç "evde ne soba var ne de yakacak bir şey. Her sabah burdayız haberiniz ola."

Çocuklarda gülüyorlar birbirini iterek sobanın etrafında yer kapmaya çalışarak.

11 Ekim 2013 Cuma

GÖLGE


Biliyorum yalnızsın
gündüzleri ve geceleri
gün boyu gözlerin nemli.
Ve gün boyu sessiz
bir gölge seni izler
ve gün boyu güvercin kanadında
uçup gider bir umut...

Hüseyin Güzel

10 Ekim 2013 Perşembe

TİYATRODA KOSTÜM ANLAYIŞI

Tiyatro sanatının önemini vurgulamaya gerek yok. Sahnesiyle, kostümüyle, replikleriyle, konuşmalarıyla seyirciyle iç içe bir sanat anlayışı söz konusu. Sonbaharın gelmesiyle tiyatro topluluklarında da heyecanlı bir koşuşturmaca başlamış durumda.
Yeni projeler, yeni oyunlarla seyircinin karşısına çıkmanın verdiği tatlı bir heyacan bu.
Ülkemizde devlet tiyatroların yanı sıra özel tiyatrolarının da varlığı söz konusudur.
Devlet tiyatrolarında çalışan kadrolu sanatçılar bağlı oldukları Devlet Tiyatroları'nın belirlediği ve onay verdiği oyunları oynamak ve oyun kostümlerini de yöneticilerin istediği şekilde /bir bakıma/ giymek durumundalar.
Özel tiyatrolar bu bakımdan daha bir rahatlar diye düşünüyorum.
Özel tiyatroların ayakta kalması, varlığını devam ettirmesi seyircinin desteğiyle mümkün. Sergilenen oyunu izlemeye gelen seyirciye satılan biletin gelirinden başka bir gelir söz konusu değil. Devlet Tiyatrolarında ise devletin desteği söz konusudur.
Adana Devlet Tiyatrosu (DT) Hacı Ömer Sabancı Kültür Merkezi Sahnesi'nde, "Fadik Kız" adlı oyunun ilk gösterimini gerçekleştirdi.
Basından edindiğimiz bilgilere göre ve iddialara göre oyunun DT Genel Müdürü Mustafa Kurt tarafından sansürlendiği iddia edildi.
İddiaya göre  Orhan Asena'nın "Fadik Kız" adlı oyununda "kadın ve erkek oyuncular birbirine dokunmasın, yaklaşmasın ve sarılmasın" yaklaşımı söz konusu.
Ayrıca "kadın oyuncuların kıyafetlerini açık bulup tayt giydirmişler" iddiası da var.
İddialar karşısında Adana DT Müdürü Gökhan Doğan "Oyunda bir yatak sahnesi var. o yatak sahnesinde de oyuncumuz oynarken eteğin altına giyilen tayt, iç çamaşırı gibi görünüyordu" diyerek kendilerini savunuyor.
Tiyatrolar çağdaş sahnelerdir. Oyunun gereği ne ise o yapılır. Oyunun gereği ne giyilecekse o giyilir. Oyunu kurgulayan ve yöneten sanat yönetmeni ve kostümcüsü oyunun içeriği gereği giyilmesi gerekeni önceden belirler. Onay aşamasında da ilgili müdürlükler gereken onayı verirler. Sonradan oyuna müdahale etmenin mantığını anlamak kolay değildir.
Sadece tiyatroda değil televizyon proğramlarında proğramı sunan sunucuların giydikleri kostümlere bile karışılır oldu.
Bugüne kadar proğram sunucularının giyim kuşamları toplumu rencide etmedi de bundan sonra mı etmeye başladı?
İstanbul'da yeni bir sahne açıldı. Eski Moda Sineması artık yeni Moda Sahnesi oldu. Bahariye Caddesi'nin sokalarından biri, dik bir yokuş Halil Ethem Sokağı bundan sonra sanatseverlerle buluşacak.
Oyun Atölyesi'nde yönettiği oyunlardan tanınan Kemal Aydoğan ve tiyatronun değişik alanlarında görev yapan, oyuncu, yönetmen, sahne ve ışık tasarımcısı ile birlikte Oyun Atölyesi'nden ayrıldı. Moda Sahnesi'ni kurdu.
Moda Sahnesi tiyatro yolculuğuna Shakespeare'in "Hamlet" oyunuyla başlıyor.
Oyunun çevirisini yapan Onur Ünsal, Emre Adıyaman ve sürece eşilik eden Kemal Aydoğan "Biz kendi sahne oynama metnimizi ürettik" diyor.
Oyunda günümüz kostümleri kullanılmış. Oyun yazarının (1564- 1616) tarihleri arasında yaşadığına, "Hamlet"in 1599-1601 tarihleri arasında yazıldığına ve o tarihte halkın giyimi ile günümüz giyimi arasında benzerlik olmadığına dikkat etmek lazım.
"Fadik Kız" oyununda ise günümüz kostümleri yerine oyunun geçtiği yer ve zamana uygun kostümlerin kullanılması gerektiği vurgulanıyor Adana DT Müdürü Gökhan Doğan tarafından.
Doğan, " Oyun Ankara'nın Altındağ ilçesinde geçtiği için, birazda varoşvari bir yer olması gerektiği için oyuncunun altındakinin tayt değil de basma gibi bir kostüm olması gerektiği, kostüm tasarımcısının bu ayrıntıyı atladığı dillendirildi. Hepsi bu" diye açıklama yapmış. Devamla "oyuncunun söz konusu oyunda kırmızı bir elbise giydiğini, bu elbisenin de oyunun söz ettiği bölgenin özelliklerine göre 'modern' kaldığını" belirtmiş.
İki farklı tiyatro anlayışı.

Tiyatroseverlere iyi seyirler diliyorum.