1 Aralık 2014 Pazartesi

BU DEVİR İŞTE BÖYLE ACIMASIZ BİR DEVİR !


Kavurucu yaz sıcakları fazla sürmedi. Çınar yaprakları tel tel dökülmeye, kasabada hasat sonu telaşı yaşanmaya başladı. Nihayet beklenen gün geldi okullar açıldı. Okula yeni kayıt olanlar yeni arkadaşlarına kavuştu. Okulun bahçesi ve sınıflar cıvıl cıvıldı.
Çocuklar farkında olmasalar da, yaşamlarında iyi bir geleceği yakalamak için uzun ve meşakkatli bir yolculuğa adım atmışlardı. Öğretmenler uzun yaz tatilinin durağan yaşantısından kurtulmanın, öğrencilerine kavuşmanın sevincini yaşıyordu.
Ana, oğlu Recep'in işleri bitirmesine sevinmişti. Burhan'ı kaybedeli tüm işler kocası ile oğluna kalmıştı. Koyunların bakımı, tarla, bağ bahçe işleri, ırgatlık, kışlık yiyeceklerin ambarlara konulması, hayvanların karda kışta yiyeceği yemlerin samanlığa taşınması velhasıl tüm işler artık onların sırtındaydı.
Murat daha küçüktü. Recebe tüm bu işleri yaparken fırsat buldukça Fadime'de yardım ediyordu. Ana da evde torunu Murat ile yemek ve ev işlerine bakıyordu. Murat'ı gözü gibi koruyor, evin bahçe kapısını açıp sokağa çıkmasın diye sıkı sıkı tembih ediyordu. Murat çocuklarla oynamayı seviyordu oysa ki. Çocuk çocukla hoşça vakit geçirirdi. Ana bunu bilmiyor muydu? Biliyordu elbette. Lakin Süloların çocuklarından Murat'a zarar gelmesinden çekiniyordu. Göz bebeği oğlunu elinden almışlardı. Torununa da zarar gelmesine katlanamazdı.
Recebin gece gündüz çalışmasından memnundu. Alnı terlemeden geçinme huyunu sevmezdi. Başkalarının sırtından geçinme hevesinde olanlara, rantçılara kızardı. "Ben asla böylelerini kınamam. Onlara bu yolu gösterenlere, açanlara, yaptıklarına ses çıkarmayanlara kızarım" derdi.
Rant elde edenlerin, hak hukuk tanımazların halk tarafından benimsenmediğini, topluma iyi örnek olmadıklarını, yalan dolan, adam kayırmaca ve üç kağıtçılıkla iç karartıcı bir geleceğe imza atıklarını her aklı başında insan gibi o da bilirdi. Yüzlerinde gerçek amaç ve kimliklerini perdeleyen birer maske ile dolaştıklarını söylerdi.  Elinden gelse o maskeyi çekip almak, yeni bir benlik kazanmaları sürecini başlatmak isterdi. Ne var ki bu zihniyete erdem, onur, hak ve hukuk kavramlarını anlatmak, dahası kabul ettirmek güçtü.  Bencillik ve kibir onların benimsediği kavramlardı. Zayıfı ezmek, elindekini almak, karşı koyanları bertaraf etmekte üstlerine yoktu.
Mehmet amcanın da Ananın düşüncelerinin benzerini benimsediğine konuşmalarında şahit olmuştum. Yılların yüzlerinde derin çizgiler oluşturduğu bu iki çınarın zihinleri hala taptazeydi. Onurlu ve erdemli duruşlarını devam ettiriyor, gençlere örnek oluyorlardı. Çevrelerinde bulunanlara doğru nedir, eğri nedir, kolay nedir, zor nedir, erdem nedir, hak, hukuk nedir, insana verilen değerin anlamı nedir, özgürlük nedir, eşitlik nedir anlatmak için dayanılmaz zorluklara göğüs gerdiklerini, zahmetli bir hayatta olsa mücadelenin önemine vurgu yaptıklarına tanık oluyor, bu insanlara olan saygım her gün artıyordu.
Baharla birlikte kasabada başlayan hareketlilik son hasadın da yapılmasıyla sona ermişti. Kahveler yaz boyunca hiç olmadığı kadar dolup dolup boşalıyordu. Çınar ve söğüt ağaçlarının dalları gücünü yitirmeye başlayan güneş ışıklarına karşı son demlerini yaşıyor, gün geçtikçe dökülen yapraklar dalları daha da açığa çıkarıyordu. Güz gelmişti artık. Çoğumuzun hüzünlendiği hazan ya da sonbahar. Ağır ağır gelir, ağaçlar ağır ağır boyanır güz rengine. Sonbahar insanın zihninde her zaman bir geçiş halinde yaşanır bu yüzden. Her yörenin bir güz imgesi vardır zihinlerde. Kasabada da bağ bozumu sonrası başlardı güz imgesi.
Yazı hummalı bir çalışma ile geçiren erkekler kahvelerde pişpirik ve tavla oynamaya, çay içip sohbet etmeye başlamışlardı. Her köyde, her kasabada olduğu gibi birbirine rakip olanlar, hasım olanlar farklı kahvelerde otururlardı.
Mehmet amca da üzüm bağının hasadını yapmış, üzümlerini kurutup tüccara satmıştı. Borçları verdikten sonra elinde kalan para ile şeker, un, patates, soğan gibi ihtiyaçlarını karşılamıştı. Az bir miktar parayı da ne olur ne olmaz diye ayırmıştı.
Kahve sohbetlerinde sıklıkla "bak hoca" derdi "atalarımızın güzel bir sözü vardır. 'Sakla samanı gelir zamanı' diye. Sen sen ol kıyıda köşede zor günde lazım olacak üç beş kuruşu biriktir. Bu devirde kimseden medet umma. Güvendiğin dağlara kar yağdırma. Güvenin zedelenmesin. Saygın azalmasın. Demem o ki kimse kimseye yardım etmez. Ben bunu bilirim bunu derim bu zamanda. Eskidenmiş o komşu hakkını bilip gözetmek, muhtaç olana yardım etmek. Büyükşehirlerin caddelerini, sokaklarını bir dolan. Ne görürsün? Elini açmış, üstü başı perişan yaşlı, çocuk dilenenleri. Köprü altlarında sabahlayan, garajlarda sabahlayan, sokaklarda yatıp kalkan insanları görürsün. Peki bunlar kimdir necidir diye hiç kendi kendine sordun mu? Bunların birer ana kuzusu olduğunu, evlerinin barklarının olduğunu zamanında düşünür müsün? İnsanlık öyle bir duruma gelmiş ki artık, kimse kimsenin elinden tutmuyor. Muhtaç olana el uzatan ara ki bulasın. Bu devir işte böyle acımasız bir devir."
Kasabanın her yanını kaplayan o seher yeli gibi renksizlik âleminde, sözcüklerinde mavilerin, kırmızıların, morların anlam kazandığı bu yaşlı çınarın söyledikleri düşündürücüydü.


17 Kasım 2014 Pazartesi

SONBAHAR



Sonbahar Türkiye'ye ağır ağır gelir. Kuzeyine, güneyine farklı zamanlarda ulaşır. Bir yamaçtaki ağaçlar, ağır ağır boyanır güz rengine. Sonbahar, insanın zihninde her zaman bir geçiş halinde yaşanır bu yüzden. Her yörenin bir güz imgesi vardır zihinlerde. Ege'de bağbozumu misal...Bozkırda koçkatımı... Dedik ya işte. Her yörede farklı algılanır benimsenmiş imgelerle.

KAÇKAR DAĞLARI



Kaçkar Dağları, barındırdığı ender ekosistemlerinden dolayı WWF (Dünya Doğayı Koruma Vakfı - World Wide Fund For Nature) tarafından dünyanın korunması öncelikli 100 bölgesinden biri olarak seçildi. Erzurum, Artvin ve Rize sınırlarında kalan dağlar Türkiye'de ormangüllerinin 3 bin metreye ulaştığı tek yer.

3 Ekim 2014 Cuma

SOĞUK BİR KASIM SABAHINDA -14

                                              Cala(Doğruyol köyü)/ Çıldır Gölü


Dizginlenemez bir heyecan vardı içimizde. Aşılmaz dağların arasında, sevinç, korku ve kaygı, umut ve umutsuzluk, yarın ne olacağına duyulan merak.
Bir bilinmezle karşı karşıya olmanın getirdiği hayret.
"Gelmezse gelmesin!" diye tamamladım sözünü.
"Aliyar Turgut'un bakkal dükkanı var ya!"
"Evet var."
"Alırız bir kaç paket makarna evdekilere ilaveten, olur biter."
"Başka çaremizde yok zaten. Lakin ekmeğin yerini her daim makarna tutmaz ki" diye söylendim.
"Ne yapmayı düşünüyorsun bu durumda, ne yapmalıyız?"
"Yapacağımız tek şey var. Köylünün yaptığını yapmak."
"Ne yani çuvalla un alıp ekmek mi yaptıracağız" dedi Meriç.
"Lordun oğlu, ne yapacağız başka bir çözüm yolu varsa söyle de onu yapalım."
Sıkıntı bastığında gözlüklerini silmeyi alışkanlık haline getirmişti. Gözlüklerini sildi. Tekrar taktı. Çıkardı tekrar sildi.
Bu hareketi yaparken vereceği kararı düşündüğünü biliyordum.
Sıkıntıyla yüzüme baktı.
"Başka çare gözükmüyor" dedi.
"Havalar biraz düzelince un alıp ekmek yaptırmak lazım. Şenlik Cengiz'e sorarız. O bize yol yordam gösterir."
Soba yavaş yavaş etkisini kaybetti. Odanın içi soğumaya, dizlerimiz üşümeye başlamıştı. Şehirde olsak akşamın bu saatinde elektriğin aydınlattığı odalarda hala oturuyor olurduk. Lakin şehirde değildik. Civar evlerin gaz lambaları da sönmüştü. Köylü istirahata çekilmişti. Bu durumda oturmanın da zaten bir anlamı yoktu. Sabaha kadar soğukta nöbet tutacak halimiz yoktu ya.
Yataklarımıza yattık, lamba bir süre daha yanık kaldı. Loş ışığında odanın tavanı belli belirsiz aydınlanıyordu. Sonrasında lambayı da söndürüp derin bir uykuya daldık.
Bu dağlarda kışın soğuğun ama daima rüzgârın hükmü geçerliydi. Yaşamı alabildiğince zorlaştırıyordu. Köyün içinde bulunan yaklaşık sekiz yüz elli yıllık olduğu tahmin edilen eski Gürcü kilisesinin kalıntılarından buranın yüz yıllarca insanlara ev sahipliği yaptığı anlaşılıyordu.
Yörede genelde ıssızlık hakimse de, yaban hayvanlarının cirit attığı topraklarda, vadi tabanlarında, dere yataklarının kenarlarında yerleşime ve bir ölçüde de tarıma ve hayvancılığa elverişli alanlarda kasaba ve köyler bulunuyordu.
Bu son derece zor koşullarda yaşamayı tercih ettiklerine göre, yörenin onlara bizim anlayamayacağımız bir hayat sunduğu açıktı.
Sabaha kadar kükreyen yel ve kar fırtınası gün ağardıktan sonra durulmuştu. Odanın ayazının kırılması için sobaya bir kaç tezek attık. Defterin orta yerinden bir kaç sayfa koparıp yaktık.
Meriç sesini çıkarmıyordu artık defter yapraklarını kopardıkça. Başka çare olmadığını biliyordu o da.
Gün epey yükselmişti.
Yanan sobanın üzerine çaydanlıkla su koymuştuk. Tezek ateşinin ısısında bekle ki kaynasın. Çay demleyip dünden kalan ekmek parçalarıyla kahvaltı ve öğle yemeği karışımı bir şeyler hazırladık.
Bir ara kapı tıkırdar gibi oldu.
Bu saatte kim olabilirdi ki.
Kapıyı açtım.
Elinde temiz bir bez parçasına sarılı bir şeyler tutan kahveci Binali gülerek "Günaydın hocalar" dedi.
O anda neşemiz yerine geldi.
"Günaydın Binali gel buyur içeri."
Elindeki bezi açtı.
"Bugün yollar kapalı "dedi. "Ekmek gelmez. Beraber bir kahvaltı yapalım."
Bir kaç tane taze lavaşı yatağın bir kenarına bıraktı.
O anda Meriç ile göz göze geldik.
Hiç ihtimal vermediğimiz bir anda Binali ekmeksiz kalacağımızı düşünmüş ve ekmek getirmişti. Minnetle Binali'nin gülümseyen yüzüne baktık.
Yoksulluğun, çaresizliğin, amansız kış koşullarının, buzun ve ayazın şekillendirdiği, yaşam koşullarını zorlaştırdığı bu coğrafyada insanların yardım severliliğinin en güzel örneğini görmek şaşırtıcı değildi. Binali'nin sabah erkenden elinde ekmekle gelmesi ve yolların kapalı olduğu bilinciyle ekmeksiz kalacağımızı düşünmesi bunun en güzel örneğiydi.
Lavaşları hazırladığımız sofraya koyduk. Bekar usulü bir sofraydı bu.
Başrolde elbette bal, börek yoktu.
Çay, peynir, zeytin ve lavaş.
Yanı sıra ölçü bulunmaz hürmet ve saygı içinde bir sohbet.
Meriç ve ben aynı anda sözleşmiş gibi:
"Binali çok sağol. Lavaş için teşekkürler" diyerek Binali'ye teşekkür ettik.
"Önemli değil hocalar. Kar kış bastırdığında çevreyle ulaşım kesiliyor."
"Doğru dersin Binali. Baksana kar ve sis her tarafı kapladı. Göz gözü görmüyor bezen. Kar fırtınası sabahlara kadar durmuyor. Püfür püfür esiyor rüzgâr."
"Hem de ne esiş ya "diye mırıldandı Meriç.

19 Eylül 2014 Cuma

OKULLARI YAKIP EĞİTİMİ ENGELLEMENİN MANTIĞI NEDİR?


Hakkari'de, Muş'ta pkk yandaşlarının yağmur gibi yağdırdığı molotoflarla yirmiden fazla okul yakıldı. Televizyon kanallarında izledik, gördük bunu. Sokakları yürünemez, dışarı çıkılamaz duruma getiren, yüzleri maskeli, ellerinde molotoflarla ortalığı ateşe verenlerin amaçlarını anlamak mümkün değil.
Yaktıkları okulların bahçesinde bulunan Atatürk büstlerini ateşe vermeleri, parçalamaları Atatürk'e  ne denli  tahammülsüz olduklarının göstergesidir.
Oysaki Mustafa Kemal Atatürk "Türkiye Cumhuriyeti" Devleti'nin kurucusudur.
Atatürk'ün yaptıklarını anlamaktan uzak beyinlerin, okumaktan ve öğrenmekten uzak olanların, yollara kurdukları barikatlarla ulaşımı engelleyenlerin, iş makinelerini ateşe verenlerin, okulları yakanların, işçiyi çalıştığı yerde taciz edenlerin uyguladıkları yöntemlerle kazanım elde etmeleri mümkün değildir.
Yöre insanının okumasını engellemenin yöre insanını cahil bırakmaktan öte bir yararı olmaz.
Düvel-i Muazzama denen emperyalist ülkelerin Osmanlı Devleti'ni Mondros Ateşkes Antlaşması, San Remo Kararları ve Sevr antlaşması çerçevesinde Orta Anadolu'da küçük bir toprak parçasına sıkıştırma, Osmanlı topraklarını parçalama ve işgal etme girişimlerine karşı Mustafa Kemal'in Kurtuluş Savaşı  öncesinde, Kurtuluş savaşı sırasında ve sonrasında emperyalistlerin Anadolu'dan atılması için verdiği mücadeleyi bilmek gerekir.
Bugün Mustafa Kemal'in büstlerini ateşe veren, kıran, resimlerini çöpe atanların Şeyh Sait ve Seyyit Rıza'nın İngilizlerle işbirliği yapmasını sorgulamaları gerekmez mi?
Mustafa Kemal ve arkadaşlarının işgalci güçlere karşı verdikleri amansız  mücadeleyi unutmamak lazım. Hayatlarını hiçe sayarak Türk Milleti'nin bağımsızlığı için mücadele eden yüz binlerce şehidimizi unutmamak lazım.
İlhan Selçuk'un yazdığı "Yüzbaşı Selahattin'in Romanı"nın ikinci cildi "Milli Mücadele"ye ilişkindir.
İkinci ciltten birkaç satır:
"20 Mayıs 1919..."
Osmanlı işgal altındadır...
Selahattin anlatıyor:
"Haydarpaşa vapuruna binmek için Karaköy'e geçiyordum...
Bir ses:
- Selahattin Bey!
Baktım Albay Bekir Sami, sivil elbiseli...
Yanına gittim, bana sordu:
-Evlendin mi?
- Hayır
- Benimle gel...dedi.
Beni Köprü'nün Boğaz vapurlarının yanaştığı iskeleler yönündeki korkuluğa götürdü.
Yüzüme dikkatli dikkatli baktıktan sonra:
- Ben gidiyorum, dedi, benimle gelir misin?
İstanbul'dan uzaklaşmaya can atıyordum. Hemen:
-Gelirim, dedim.
Sordu:
-Nereye gelirsin?
-Nereye götürürseniz...
Devam etti:
-Durumu biliyorsun. İzmir cephesine gideceğim. Yunanlılara harp ilan edeceğim ve hükümete isyan edeceğim. Gider misin?
-Giderim.
Eminönü'ne doğru biraz daha yürüdükten sonra tekrar durdu, yüzüme baktı ve dedi ki:
- Bu işin içinde asılmak var, kazıklanmak var,, hapsedilmek var, tardedilmek var. Yalnızca bir şey yok: Armağan, vatan kurtulursa 'bunda bizim hizmetimiz var' diye sevinmektir. Gider misin?
-Giderim. "
Bu konuşmanın geçtiği günün bir gün öncesinde Mustafa Kemal "19 Mayıs 1919" günü Samsun'a çıkmıştır.
Bu vatanın emperyalist güçlerin eline geçmesinin önlenmesi bir avuç vatanseverin önderliğinde başlayan Kurtuluş Mücadelesi sayesinde olmuştur.
Geçmişimizi iyi bilmemiz ve öğrenmemiz lazım. Bu ise eğitim ile olur, okuma ile olur. Okulları ateşe verip yakarak olmaz. Okulları yakıp eğitimi engellemekle olmaz.




11 Eylül 2014 Perşembe

SADECE ÜLKELER, GELENEKSEL DEĞERLER, KÜLTÜRLER FARKLI.

İnsanlık tarihi kendi özgürlük mücadelesine ihanet edenlerin, zalimlerin, sömürülenlerin, hayatta kalmak için zulümle, yoksullukla ve açlıkla savaşanların öyküleriyle doludur.
Kara Afrika'nın savanalarından, Güney Amerika'nın Rio de Plata'sına; Sibirya tundrasından Orta Asya kırsalına, Uzakdoğu'nun dağlık ve ormanlık alanlarına; kısacası kuzeyden güneye insan izinin olduğu her yerde insanın insana yaptığı zulüm vardır.
Sadece ülkeler, geleneksel değerler, kültürler farklı.
Baskıya, zulme karşı direnenlerin yaşam mücadelesi hep aynı.
Baskı ve zulme saniye saniye, dakika dakika, gün be gün maruz kalanların önemli bir bölümü savunmasız ve çaresiz kadınlar ve çocuklardır.
Bunun en son örneğini Işid denen sözde örgütün Irak ve Suriye'de yaptıklarından görüyoruz. Binlerce insan örgütün katliamlarından kurtulmak için çoluk çocuk, kadın yaşlı, genç demeden yanlarına alabildikleri su ve yiyeceklerle yalınayak yüzlerce kilometre yol yürüyerek önce Şengal Dağı'na oradan da bir kısmı Türkiye'ye geldi. Bir kısmı Kuzey Irak Kürt Bölgesi'ne sığındı. Açlık ve susuzlukla baş etmeye çalışarak.
21.Yüzyılın ilk çeyreği insanlık dramına sahne oluyor. 20.Yüzyılda savaşların, 18.Yüzyılda veba salgınının aldığı canlar bir tarafa bırakılacak olursa son zamanlarda yaşanan katliamlar ve yöntemleri dudak uçuklatıcı.
Soykırıma varan katliamlar, zorla din değiştirme, ve zulüm dünya kamuoyunun gözü önünde yaşanmakta.
Libya, Mısır, Tunus, Somali, Sudan ve benzeri ülkelerde yaşananlara müdahale eden emperyalist ülkeler Irak ve Suriye'de yaşanan katliamları aylardır izlemekle yetiniyorlar.
Emperyalizmin değişmez taktiği "Böl parçala yönet" sinsice uygulanıyor.
Savaş baronları kan ve baruttan nemalanıyor.
Bölgenin yer altı maden kaynakları ve petrolü kimilerinin ellerini ovuşturmalarına neden oluyor.
Işid denen örgüte silah ve mühimmat sağlayan, para yardımında bulunanlar yapılan bu zulume destek vermeyi bırakmalıdır.
Katliamdan kaçan insanları bekleyen yoksulluktur, açlıktır, zor yaşam koşullarıdır.
Özellikle kadınları ve kız çocuklarını bekleyen kader ise küçük yaşta evlendirilmek, kuma gitmek, istenmeyen evliliklere zorlanmak ya da kadın tacirlerinin eline düşmek, taciz ve tecavüzlere maruz kalmaktır ne yazık ki.
Diğer yandan köle pazarında servet avcılığı devam etmekte, dünya genelinde yaklaşık 20.9 milyon insan yoksulluk ve göç gibi nedenlerle yerlerinden yurtlarından, ailelerinden, evlerinden uzakta zorla çalıştırılmakta.
Süregelen iç savaşlar, anlaşmazlıklar, yoksulluk; kısacası ekonomik, sosyal ve politik  nedenlerle bir başka ülkeye kaçak olarak girmeye çalışanların maruz kaldıkları şiddeti, kandırılmayı ve hayatlarını kaybetmeyi göze alarak yola çıkmaları ne denli çaresizlik içinde olduklarının bir göstergesidir.
Zorla çalıştırılan insanların 9.1 milyonu göçmenlerden oluşuyor. Yetişkinler ve çocuklar kölelik benzeri şartlarda zorla çalıştırılarak, milyonlarca dolar haksız kazanç elde ediliyor.
Savaşlar, sosyal sebepler, ekonomik ve politik nedenlerle göç edenlerin, bir başka ülkeye iltica için yollara düşenlerin sıkıntıları elbette gittikleri yerlerde de devam etmektedir. Zor şartlarda, derme çatma binalarda, bir arada kalarak varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar.

Neresinden bakılırsa bakılsın yoksullukla boğuşan, çaresizliğine çare arayanların hayatlarını devam ettirmeleri için çare olunacağına katledilmeleri ya da ölüme sürüklenmelerine tanık oluyor dünya.

9 Eylül 2014 Salı

ÜZÜLDÜĞÜN ŞEYE BAK!



Kavurucu sıcaklar etkisini kaybetmiş, sert rüzgârlar söğüt yapraklarını sürüklemeye başlamıştı. Hazan mevsimini yaşıyorduk artık.  İlerleyen günlerde yağmur, ayaz ve soğuk aman vermeyecek, tekmil canlıları sığınaklarına hapsedecekti.
Bütün yaz durmadan çalışıp çabalayan insanlar işlerini bitirmişti. Kış hazırlıklarını tamamlayanlar ambarlarını ağızlarına kadar unla doldurmuşlardı.  Döngü devam ediyordu. Ne bir fazla ne bir eksik.
Hazirandan bu yana okullar tatildi. Yaklaşık üç aylık bir yaz tatilinin sonunda  eğitim öğretim başlayacaktı. Eylül ayının parıltısı etrafı aydınlatıyordu. Öğretmenler görevlerine başlamış kendilerine verilen seminer çalışmasını bitirmenin telaşındaydılar. Öğrencilerin olmadığı bir okul, yapraklarını dökmüş ağaç dalı gibidir. Okulun koridorları, bahçesi sessizdir çıt çıkmaz, her yer sessizliğe bürünür.
Öğretmenlerin görev yerlerinin değiştirilmesi genellikle tatil dönemlerinde yapılırdı. Kimisi üzülür, kimisi sevinirdi. Uzun yıllar çalıştığı yöreye, yöre insanına alışanların ayrılması zor olur, bir hüzündür yaşanırdı.
Seminer çalışmalarını sürdürdüğümüz bir gün müstahdem Hüseyin Efendi okul müdürünün beni seslediğini söyledi. Elimdeki kâğıt kalemi masanın üzerine bırakıp müdürün yanına gittim. Kapıyı açıp odasına girdiğimde ayağa kalkıp boş sandalyelerden birini gösterdi. Yüzünde beni neden seslediğine dair en ufak bir ipucu yoktu, donuk ve ifadesizdi. Resmi bir sesle ağır ağır konuştu.
"Hoş geldin sayın hocam, buyurun oturun".
Gösterilen sandalyeye otururken "hoş bulduk müdür bey beni sesletmişsiniz" diyerek aynı resmiyetle cevap verdim.
Yüzündeki donuk ifadede en ufak bir değişiklik yoktu. Kalın kaşlarının altında parlayan iri gözlerinden bir şey anlaşılmıyordu. Bir süre maun makam masasının arkasında gözlerini kısıp kayıtsızca önündeki evrakları inceledi. Bir ara çekmecelerden birini açtı. İçinden bir tomar evrak çıkardı. Evraklardan birini eline aldı. Evirdi çevirdi. Tekrar tekrar okuyor gibi yaptı. Okuduğuna anlam veremiyormuş gibi yüzünü buruşturdu. Derin bir nefes aldı. Kısa bir sessizlikten sonra üzüntüyle başını salladı.
İronik bir şekilde ürkeklik ve kırılganlığı üzerinden atmaya çalıştı.  Ya kendisine güveni yoktu, ya da kimseye güvenmiyordu. Bir şeyden çekinir gibi konuşmaya başladı..
"Hocam uzun yıllar birlikte çalıştık. Elimizden geldiğince eğitime katkı sağlamaya, çocukları en güzel şekilde yetiştirmeye özen gösterdik. Zorluklara birlikte göğüs gerdik. Tüm çabamız eğitim öğretimin daha iyi hale gelmesi, öğrencilerimizin başarılı olması içindi. İşte hayat bu maalesef. Bir gün gelir birkaç satırlık yazı ile eğitimcilerin görev yerleri değiştirilir. Yapacak bir şey yok elbette. Yeni görev yeriniz hayırlı olsun. Başarılar diliyorum. Emek verip yetiştirdiğiniz öğrenciler ve bizler sizi unutmayacağız." Bunları söylerken yüzüme bakmamış, gözlerini duvardaki saate çevirmişti. Hüzünlü bir andı.
"Önemli değil müdür bey. Hepimiz eğitimin birer neferiyiz. Bugün burada yarın bir başka memleket köşesinde görevimize devam ederiz. Zor olan öğrencilerden ayrılmak olacak."
"Haklısın sayın hocam. Kim bilir sonraki yıllarda bizler nerede görev yaparız. Lakin neresi olursa olsun, gittiğimiz her yer vatan toprağı. Vatan evlatlarını her yerde yetiştirmek, hayata hayatın zorluklarına hazırlamak görevimizdir. Bu bağlamda yeni görev yerinizde başarılar dilerim."
"Teşekkür ederim müdür bey" deyip belli etmemeye çalıştığım bir iç sıkıntısıyla odasından çıktım. Zor bir gün olacaktı. Belki sonraki günlerde zor olacaktı. Alıştığım yöreden ayrılmak kolay olmayacaktı elbette.
Mesai bitiminde öğretmen arkadaşlardan müsaade isteyip eve gittim. Dışarıda kimse gözükmüyordu. Zili çaldım, kapıyı eşim açtı, solgun yüzümü görünce bir an telaşlandı:
“Yüzün neden solgun, bir şey mi oldu?” diye sordu.
“Telaşlanacak bir şey yok. Tayinimiz çıkmış” diye cevap verdim. Başka bir olumsuzluk olmadığını duyan eşim rahatladı.
“Sağlık olsun. Üzüldüğün şeye bak. Kaç yıldır buradayız. Ömür boyu burada kalacak değiliz ya. Nasılsa bir gün başka bir yere tayinimizi yapacaklardı. Nasip bu yılaymış” diyerek kenara çekildi, içeriye girdim.
Her zaman olduğu gibi eşimin destek vermesi beni rahatlatmıştı. Bir gün nasılsa başka bir yere tayinimiz çıkacaktı. Lakin önümüzdeki günlerin giderek soğuyacak olması düşündürüyordu beni.
Çocukların gürültüsü üzerine eşim yanlarına gitti. Bende yüzümü yıkadım, kurulandım, giysilerimi değiştirdim. Buzdolabında rakı şişesini çıkardım, bir tek doldurdum, ayaküstü bir yudum aldım. Hücrelerime doğru bir sıcaklık usulca yayılmaya başladı. Şimdi daha iyiydim. Çocukların bulunduğu odaya geçtim. Odaya girince gelip sarıldılar. İkisi iki yandan sevgiyle yüzüme baktılar. Daha çok küçüktüler. Televizyonda çizgi film vardı, en çok sevdikleri şeydi çizgi film izlemek. Ne kadarda masumdu çocuklar, ne kadar ilgiye muhtaçtılar diye düşündüm. Rakı iyi gelmişti. Bir tek daha doldurdum, her yudumda biraz daha rahatladım.
Zaman su gibi akıp gitmiş, dışarıda hava kararmaya başlamıştı. Kızımın doğumunu, taşrada çektiğimiz çileleri, ev taşımanın zahmetlerini, taşra hayatına uyum sağlayamamanın sıkıntılarını düşündüm.
Kars’ta görev yaparken evlenmiştim. Evlendikten birkaç ay sonra, sular buz tutmaya, tezekler tükenmeye başladığında bir kış günü yine tayinim çıkmıştı. İyi ki de çıkmıştı o kış günü tayinim. Yoksa doğunun dondurucu soğuklarına alışkın olmayan eşim büyük sıkıntı çekecekti. Sac soba canavar gibi tezek tüketiyordu. Bahara kadar da tüketeceğe benziyordu. Nitekim yazdan aldığım tezekler azalmaya başlamıştı, baharı getirmeyecekti bu gidişle. Soğukta sobasız durulmazdı.

Evde çeşme olmadığından eşim kasabanın ortak kullandığı çeşmeden kovalarla alıyordu suyu. Belediyenin yaptırdığı küçük lojmanda sobanın yandığı odanın dışına konan kovalar buz tutuyordu. Lojmanın pencereleri çift cam olmasına rağmen yetmezmiş gibi bir de iki kat kalın naylonla kapatmıştım. İçeriden bakıldığında dışarısı seçilmiyordu. Eşim için tam bir hapishane gibiydi lojman. Yine de sesini çıkarmıyor, şikâyette bulunmuyordu. Ama ben çektiği sıkıntının farkındaydım. Bu nedenle kış günü de olsa Kırıkkale’nin bir köyüne tayinimin çıkmasına sevinmiştim. Ben soğuktan eşim kadar etkilenmiyordum. Çünkü sabahtan akşama kadar okuldaydım. Okulun sobalarını Kasım Efendi sürekli yanar durumda tutar, kömürü eksik etmezdi. Ama ev öyle değildi. Kömür yerine tezek yakmak zorundaydık. Çünkü kömür gelmezdi kasabaya. 

28 Ağustos 2014 Perşembe

KİBİR

                 ["Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine." Nazım Hikmet.]

Artıların ve eksilerin hesabını yaparken söz dönüp dolaşıp eleştiriye ve insanın kendisiyle hesaplaşmasına geliyor. Yaşamın yanımızda taşıdığımız tek bavul olduğunu hatırlayıveriyoruz.
Sosyal medya hayatımızda kapsamlı yer tutmaya başladığında; bir yandan tanımadıklarımızı tanıyor, diğer yandan tanıdıklarımızı tanımadığımızı anlıyoruz.
Benliğimizi yeni yaşamlara uydurma harekâtı devam ediyor.
Kalanlar, terk edenlere ilgi duyuyor, gidenler ise kalanları anlatmaya koyuluyor.
Kibir ve bencillik anlayışının alabildiğine yaygın olduğu gerçeğini gördüğümüzde hayata dair anlayışımız sarsılıyor. Bu sarsıntı geleceğimizi yeniden dizayn etmemize neden oluyor.
Eleştiriye ve sorgulamaya teğet geçenler ne kültürün gelişmesini ne de küreselleşmenin önemini anlamış değiller. Anlamadıklarını anlamış gibi algılayıp anlamadıklarının da farkında değiller.
Dostlarımızla ne zaman sohbet etsek hep kenarda durmuş, sessizce dinlemeyi ve izlemeyi seçmişiz. Söz dönüp dolanıp bize geldiğinde incitmeden, kırmadan, dökmeden mümkün olduğunca ve dilimiz döndüğünce düşündüklerimizi anlatmaya çalışmışız.
Kibir ve bencillik batağında debelenenler kim olursa olsun, hangi makam ve mevkide, konumda olursa olsun; genç ya da yaşlı fark etmez daima itici olmuşlardır.
Bir başkasının söz ve davranışından dolayı, bir başkasını suçlayanların bu topluma olduğu kadar çevresine de faydası olmayacaktır.
Sosyal medyada yorum yapanların yorumları, kimin hesabında yapılırsa yapılsın, hesap sahibini bağlamaz. Hakaret içermedikten sonra da açıklanan düşünce yorum yapana aittir.
Bu durumla sıklıkla karşılaşır oldum son zamanlarda. Sosyal medya hesaplarımda paylaştığım gönderiler ve düşüncelerimin altına yorum yazanların yorumlarını beğenmeyenlerin attıkları mesajlarda ki düşüncelerini sıklıkla benimsediğimi söyleyemem. Çünkü bir başkasının yazdığı satırlar ilgi alanıma girmez. O yazanın düşüncesidir ve dediğim gibi hakaret içermedikçe, yasalara aykırı olmadıkça herkesin düşüncesini açıklama özgürlüğüne sahip olduğunu düşünürüm.

Asıl izlenmesi gereken yazılar ve görseller değil, o yazıların ve görsellerin altına yapılan yorumlar ve açıklanan düşüncelerdir.

3 Temmuz 2014 Perşembe

UZUNCABURÇ



Uzuncaburç, Hellenistik devirde Olba adıyla anılıyordu. Mersin'in Silifke ilçesine bağlı beldenin en görkemli yapısı Zeus Olbios Tapınağı. Uzuncaburç ile Kızkalesi arasında kalan vadi, antik dönemde sahille iç kesimleri birbirine bağlayan bir yol olarak kullanılyordu.

YASON BURNU


Yason Burnu, adını altın postun peşindeki Argonotların liderinden alıyor. Ordu'nun Perşembe ilçesindeki Yason Burnu ve çevresi arkeolojik ve doğal açıdan önemli, çarpıcı bir coğrafya. Burunda 1869 tarihli küçük bir kilise de bulunuyor.

2 Temmuz 2014 Çarşamba

İSTANBULUN ÖTEKİ YÜZÜ -3

Kıyılara baktığınızda uzaktan parlak yeşil yağmurlukları, gri buruşuk şapkalarıyla balıkçıları görürsünüz. Yüksek bir ses tonuyla külhanbeyi bağırışlarını duyarsınız.
“Rastgele!”.
Özenle hazırladıkları oltalarını umutla denize atarlar. Kovaları gümüş renkli balıklarla dolduğunda yorgunluklarından eser kalmaz. Deniz yine cömert davranmıştır. Akşama balık vardır sofrada. Yanında bolca limonlu zeytinyağlı salata ve bir kadeh de rakı varsa sohbetin en koyusu yapılır saatlerce.
Deniz derken özgürlük gelir akıllara. Balıkçı barınaklarında anlatılan onlarca öyküsü, kendine has imbatı, meltemi, karayeli, lodosu olan. Denizin öykülerini dinleyenler, bozkırın yağmurla gelen kokusunu unutmuşlardır. Deniz, balık, zaman ve rüzgâr çoktandır dağın, vadinin yerini almış sohbetlerinde.
Kıyıya yakın alanlarda banklara otururlar gün boyu “rastgele!” seslerini dinleyerek. Yorgundur bakışları. Alınlarındaki derin çizgiler “yaşlandınız artık” dercesine sitemkârdır. Kaderin kendilerini soktuğu bu cenderede sessizce etrafı seyrederler.
Gürültücü çocukların canhıraş bağırışları, mahalle sakinlerinin soluk aldığı parklarda kulakları tırmalar.
Sohbetlerinde geçmişteki anıları, köylerindeki yaşamları, sıkıntıları ve dertleri eksik olmaz. Siyasal gündemi irdelemek çoğu zaman “kaderci” yaklaşımlarla yapılır.
Anadolu'nun yoksul ve ücra köşelerinden, karlı dağların vadilerinden kopup gelmişler. Mehmet, Mustafa, Ömer, Satılmış amcalar ve diğerleri. Zamanlarının büyük bölümünü parklarda geçiriyorlar. Yaşlı kadınlar, küçük torunlarına, bütün gün, anne babaları işten gelene kadar bakıyor. Onlara, bildikleri türküleri söylüyor, masallar anlatıyorlar. Çocuklar doğdukları andan itibaren aile büyüklerinin öğrettiği kültürle yetişiyorlar.
Yaşları 60'ın üstünde olan bu insanlar, toplumsal refahın ve toplum düzeninin ne denli önemli olduğu konusunda akıl ve mantık yürütüyor, karşılıklı tartışıyorlar. Parklar Hyde Park olmasa da, gününü parklarda geçirenlerce bu tartışmalar içselleştirilmiş.
Zaman ve mekan değişikliklerinin yanısıra, geçen yıllar boyunca radikal değişikliklerin yaşanmasına da şahit olmuşlar. İletişim ağındaki hızlı değişim bunlardan biri. Toplumun kutuplaşması ise diğer bir değişiklik.
Parklarda sorulacak "Nerelisin?" sorusunun cevabı Erzurum, Gümüşhane, Sivas, Kastamonu, Çankırı, Diyarbakır’dır.
Kırsal kesimden kente aktıklarında yabancı oldukları bir kültür dünyası, farklı bir yaşam tarzı karşılamış onları. Taşradan kopup gelmenin yeni adı varoşlardır onlar için. Fukaralıktan kurtulmanın adıdır ilk başlarda derme çatma gecekondular!
Fukaralık bu ya, yakasını bir kaptıran bir daha kurtaramıyor. Şehirde de sıkıca yapışmış yakalarına. Ata yurdunu arar olsalar da geriye döndüklerinde ne başlarını sokacakları bir ev kalmış, ne de işleyecekleri toprak. Evleri yıkılmış, tarlaları satılmış zamanında, bir göz gecekondu için.

Bu döngüye uzun yıllar kaldığım Ankara’da ve son iki senedir de İstanbul’da şahit oldum. 

28 Haziran 2014 Cumartesi

İSTANBULUN ÖTEKİ YÜZÜ- 2

İstanbul öyle kalabalık ki, evsizler parkları, köprü altlarını; seyyar satıcılar üst geçitleri ve caddeleri ele geçirmişler. Sabahın serinliğinde parklarda yürüyüşe çıkmak, banklarda sabahlayanların varlığı nedeniyle engelli koşu yapmak gibi bir şey. İlerleyen saatlerde, şehrin yolları, trafiğin yoğunluğu nedeniyle tıkanıyor.
Semt pazarlarında pazarın dağılmasına yakın sebze meyve toplayanlar, çöpleri karıştıranlar, yardım toplayanlar dikkati çekiyor. Varoşlarda zor durumda varlığını sürdürmeye çalışanların yapacakları başka bir şeyde yok. Bir şekilde hayatta kalmak zorundalar. Plansız kentleşmenin getirdiği sorunlar insanın insana saygısını yok etmiş. Ve İstanbul'un nüfusu artmaya devam ediyor. 
Trafiğin yoğunluğu sabah akşam ana arterlerin tıkanmasına neden oluyor. İstanbul'un bir ucundan diğer ucuna gitmek bir kaç saat sürebiliyor. Kırmızı ışıkta geçenlerin yanı sıra "park yapılamaz" levhasının altında park eden; üç şeritli bir yolun sağına ve soluna park eden arabalar yüzünden trafik duruyor ve yavaşlıyor. Yollar park amaçlı yapılmasa da park amaçlı kullanılır olmuş. Burada geçen zaman vatandaşın zamanından çalıyor, giden benzinin haddi hesabı yok. Sonuçta milyonlarca liralık iş ve enerji kaybı yaşanıyor.
Tüm bunlar kentlileşmemiş bir nüfusun, birlikte yaşadığı insanların yaşam hakkına saygılı olmamasının bir sonucudur.
Akşam saatlerinde çıkarılması gereken çöpler sabah saatlerinden itibaren çıkarılmaya başlıyor. Bu anlayış, sokakları atılan çöplerle kirletiyor ve şehrin uygar görüntüsünü mahalle pazarına benzetiyor. Halkın yaşadığı yerin temiz olmasına önem vermesi ve kurallara uyması gerekir. Apartman önlerine bırakılan, AVM ve diğer iş yerlerinin tanıtıcı broşürleri istenmeyen kirliliği artıran bir başka sorun. Tonlarca kağıt sokaklarda heba olup gidiyor. Çünkü vatandaş bu tür broşürlerden bıkmış, nedir ne değildir diye alıp bakan yok.Şehrin bitmemişliği hemen her semtte "kentsel dönüşüm" adı altında inşaatların devam etmesi anlamına geliyor. Ve bu nedenle İstanbulun hemen her köşesi şantiye durumunda.
Şehirlerde yaşayanların bilinçlenmesi ve günlük yaşamında bilinçli hareket etmesi lazım. Lakin bunu uygulayana rastlamak zor. Uygulamak için, şehrin yaşanabilir olmasıyla uygarlık merkezi bir yerleşme olması arasındaki farkı görmek gerekir.
İstanbula gelen kırsal kökenli vatandaşlarımız değişmeyi göze almakta ve değişmekteler. Yavaş olsa da bu gerçekleşiyor. Bu değişimin bilinçli ve örgütlü olması için yetkililere görev düşüyor.  Değişimin sürdürülebilmesi için, cadde ve sokakların fiziki yapısının, işlevsel kullanımının düzenlenmesi gerekiyor. Kural tanımazlığın önlenmesinin şehrin yaşanabilir olmasında önemli olduğu gerçeği göz ardı edilmemeli.
Unutulmamalı ki bir şehirin olumsuzlukları yanında olumlu yönleride var. İstanbulun bu yönü daha ağır basıyor.
İstanbul, ülkemizin en kalabalık, nüfus yoğunluğunun en fazla olduğu şehirlerden biri. İki kıtada geniş bir coğrafyaya yayılan şehirde bir çok ülkenin nüfusundan fazla insan yaşıyor.
Yüzyıllardır doğu ile batı arasında kültür değişiminin vazgeçilmezliğine soyunan İstanbul bugün barındırdığı milyonlarla benzer işlevine devam ediyor. Doğu ile batının harmanlandığı bir merkez konumunda. Eşsiz güzellikleriyle İstanbul Boğazı iki denizin birleştiği noktada inci bir kolye gibi uzanıyor. Şehrin silüeti gökdelenlerle değişse de, yönü ve ruhu hep aynı.
Geçmişte olduğu gibi bugün de yüz binlerce insan  İstanbulu görmek, boğazın güzelliklerini seyretmek, ticaret yapmak için geliyor. Şehir iyi bir pazar konumunda. Bankaları ve finans merkezleri ile ekonominin can damarı. Bu nedenle İstanbulun cazibesi gittikçe artıyor, bu cazibeye kapılanlar da bir daha ayrılamıyor. 

27 Haziran 2014 Cuma

İSTANBULUN ÖTEKİ YÜZÜ - 1

Apartman blokları arasında esen sert rüzgâr denizin öyküsünü anlatır. Balıkçı tekneleri ve yosunun öyküsüdür anlatılan. Rüzgârla birlikte dolaşır sokakları. Sonra uçar gider başka diyarlara yeni öyküler anlatmak için.
Günün en büyülü anlarını kime sorsan sabah ve akşam serinliği olduğunu söyler.  Güneşin yumuşamış, yakıcı olmayan son ışıkları bir yandan eğreti apartmanları yıkarken diğer yandan da mahalle sakinlerini sokaklara davet eder.
Günün altın ışıklarının büyüleyici etkisini beklemeden sabahın erken saatlerinde parkları, nefes alınacak yeşil alanları doldurur yüzleri sert, elleri nasırlı insanlar. Serinleyip yorgunluklarını atacakları başka yerde yoktur zaten. Bir döngüdür bu, bir devinim değişmez.
İstanbul adeta bir yaban arısı kovanını andırıyor. Havanın sıcak olduğu günlerde caddelere, meydanlara, cafelere, AVM’lere insan selleri akıyor. Birbirine yaslanmış apartman aralarında kendilerine oyun alanı olarak dar sokakları seçmiş çocuklar. Oynayacakları bir yer yok, var olan yerlere de arabalar park etmiş. Meydana gelecek bir depremde insanların toplanacakları geniş alanları bulmak  olanaksız.
Caddeleri dolduran insanlarla konuşmanın manası yok. İnsanlar stres içinde. Çöp toplayanlar, dilenenler, Suriye’den gelenler her yerde.
Suriyelilerin çalışıp para kazanacakları bir iş bulmaları zor olduğundan aç kalmamak için çareyi dilenmekte bulmuşlar. Yaşlısı genci, erkeği kadınıyla dileniyorlar. Savaşın mağdur ettiği bu insanların dilenmekten başka çareleri de yok. İnsan bunların hangi birine yardım edeceğini bilemiyor. Aç kalmamak için hergün dilenmek zorundalar.
Apartmanların dükkan amaçlı yapılmış alt katlarında bulunan tek göz odalarda çoluk çocuk hep bir arada yaşamaya çalışıyorlar. Savaşın öldürücü darbesinde yok olup gitmektense buna çoktan razılar. Etrafımız bu şekilde yaşamaya çalışan Suriyelilerle dolu. Bu durum gösteriyor ki bir toplumun huzur içinde yaşaması halkın varlığını devam ettirebilmesi için çok önemli.
Allah kimseyi zor duruma düşürmesin. Yerinden yurdundan etmesin. Kurulu düzenleri savaş nedeniyle alt üst olan bu insanlar zor şartlarda hayatta kalmaya çalışıyorlar. Kısacası İstanbul’da yaşamak kolay değil.
Son günlerde Irakta IŞİD terör örgütü militanlarının yaptığı katliamlar düşünüldüğünde insan insanlığından utanıyor. Bu nasıl bir insanlık anlayışı nasıl bir inanç anlayışıdır ki savunmasız siviller acımasızca katlediliyor. Yaşanan kaos ortamını, insanların katledilmesini, yerlerinden yurtlarından edilmesini görünce bir arada sorunsuzca yaşamanın ne denli önemli olduğu bir kez daha anlaşılıyor.
Kardeşlik ve adalet duygusunu kaybetmeden, kutuplaşmaya meydan vermeden bir arada sorunsuzca yaşamanın önemini anlamamız gerekiyor.
Diğer yandan cadde boyunca sıralanmış seyyar manavlar kamyonetlerine yükledikleri karpuzları  "çığırtkan sesleriyle" satmaya çalışıyorlar..
Sokaklar, caddeler seyyar satıcılarla dolu. Hediyelik eşyanın yanı sıra her türlü malzemeyi satmaya çalışanlar kaldırımları işgal etmiş durumda. Bu nedenle insanlar kaldırımlarda rahatça yürümekte zorlanıyor. Afrika kökenli insanların köşe başlarında gün boyu seyyar satıcılık yapmalarına semt sakinleri çoktan alışmış. Kısacası insanlar para kazanmanın derdinde.
Sabah ve akşamları iş çıkışı insan selinden oluşan bir ordu beklenmedik bir şekilde ana arterlere yayılıyor. Her yer hınca hınç insan dolu. Sükûnet içinde yalnız kalacağınız bir yer bulamazsınız.  
Paranın geçim aracı olduğu bir dünyanın kurbanı olanlar, ikiyüzlü modernitenin kıskacında hastalıklı bir anlayışın tanığıdırlar artık. Zamanlarını “serseri mayınlar” misali şehrin sokaklarını amaçsızca dolaşarak, çığırtkan sokak satıcılarının, simit ve piyango satıcılarının hareketlendirdiği meydanlarda ve parklarda geçiriyorlar.
Kalabalığı kendine çeken parkların etrafında, birbirine dolanmış salkımsöğütlerin üzerine konmuş, gizemli, rengârenk kuşlar görünüyor. Martılar, kırlangıçlar denizin ritüelini anlatıyorlar çığlıklarıyla. 

22 Haziran 2014 Pazar

KARALILIKLA UMUTSUZLUK ARASINDA

Konuşmalar karşısında sessiz kalmış, sadece dinlemiştim. Soğuk bir sabahtı, dışarıda hafif bir kırağı göze çarpıyordu. Bir süre sonra güneş etkisini artırırken, gri bulutlar dağılmaya, hava açılmaya başladı. Kafeteryayı mesken tutmuş olanlar da birer ikişer dışarıya çıktılar. Kimisi elinde valizle, kimisi elleri ceplerinde gidecekleri yere aceleyle yürüyordu. Öğretmenevinin açılması için bir süre bekledikten sonra, soğuk havanın eşliğinde tarif edilen yere doğru yürüdüm.
Şehirde ilk dikkatimi çeken şey yolların tenhalığıydı. Parklar ve bir şekilde yapılaşmadan nasibini almamış, tek tük ağacın bulunduğu geniş alanlar sessizdi. Bozkırın ortasında tüm görkemiyle ovaya yayılan şehir, kükremeye hazır bulutların, serin vadilerin ve bulunduğu yerin çehresine bürünmüştü. Binalar yaşlı olsa da tarihi şehir dokusu korunmuştu. Evler dalga yemiş gibi yana, arkaya, öne yaslanmıştı. Merkezde tarihi binalar dizilirken uzaklarda daha yeni binalar yükseliyordu. Yollar geniş ve ferahtı. Adımlarımı sıklaştırarak nispeten kalabalık caddeye geldim. Burası kalabalığın günün her saatinde görüldüğü merkezi yer olmalıydı.
Etrafıma bakınarak tabelaları okuyor, şehri tanımaya çalışıyordum. Bazen de birilerine beni asıl hedefime götürecek öğretmenevinin yolunu soruyordum.
İşine gitmenin telaşı ile acele eden insanlar cadde ve sokakları az da olsa hareketlendirmişti. Bu saatte yola çıkanların bir kısmı işine, bir kısmı ya hastaneye ya da otobüs garajına gidiyor olmalıydı.
Bir kısmı da iş bulma umuduyla işsizlik kahvelerine doğru yürüyordu ihtimal. Çünkü serseri mayın gibi yürüyenler kendini belli ediyordu. Yoksa sabahın ayazında vitrinleri seyretmenin başka bir anlamı olabilir miydi?
Ayazı iliklerine kadar hissedenlerin kimisi düşünceli kimisi güler yüzlüydü. Kimisi tek başına elleri paltosunun cebinde, kimisi yanında bir arkadaşı ile sohbet ederek yürüyordu. Bir kısmının da suratı asıktı. Sabah ayazı mıydı insanların asık suratlı olmasına neden olan yoksa yaşam gailesi mi? İşi ve geliri iyi olanların asık suratlı olanını göremezsiniz. İnsanların iç sıkıntısı ister istemez yüzlerine yansır. Sıkıntılı olanlar ya işini kaybetmiştir ya da işsizdir.
Kararlılıkla umutsuzluk arasında lirik bir noktada duruyor çoğunluğu. Bir kısmı huzur, diğer kısmı kaybetmişlik içinde olsa da onların metanetinde bozkırın güzelliklerini ve kasvetli yüreğini görebiliyorum. Gerçeküstü bir çarpıklık duygusu yaşatıyorlar insana.
Evine bir paket makarna bir ekmek götürmenin telaşında olan işsiz ve yoksulların yüzü gülebilir mi? Gülmek zordur onlar için. Çünkü yoksulluk zorluktur, açlıklıktır, çocuğuna harçlık verememektir, tabanı delik ayakkabı ile yürümek demektir.

Yoksul mahallelerin yoksul insanları velev ki iş buldular. Geçici bir işte çalışanlar ile kahve köşelerini mesken tutanların yüzü gülebilir mi? Üç beş gün bulduğu işte çalışan bir insan çalıştığı iş bittiğinde ya yeni bir iş bulacak ya da işsizlik kahvelerinde çile dolduracaktı. İnsanlar sabah ayazında, yaşamın devamı için yapması gereken ne ise onu yapmak için yola çıkmışlardı.