Doğruyol(Cala)'da bit kış manzarası.
Cala'da
evlerin pencereleri genelde damların üst kısmına yapılmış. Yörenin sert
iklimine; soğuğa ve ayaza karşı alınan bir önlem bu. Okulun pencereleri ise
binanın yan tarafında. Üstü ağaçlarla kapatılmış. Ağaçların üzerine yassı
taşlar konulmuş. Onun da üzeri kalın bir toprak örtüsüyle kaplı.
Ufak
bir sarsıntı da tonlarca toprağın altında kalmak içten bile değil. Evler eski ve
derme çatma taş binalar. Kurtulmanın olanağı yok. Topraktan kurtulunsa bile yassı
keskin taşlardan kurtulmak imkansız. Bereket ki yörede deprem sık görülen bir
durum değil.
Okulda
geçen ilk gün yoruyor bizi. Tezek ve soba ihtiyacımız olduğunu konuşuyoruz
öğretmenler odasında. Öğretmenler odası aynı zamanda müdür ve memur odası da. Hizmetli
Uğurlu Şimşek'de işi olmadığında orada oturuyor. Yani okulun tüm personeli bir odaya
sıkışmak zorunda. Zorunlu olarak tek oda kullanılıyor. Çünkü başka oda yok. Okul
binası esasında "okul" amaçlı yapılmamış. Eski muhtarlık binası bu. Bir
şekilde köye Ortaokul açılınca okula uygun bina olmayınca mecburen eski muhtarlık
binasında eğitim öğretime başlanmış.
Hafta
sonu Kars merkeze gidip soba alınmasını kararlaştırıyoruz. O zamana kadar
soğuğa karşı yapacak bir şeyimiz yok. Bu arada tezek satan birini bulmalıyız.
Kömür ve odun temin etmenin olanağı yok çünkü.
"Şenlik
Bey" diyoruz "tezek satan bir köylü varsa eğer bizi haberdar eder
misin?"
Şenlik
Cengiz Calalı.
"Tamam"
diyor. "Merak etmeyin siz. Okul çıkışı kahvelerde sorar soruştururum.
Satan varsa size haber ederim".
Okul
çıkışı Meriç'le bakkaldan ekmek alıyoruz. Aliyar Turgut'un bakkalına Kars ya da
Çıldır'a giden minibüslerle günlük ekmek geliyor. Yollar kardan kapanmadıkça da
geleceğini söylüyorlar.
"Yollar
kardan kapanırsa işte o zaman ekmek gelmez" diye atılıyor birisi.
"Hazırlıklı
olmak lazım bu durumlarda" diye tamamlıyor bir diğeri.
Sevindirici
haber bu. Çünkü ekmek yapmamızın imkânı yok. Ya bakkaldan alacağız ya da köylülerden
birine yaptıracağız. Ekmek konusunda yolların kapalı olduğu günler dışında pek sorun
çekmedik. O nedenle de köylülere ekmek yaptırmak için bir şey demedik. Söylesek
yaparlardı. Bakkala gelen somun ekmek bizim için bulunmaz numune gibiydi.
Cala yaylasından bir görünüm
Cala'da
en çok göze çarpan kahvelerin ve bakkal dükkanlarının çokluğuydu. Kahveler
tahta masa ve sandalyelerin sıkıştırıldığı genişçe yerlerdi. Bakkallar ise dar
ve küçük odaların bakkal dükkanına çevrilmesiyle oluşturulmuştu. Her ikisi de
ağır kış şartlarına uygun yapılmışlardı.
Bakkal
dükkanlarında şekerlemeler, makarna, kuru bakliyat, çivi benzeri çok çeşitli
araç gereç vardı.
Kışın
iş olmaması nedeniyle vatandaş genelde ya kahvelerde zaman geçirmekteydi ya da
bakkal dükkanlarında sohbet etmekteydi.
Okul
çıkışı Aliyar Turgut'un bakkal dükkanına gittik. Oğlu Özcan ile birlikte çalıştırıyorlardı
dükkanı. Dükkanda ilk göze çarpan satılan malların yetersizliğiydi. Yoksul ve alım
gücü yeterli olmayan köylülere uygun malzemeler vardı doğal olarak. Ufak tefek
şeyler dışında önemli ihtiyaçları buralarda temin etmek imkansızdı. Ya Kars'a
ya da Çıldır'a gitmek gerekiyordu.
Aliyar
Turgut elli ellibeş yaşlarında kır saçlı, ablak yüzlü biriydi.
"Aliyar
amca" diye seslendim.
"Biliyorsun
köyünüze yeni geldik. Önümüz malum kış. Tezek ihtiyacımız var. Tezek harici
ısınma olanağı da yok."
"Biliyorum
hocam".
"Tezek
satan birini tanıyor musun?"
"Uzun
süren kış şartları nedeniyle köylüler bolca tezek biriktirirler yazdan. Pek
satan olacağını sanmıyorum. Lakin paraya ihtiyacı olan varsa belki satar.
Sormak lazım."
"Valla
ya bu köyden alacaz ya da çevre köylerden birinde."
"Bakalım
acele etmeyin. Bulunur elbette".
Şenlik
Cengiz'den gelecek haberi de beklemek lazımdı.
Meriç'le
birlikte bakkaldan aldığımız makarna, ekmek, sana yağı, tuz, biber, soğan,
patates vs. ile evin yolunu tuttuk.
Ağzımızı
bıçak açmadı yol boyunca. Sıcak bir ortam yoktu evde. Isınmak için sıkıca
giyinmek lazımdı. Gaz ocağını yakıp ellerimizi ısıtabilirdik yemek yaparken.
Soğuk
ve ayaz göz açtırmıyordu. Her zamankinden farklı bir heyecan vardı içimizde.
Elimizde kumanyamız ilk defa yemek yapacaktık. Bizi farklı bir boyuta taşıyan
bir bilinmezliğe doğru ilerlemiştik. Batıdan farklı bir zorlu yaşamın kapısını
aralamıştık. Bu daha başlangıçtı. Zorlu ve meşakkatli bir yaşam bizi bekliyordu.
İlk
yaptığımız yemek makarnaydı. Hem kolay hem de başka çare yoktu. Çünkü yemek yapacak
kap kacağımız henüz yeterli değildi. Bir tencere ve bir tavamız vardı.
"Makarnayı
de ne severim ya" dedim Meriç'e gülerek. Oralı olmadı. Üsteledim
konuşturmak için.
"Yahu
sen makarnayı yeme istersen"
Ayazdan
üşümüş elleriyle gözlüklerini düzeltti.
"Makarnaya
devam bundan sonra" dedi. "İşine gelirse. "
"Valla"
dedim "sen makarnayı sevmezsin belki diye düşündüm."
Maksadım
Meriç'i konuşturmak içinde bulunduğu şaşkınlığı atmasına yardımcı olmaktı.
Şaşkındı gerçekten. Şehirde büyümüştü. Köy yaşamı, dahası doğunun sert iklim
şartları ona yabancıydı.
Gece
ayazında dışarısı buzla kaplanıyordu.
Gündüzleri
güneş sadece ışık veriyordu. Isıdan mahrum bir ortam, sisli ve fırtınalı
dağlar. Dışarıda fazla kalındığında insanın içini donduran, soğukla mücadele
imkânı olmayan, soğukla mücadele için kışlık kıyafetler gerektiren bir ortam.
-
30 derecelere varan bir soğuk.
Bu
şartlarda donmamak için ne bulursak giymiştik. Ayaklarımızda üst üste
giydiğimiz çoraplar ayaklarımızı sıkıyordu.
"Ben
paltoyu çıkarmadan yatcam" dedi Meriç.
"Üşütme
de paltoyla yat rahat edeceksen" dedim.
Üşüyorduk.
Dişlerimiz zangırdamaya başlamıştı. Gaz ocağını yaktık. Önce ellerimizi
ısıttık. En azından elimiz soğuktan titremeden makarnanın ambalajını
açabilirdik. Sonrasında da makarna suyunu tencereye koyduk. Gaz ocağının yanında
ayrılmadan gözlerimizi yanan ocağa diktik. Uzun bir süre sessizce, konuşmadan; kendi
dünyamıza dalarak, geçmişi ve geleceği düşünerek öylece kalakaldık.
Makarna
da ne lezzetli gelmişti o zaman bize. Bu soğukta bulaşıkları yıkamanın anlamı yoktu.
Tencere ve tavayı bir kenara bıraktık. Sabah ola hayrola deyip ranzalarımıza
uzandık. İsli lambanın ışığında fazla durmanın gereği yoktu.