27 Şubat 2014 Perşembe

EMPERYALİZM VE MİSYONERLİK


Emperyalizm yüz yıllardır gelişmekte olan yoksul ülkeleri sömürmüş, halkların yoksulluğuna daha da yoksulluk katacak adımları acımadan uygulamıştır. Onlarca ülkenin yer altı ve yer üstü kaynaklarını kendi çıkarına kullanmış, ülkeleri "sömürge" konumuna getirmiş, ucuz iş gücü olarak sömürge ülkelerin ya da gelişmekte olan ülkelerin insan kaynaklarından faydalanmıştır. Fakir halkların alın terini kendi ülkesine akıtmıştır. Bunu yaparken bir yandan güç kullanmış, bir yandan da kendi kültür ve siyasi anlayışını yoksul halk kitlelerine kabul ettirmek için özel olarak yetiştirilen "misyoner" lerden yararlanmıştır.
Emperyalist ülkeler sömürgeleştirdiği ülkelerin kalkınmasına ve sanayileşmesine müsaade etmemiştir. İlgili ülkelerde medeniyetin ilerlemesine takoz koymuştur. Gelişmenin ve medeniyetin varlığı, halkın bilinçlenmesi emperyalizmin çıkarlarına dur demek anlamına geldiği gibi gelir kaynaklarının da kesilmesi demektir. Bunu çok iyi bilen emperyalist ülkeler bilerek ve isteyerek sömürge anlayışından vazgeçmemiştir. Sömürünün sona erdirilmesi yine sömürülen ülkelerin emperyalist emellere karşı koymasıyla mümkün olmuştur.
Emperyalist amaçlardan kurtulmak için medenileşmenin yolunun açılması gerekir. Sanayileşmenin yolunun açılması gerekir.
Ülke kaynaklarının yabancılarca paylaşılmasının önüne geçilmesi... Sömürge anlayışından kurtulmanın gerçekleşmesi... Sömürge konumundaki ülkelerin, kendilerini sömürge haline getiren ülkelere karşı koymasıyla mümkündür. Bunu yapabilmek için o ülke halklarının "ulusal bilince" ulaşması ve ulusal birlikteliğini sağlaması gerekir.
Ulusal bilinci bastırmak için bu ülkelerde eğitim ve propaganda kurumları açmakta...Bir kısım öğrencileri eğitim amacıyla kendi ülkelerine götürüp eğitip koşullandırmakta...Bir kısım eli kalem tutan yazarları ve basın mensuplarını beslemekte...
Bu bağlamda emperyalist ülkelerin değerlerinin ve anlayışının uygarlığın belirleyicisi olduğunu...Ulus devlet anlayışının çağdışı kaldığını...Egemenlik ve bağımsızlığın gereksizliğini... İnsanlığın evrensel değerlerinin önemli olduğunu...Lakin "evrensel değerler" anlayışında kendi belirledikleri değerlerin evrensellik özelliğinin bulunduğunun propagandasını yaptırmaktadır.
Osmanlı döneminde ülkemizi sömürgeleştirmeye çalışan batılı ülkeler bu amaçlarına ulaşmak için her türlü siyasi ve ekonomik oyunları oynamışlardır. Bir ülkenin istekleri doğrultusunda hizaya gelmesi için siyaseten yalnızlaştırılması, siyasi hataların yapılmasının sağlanmasının yanı sıra...
O ülkenin ekonomisinin istikrarsızlaştırılması...Maden kaynaklarını işletemez...Topraklarını işleyemez duruma getirilmesi ve borçlandırılması da hedeflenmektedir.
Fransız Maliye bakanlığı Müşaviri ve 1889 yılında Osmanlı Devleti'nde alacağı olan devletlerin Hesap Komisyonları Başkanı Daniel Ducoste şöyle demektedir:
"Türkiye (Osmanlı), ekonomik bakımdan tam bir perişanlık manzarası arz etmektedir. Türklerin özvarlıkları, iki asırdan bu tarafa, sürekli şekilde imparatorluğun Türk olmayan unsurlarla meskun bölgelerine akmaktadır. Bu büyük bir avantaj teşkil eder. Zira imparatorluğun çekirdeği olan Anadolu, bu suretle her gün daha gayri iktisadi şartlara mahkûm olmaktadır."
Daniel Ducoste önemli bir saptamada bulunuyor bu açıklamasıyla. Osmanlı ekonomisinin perişan olduğunu söylüyor. Osmanlı ekonomisi zaten onlarca yıl önce basiretsiz ekonomik politikalar yüzünden zor duruma düşmüştü. Sanayi yok denecek kadar azdı. Var olan üretim araçları zanaatkarların kullandığı el tezgahlarıydı.
1838 yılında İngiltere ile ekonomik ilişkilerin yoığunlaşmasıyla "Balta limanı anlaşması" imzalanmıştı. Bu anlaşma ile osmanlı devleti kapitalizmin ekonomi anlayışı çerçevesinde kurumsallaşma yoluna girmişti. 18. yüzyılın sonunda gerçekleşen sanayi devrimi ile sanayi birikimi kendini göstermeye başlamış, bir tarım ülkesi konumunda kalan osmanlı köylüsü bu durumda pazar için üreten konumuna düşmüş ve mülksüzleştirilmişti.
Osmanlının son dönemine rastlayan yoğun ve aralıksız savaşlar da ekonomiyi olumsuz etkilemiştir. Osmanlı devletinin çekirdeğini oluşturan Anadolu insanı ise savaşlardan gözünü açamamış; bu bağlamda ekonominin ipleri ve geliri savaşlardan muaf tutulan azınlıklara akmaya başlamıştır.
Daniel Ducoste devamla :" Şimdi, Türklerin borçlanmalarının hızla gelişmekte olduğu bir dönem yaşanmaktadır... O halde, Osmanlı maliyesi, ekonomisi ve servetleri hakkındaki kararlılığımızı müdafaa edebilecek Türk yöneticilere ihtiyacımız olacaktır.
Ben bu ' Yerli Misyoner'lerin, bizlerden ve siyasi ve benzeri baskılardan çok daha müsbet sonuçlar vereceği kanaatindeyim!... Bunlar, onlara (Osmanlılara)  kendi dilleri, kendi ikna metotları ile hitap etmek imkânını bulacaklardır..."
Ducoste'nin söyledikleri emperyalist zihniyetin çıkarları için "Yerli Misyoner" leri besleyip koruduğu;  bu çıkarcı ve menfaat düşkünlerinden yararlandığını açıkça göstermektedir. 
Emperyal güçler kendi çıkarları için, yer altı ve yer üstü zenginlik kaynaklarını kullanacağı ülkeyi öncelikle borçlandırma yoluna gitmektedir. Üretim yapılmaması ve üretim araçlarının kullanılmasının engellenmesi için her türlü faaliyetten kaçınmamakta, amacına ulaşmak için o ülkenin insanlarını kullanmaktadır.
Üretim yapılması işlerine gelmemektedir. Aksi durumda kendi fabrikalarında ürettikleri ürünleri gelişmekte olan ülkelere satamayacaklar ve ellerinde kalacaktır.
Osmanlı maliyesinin son zamanlarda içinde bulunduğu durum ve Düyun-u Umimiye  (Genel Borçlar) incelendiğinde bu gerçek görülecektir. Borçlanmış bir devletin işletilebilir ve kullanılabilr kaynaklarının nasıl yabancıların eline geçtiğini göstermesi bakımından ibretlik bir durumdur.
Borç batağına çektikleri ülkelerden alacaklarını tahsil etmek için de ""siyasi be benzeri baskılar" yerine yerli misyoner kullanma yolunu seçmekteler.
Çünkü onlara göre bu yerli misyonerliğe soyunan kişiler o ülkenin dilini, kültürünü, geleneğini çok iyi bilmekte ve kendilerinin yapamayacağı  ikna metotları ile halkı kolayca kandırabilmektedir.
Yerli misyonerler çok değişik meslek grupları içerisine yuvalanmışlardır. Yönetici olarak görev yapanlar, medyada yazıp çizenler, hukukçu olanlar, öğretim görevlisi olanlar vsvs.
Yerli misyenerliğe soyunan yalakalardan ve emperyalizmin dişlilerinden kurtulmak için kendi değerlerimize, kendi kültürümüze sahip çıkmalı; geçmişte yaşanan olayları iyi tahlil etmeli ve bilinçlenmeliyiz. Sadece eli kalem tutan aydın kesimin değil tüm halkın bilinçlenmesi gerekir.

23 Şubat 2014 Pazar

KURTULUŞ SAVAŞI'NDA KADINLARIMIZ

                                                          Resim: Bekir Üstün                                        

Sakarya Savaşı sırasında kadınlarımızın "kağnı kolları"nda nasıl canla başla çalıştıklarını biliyoruz. Kadınlarımızın bu konuda ki kahramanlık öykülerinden birini savaş sırasında Kurmay albay rütbesindeki Hulusi Atak'tan öğreniyoruz.
Sakarya Savaşı sırasında yaralanan Atak Keskin Hastanesi'ne gönderilmiştir. Ankara'dan Yahşihan'a diğer yaralılarla birlikte gitmişler, daha ötesine de kağnılarla. Etraflarında geçen kağnı katarlarının çoğunu da kadınlar idare etmektedir.
Hulusi Atak'tan dinleyelim, "Bu kafilelerin birinden hafif bir çığlık duyduk;buna müteakip bir duraklama ve telaş eseri görüldü. Bir süre sonra Cephane Kolları'nda bulunan hamile bir kadının  bir erkek evladı olduğunu öğrendik. Bu kadını hastaneye yatırmak için geriye çevirmek istediler; fakat yorgunluk ve çektiği ızdıraplarla benzi solmuş hasta kadın, 'Cephedeki silahlar' dedi, 'cephane bekliyor; oraya cephane yetiştirmeliyim, geri dönemem!'"
Kurtulıuş Savaşı'nda emperyalist işgâlci güçlere karşı Türk kadınının cephe gerisindeki korku bilmez yürekli davranışı, cephede savaşan Mehmetçiklere büyük moral kaynağı olmuştur.
Kastamonulu Şerife Bacı'nın cepheye götürdüğü cephanenin ıslanmaması için çocuğunun üzerindeki battaniyeyi alıp cephane üzerine örtmesi... Bunun sonucunda karakışta hem kendisinin hem de çocuğunun donarak ölmesi unutulmamalıdır. Bir benzer olay Keskin civarındaki kağnı kollarında yaşanmıştır. Yeni doğan çocuğunu ve kendisini değil cephedeki askerin cephanesini düşünmektedir. Çünkü ona göre vatan kutsaldır. Vatanın her karış toprağı kutsdaldır. Vatan elden gitmemeli, düşmana teslim edilmemelidir. Çocuğun yerine bir diğeri gelir. Lakin vatan kaybedilirse yaşayacak çocuk esaret altında büyüyecektir.
Bu bilinçtir ki kadınlarımızın canla başla vatanın emperyalist güçlerden temizlenmesi için mücadele etmesine neden olan etmenlerden olmuştur.
Anadolu Kadını'nın hakkı ödenmez. Onlar "eli öpülesi" kadınlardır. O yıllarda ve daha sonraki yıllarda kadınlarımız eşlerinin yokluğunda öküzle çift sürmüşler, merkeplerle dağdan odun getirmişler, orakla ekin biçmişler, döven sürmüşlerdir. Yüz yıllarca bu kadim topraklarda yaşam mücadelesi vermişlerdir.
Nitekim vatanın emperyalist işgâlci güçlerden temizlenmesi için mücadele veren kadınlarımızın bu düşüncesini "Kütahya- Eskişehir Savaşları" sırasında Alayund'daki köylerde Erkan-ı Harbiye Yedinci Fırkası'nda bulunan Cevdet Kerim şöyle anlatmaktadır. "Fırkamız Alayud'daki köylerdeydi. Bize tahsis edilen mıntıkada üç yüz kağnı arabası tespit ettik...Bazılarının öküzleri olmadığından arabalarına ineklerini koşmuşlardı... Bunlar, bir kısmı ihtiyar erkekler olmak üzere, büyük kısmı kadın ve çocuklardı. Alayund Düzlüğü'nde içtima eden bu kafileye, Fırka Kumandanı teftiş ederken... Övendireleri elinde bulunan kadınlara erkeklerinin niçin gelmediğini sordu. Zor bir görev aldıklarını, tahammül edemeyecekleri zorluklarla karşılaşacaklarını söyledi. Bu muhterem analar ve hemşireler şu cevabı verdiler -Askerliği kastederek- 'erkeklerimiz hizmettedir; emrinize biz geldik. Böyle günde bize bu kadarcık iş düşmesin mi? Tek yurdumuz kurtulsun da, biz yorulalım, ölelim!' dediler; halbuki bunların çoğu evlerini ve çocuklarını komşularına teslim etmişlerdi...İçlerinde doğum yapanlarda oldu."
Bu kahraman anaların elleri öpülmez mi?
Kastamonulu kondüktör Rıza Bey şöyle demektedir:
"Kadınlar da kışın erzak taşıdı
Yatakları toprak idi, taş idi
Yedikleri tuzsuz, yağsız aş idi
Beşikleri sırtta birer kahraman."
Milli Kuvvetler'e katılmak için asker elbisesi giyerek İstanbul'dan kaçanlardan biri de  Dr. Hüseyin Suat Yalçın'dır.
Hüseyin Suat Yalçın yolda gördüğü manzarayı şu şekilde anlatmıştır:
"Ne ulvi levhalar gördüm, ne mahzun sahneler gördüm;
Bozuk yollarda erkekten, kadından bin katar gördüm.
Hilafım yoktur işhad eylerim Allah'ı, vallahi,
Öküzlerle beraber yük çeken çok ihtiyar gördüm!
Giderken bir sabah karlarda Ilgaz Çamlı Dağ'ında,
Soğuktan bir kadın donmuştu gördüm orta çağında."
Anadolu Kadınları o yıllarda büyük acılar çekmişler, ayrılıklar yaşamışlar, kocalarını, oğullarını ya savaşa ya karakışa kurban vermişlerdir. Sevdiklerinin kimisi şehit kimisi gazi olmuştur.
Yeri geldiğinde çift sürmüş, tarlayı ekmiş, ormandan yakacağını temin etmiş, ürününü  pazara götürüp satmış, maddi ve manevi sıkıntılara katlanmıştır. Oğluna kızına hem analık hem babalık yapmıştır.
Vatan topraklarının işgâlci anlayıştan temizlenmesinde kadınlarımızın yaptıkları asla unutulmamalıdır. Onlara hak ettikleri değeri toplum olarak vermeliyiz.

21 Şubat 2014 Cuma

HABERLER


Alnında ve yüzünde kırışıklıklar oluşmuş orta yaşlı adam, çenesinin altında bulunan yarısı kırlaşmış sakalını sıvazlayıp televizyon ekranına yaklaşıyor. O an haberlerin verildiği saat. Elindeki kumanda ile durmadan kanal değiştiriyor.
"Haberler eskiden olduğu gibi radyo başına toplanıp  ilgiyle  dinlenildiği gibi değil artık" diye söyleniyor.
Yan tarafta dizlerinin üzerine koyduğu laptopunda bir an gözlerini ayırıp babasına bakan oğlu anlamsızca soruyor.
"Ne dedin baba anlamadım".
Baba kulağı haber okuyan spikerin söylediklerinde, gözleri ise ekranın altında geçen yazılarda.
"Haberler dedim oğlum" diye tekrarlıyor.
Oğlu umarsızca cevap veriyor.
"Ne olmuş haberlere"
Baba oğluna alay edercesine bakıyor.
"İşte yeni nesil" diye söyleniyor, "dünyada neler olup bittiğinin farkında bile değilsiniz."
Bulundukları odanın penceresi yarı açık. Korna sesleri duyuluyor ve arada bir esen rüzgârın serinliği hissediliyor. Masanın üzerinde kıvrılıp bükülmüş dergiler, gazeteler var.
"Bak bak dinle haberleri de olan bitenleri gör" diyor babası sesini yükselterek. Oğul oralı bile değil. Laptopuna eğilip klavyenin tuşlarına kırarcasına basıyor.
"Bak baba" diyor, "artık üç boyutlu görselleride görebileceğiz. Teknolojinin hızına yetişilemiyor."
Babası acımsı bir gülüşle oğluna bakıyor. "Evet" diyor "teknolojinin hızına yetişilemiyor. Haberleri dinlemiş olsan yasadışı dinlemeler konusunda teknolojinin yaptıklarını görürdün."
"Ne dedin baba" diye yeniden tekrarlıyor oğul. Baba artık oralı değil. Anlıyorki oğlunun umurunda bile değil haberler.
Haberler bitiyor. Baba elindeki kumandayı bırakıp televizyonu kapatıyor. Masanın yanında duran sandalyeye oturuyor. Günlük gazeteyi alıp sayfalarını çevirmeye başlıyor. Gazeteyi okudukça yüz sinirleri geriliyor.
"Gözümüzün içine baka baka yalan söylüyorlar. Yolsuzluk haberleri her gün gazetelerde yayınlanıyor. Yalanları yüzlerine vuruluyor utanmıyorlar.
Adam milyonlara 'üç beş kuruş' diyor.
Televizyon kanallarında haberlere müdahale ediliyor.
Milletin a... koyacağız diyen adamda utanma yok.
Yoksulluktan, yoksunluktan, ilgisizlikten kıvrananların durumuna bakıp utanan yok.
Devlet hastanelerinde uzun bir süreye randevu alan hastalar özel hastanelere gitmek zorunda kalıyor. Binlerce lira özel hastanelerce vatandaştan alınıyor utanan yok.
Parası olmayan, sosyal güvencesi olmayan vatandaşlar tedavi olmak için hastanelere gidemiyor utanan yok" diye söyleniyor.
"Boşuna dememişler ' utanmaz utanmazla çadır kurar' diye."
Oğlu babasının yüzüne anlamsızca bakıyor. Babam neden gazeteyi seslice okuyor diye de kendi kendine soruyor.
Tekrardan gözlerini laptopuna çeviriyor.
Klavyedeki tuşlara sertce basmaya devam ediyor.

17 Şubat 2014 Pazartesi

TEMSİLİ DEĞİL KATILIMCI DEMOKRASİ

                                              Ressam Burhan Özer-Suluboya-

Aylar boyunca "Merkez Medya" olarak adlandırılan yandaş medya ve yandaş kalem seyri içinde olan gazete ve dergilere bakıyoruz, eleştiri ve yazılarını okuyoruz.
Yandaş olmayan düşüncelere veryansın ediyorlar. Dünün solcuları bugünün liberalleri bunların bir kısmı. Son yılların siyasi konjonktürü ile öne çıktılar.
Eleştiri oklarının hedefi muhalefettir. İktidara dokunmazlar. Demokrasi anlayışlarına bu bağlamda şaşmamak olası değil.
Muhalefetin olmadığı bir yerde demokrasiden söz etmek olanaklı değildir.
Muhalefetin iktidarın yaptıklarını eleştirmek, eleştirileri ile yanlış bulduğu uygulamaların düzeltilmesi için iktidarı uyarmak gibi görevleri vardır.
Kaldı ki demokrasi çok sesliliktir. Yaşanan sorunlarını dile getirmek için yasal çerçevede girişimde bulunmak demokratik bir haktır.
Sorunlar varsa, çözüm yolu aramak hükümetin görevidir.
Demokrasi ile yönetilen ülkelerde iktidarda bulunanlar yasalar gereği oluşan muhalefetin ikaz ve itirazlarına kulak vermek durumundadır.
Demokrasi eşitlik rejimidir.
Demokrasi insanca yaşama isteğimizde "araç" değil "amaç"tır.
Politikayı biçimlendirmede bütün halkın eşit hak ve söze sahibi olduğu bir rejimdir.
Etimolojik olarak bakıldığında kökeninin Yunanca olduğu görülür. "Demos" halk, "kratos" iktidar anlamına gelir. Kısacası demokrasinin özünde halkın kendi kendisini yönetmesi vardır.
Halkın seçtiği yöneticiler; çağdaş toplumlarda, "Beni seçtiniz. Kararları artık ben vereceğim. Sizler karışmayın. En iyisini ben bilirim" anlayışı ile hareket etmemesi gerekir.
Çağdaş toplumlarda "temsili demokrasi" değil "katılımcı demokrasi" geçerlidir.
Katılımcı demokrasinin uygulandığı "çağdaş" toplumlara bakıldığında yöneticilerin demokrasi anlayışına uygun hareket ettikleri ve ülkeyi yönettikleri görülür.
Demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla uygulanamadığı; lakin ülke yönetiminin adının "demokrasi" olduğu ülkelere bakıldığında halkın seçtiği yöneticilerin zamanla halka rağmen uygulamalar içerisinde oldukları görülür. Demokrasi anlayışında bu yaklaşım doğru değildir.
Demokrasi anlayışının yerleşmediği ülkelerde kargaşa vardır. Kimi ülkelerde "iç savaş" dediğimiz çatışmalar devam ediyor.
"Sudan", "Orta Afrika Cumhuriyeti" ve "Suriye" gibi ülkelerde iç savaş söz konusudur.
Afganistan, Pakistan, Nijerya ve Mısır'a bakıldığında iktidar ile muhalefet arasında iktidar olma yarışı hız kesmeden devam ediyor.
Yaşanan kargaşa ortamında en çok zararı gören savunmasız insanlardır.
Ülke ekonomilerinin bu bağlamda düzelmesi bir yana çıkmaza girmesi içten bile değildir.
Huzurun olmadığı yerde ekonominin gelişmekte olduğunu söylemek olanaklı değildir.
Medyanın görevi doğru habercilik olmalıdır.
Doğruların ve gerçeklerin yazılmadığı, çarpıtıldığı yerde demokrasinin tam işletildiğini söylemek mümkün değildir.


13 Şubat 2014 Perşembe

AKIL TUTULMASI


Siyasetin geldiği noktada akıl tutulması yaşıyoruz. Umutsuzluk ile morallerin dibe vurmasına aldırdığımız yok. Varsa yoksa günlük siyasi olaylar. İlgimizi çeken tek şey şu günlerde bu.
Kahve köşelerinde zaman geçirip pişpirik oynayanların televizyon haberlerine bakıp yorum yapmaktan başka konuşacakları bir şeyleri yok. Aldıkları emekli maaşının bir kısmını kahvelerde çay parası olarak harcamanın peşindeler.
Ekonominin içinde bulunduğu durum, çarşıda pazarda artan fiyatlar, artan faizlerin getirdiği yük pek de önemsenmiyor.
Günlük konuşmaların ekseriyeti siyasetçilerin söylediklerine odaklı. İktidar partisinin mensupları ile muhalefet partisinin sözcüleri ekrana çıktığında söylediklerini kendimize göre yorumluyoruz.
Geçim derdini çoktan unutmuşuz. Günübirlik kazancımızla yaşıyoruz. Kimimiz inşaatlarda soğuğa, yağmura, çamura aldırmadan başımıza geçirdiğimiz berelerle; sırtımıza aldığımız parkalarla çalışıyoruz. İnşaatın tozu, boyası giysilerin rengini soldurmuş. Eller nasırlaşmış, yüzler soğuktan mosmor.
O günkü ekmek parasını kazanmanın peşindeler. Ayazdan yanmış yüzleri ile zorluklara ve sıkıntılara aldırdıkları yok. Çünkü çaresizler. Eve ekmek götürmenin derdindeler. Kahve köşelerinde uyuklayanların birbirleriyle çekişmelerine ayıracak zamanları yok.
Birilerinin "trilyonları" "üç beş kuruş" olarak nitelemesi onları pek ilgilendirmiyor.
Onlar alın teriyle kazandıklarını evlerine götürmenin huzuru ile yaşıyorlar. Yetim hakkı, garip gureba hakkı yemeden yaşamanın rahatlığındalar.
"Alo Fatih" hattı üzerindeki gelişmeler, tartışmalar, medya gücünün olaylara yaklaşımına, kitlelerin algı yanılsamasına da aldırdıkları yok.
Manşetlerden, habere; köşe yazılarından TV haberlerindeki alt yazılara varana kadar medyada yaşananlar ilgilendirmiyor onları.
Caddeler, meydanlar el açıp dilenen; yaşlı, genç, kadın ve çocuklardan geçilmiyor. Sosyal devlet nedir diye sorsan hiç biri cevap verecek durumda değil. Sosyal devlet anlayışının ne olduğunu bilen yok. Yaşamak için dilenmekten başka çaresi yok bir kısmının. Üstüne üstlük kendi insanımız yetmezmiş gibi Suriye savaşından kaçıp gelenlerin dilenci sayısını patlattığını söylemek abartı olmasa gerek.
Emeklilerimiz aldığı yetersiz emekli maaşları ile geçinmenin derdindeler. İşsizlerin ve işini kaybetmiş olanların durumları içler acısı.
Bütün bu sıkıntılara rağmen siyasetçilerin ekranlarda birbirlerine söyledikleri ile yok yere insanlar birbirine giriyor. Ekmek kavgası yerine parti kavgası veriyor.
Yolsuzluk haberlerinin zihinleri meşgul etmesi, ses kayıtlarının, tape'lerin yayınlanması da biat kültürünü benimsemiş olanların umurunda değil.
Akıl tutulması yaşadığımız şu günlerde; bilincimizi, geleceğimizi, çıkarlarımızı korumamız gerektiğini düşünmemiz gerekmiyor mu?


5 Şubat 2014 Çarşamba

YÜREKLERİ DARACIK BAZILARININ; NE SEVGİ SIĞIYOR İÇİNE, NE DE İNSANLIK...


Takvimler 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde 29 Ocak tarihini gösterirken internet sitelerine düşen bir haberin vahameti okuyanları büyük bir şaşkınlığa uğrattı.  Gaziantep İmam Hatip Lisesi’nde öğretmenlik yapan imamın kız öğrencilerin okula gönderilmesi ile ilgili söylediği sözleri; haberi bir kez daha okumama neden oldu.
Haber şu şekilde verilmişti.
“Kızlar Fahişe olmaya teşvik ediliyor. ‘Haydi, Kızlar Okula’ kampanyasını eleştiren ve kızların okula gönderilmesinin uygun olmadığını belirten Muzaffer Ceylan, Küçük Sanayi Camisi’nde (Gaziantep) verdiği vaazda, ‘okula giden kızların baldır - bacak açarak erkek öğretmenleri tahrik ettiklerini’ ve ‘ kızların okula gönderilmesi ile fahişe olmaya teşvik edildiklerini’ söyledi.” (1)
"Ikra" Arapça bir kelimedir. İlk Vahiy'dir ve "oku" anlamına gelmektedir. Aklın gıdası bilgi, bilginin anahtarı ise okumaktır. Okumayan bir insanın bilgi sahibi olması olanaklı değildir.
Kadınlarımızın ve kızlarımızın cahil kalması istenmiyorsa onların okula gitmesi sağlanmalı ve "okula göndermeyin" söylemleri dikkate alınmamalıdır.. Çünkü gelecek çocuklarımızın omuzlarında yükselecektir.
Geleceğe iyi bir eğitim alarak hazırlanmayan toplumların eğitimli toplumlar karşısında teknoloji ve bilim, eğitim, kültür, sanat alanlarında tutunması olanaklı değildir.
Kadına değer vermeyenlerin kız çocuklarına değer verecekleri düşünülemez. Yüzyıllarca gün doğumuna ve gün batımına şahitlik eden bu kadim topraklar, her canlıya yaşaması için bağrını açan bu coğrafya söylenen bu sözleri hak etmekte midir?
Sevdiğiniz herkes, tanıdıklarınız, adını duyduklarınız, tanımadığınız insanlar kız çocuklarına yönelik bu davranışı benimseyebilir mi?
Hiç sanmıyorum.
Hiç sanmıyorum çünkü, uygarlıkların tarihte bıraktığı ayak izleri takip edildiğinde kadının güçlü katkısı görülecektir. Her başarıda kadının rolü vardır.
Kaldı ki toplumun gelişmesinde kadının alacağı eğitimin önemli bir yeri vardır. Vardır çünkü, çocuğun yetişmesinde kadın önemli bir rol oynamaktadır.
Eğitimsiz, hesaba aklı ermeyen, yeterli düşünemeyen, sorgulamayan bir kadının yetiştireceği çocukla; eğitimli ve bilinçli bir kadının yetiştireceği çocuk gelişim bakımından farklı olacaktır.
Bu bağlamda yukarıda ki açıklamanın tutarlı bir mantığının olduğunu düşünmek hatadır. öne sürülen düşüncenin benimsenmesi de hata olur.    
Yaşamın devamını omuzlama da erkeklerden geri kalmayan kadınlarımıza hak ettikleri değeri veremiyoruz/ vermiyoruz.
Onlarca olaydan basına yansıyanları okuyor/görüyoruz. Basına yansımasa da benzer olayların olduğu gerçeğini yadsıyamayız.
Genç yaşta evlendirilen kızlarımızın/ çocuk gelinlerin içler acısı durumu hepimizce malum. Lakin bir türlü bu olayların önüne geçilemiyor.
23 Ocak tarihli gazetelere düşen bir haber dikkatleri çekti. "Ağrı'nın Hamur ilçesinde 16 yaşında evlendirilen, aile içi şiddete uğrayan ve kapatıldığı tuvaletten tesadüfen bulunarak çıkarıldıktan sonra tedavi gördüğü hastanede 24 yaşında yaşama veda eden 2 çocuk annesi Melek Karaaslan'ın ölümü...Yargılama sonrası eşine verilen ceza ise 8 yıl 4 ay..."
Yok olan bir yaşam... Verilen ceza ne olursa olsun yaşamını kaybedeni geri getirmeyecek. Hangi suçu işledi de ailesi tarafından tuvalete kapatılma cezası aldı bu kadın? Hangi suçun karşılığıdır "tuvalete kapatma cezası" 21. yüzyılın anlayışında?
Kadına yönelik bir başka cinayet de Viranşehir ilçesine bağlı Tekneli köyünde Hacire Göv'ün öldürülmesi ile vicdanları kanattı.
"Viranşehir ilçesinde kendisinden 4 gündür haber alınamayan 19 yaşındaki 8 aylık hamile genç kız su kuyusunda ölü bulundu." Haber böyle. Akıllara ziyan bir töre vahşeti. Ne yazık ki bu ve benzeri ölümler ne ilk ne de son olacaktır.
Bu ve benzeri olayların önüne geçilmesi toplumun eğitilmesi ile mümkündür. Bunun başka yolu yok. Kadınlarını eğitmeyen toplumların çağdaş uygarlık seviyesini yakalaması da zor görünüyor.


Not: (1) http://sozcu.com.tr/2014/gundem/imam-hatip-ogretmeninden-skandal-sozler-448953/

3 Şubat 2014 Pazartesi

DE BAKALIM HASO, AĞA OLURSAN NE YAPARSIN?

Hayal gücü, birilerinin yaşam mücadelesinde farkında olmadan yaşadığı algı yanılsamasıdır desek yanılmış olur muyuz?  
Herkes hayal gücünden etkilenir.
Fakat bazılarımız serseme döner.
Gerçeği saklamak ve yalan söylemek kimi zaman yapılan bir bencillik olsa gerek.
Oysaki adalet insanın içindedir.
Yeter ki onu haksızlıkları gidermek için kullanalım.
Haksızlık yapmak için değil.

*****
Sormuşlar:
"De bakalım Haso, ağa olursan ne yaparsın?"
Düşünmüş Haso, kafasını kaşımış, gene düşünmüş ve sonunda:
"Soğanın cücüğünü yerim demiş."
İnsanların toprak kadar üretken olduğu ancak rüzgârın vurup yelin üfürdüğü, yağmurun damla damla erittiği bir coğrafyayı düşünün.
İşte böyle bir coğrafyada dağın kayalık yamacına yapışmış olan toprak evlerin vadinin üretken toprağına bakışında ve akşamın alacakaranlığının kehribar rengi ışığında sorulan soruları Haso duygularını gizlemeden telaşsızca böyle cevaplıyor.
Haso’nun ki hayal gücüne dayanan bir anlayış.
Çünkü Haso’da biliyordu ki ağa olamazdı.
Dahası ağalıkta acımasızlık vardı.
Haso acımasız da olamazdı.
Haso’nun yüreğinde istese de kimsenin el süremeyeceği kimsenin çiğneyemeyeceği bir insanlık anlayışı vardı.
Hoş Haso’nun aklı soğanın cücüğünden öte geçmiyor.
Ya diğer Haso’ların aklı nereye kadar varıyor?
*****
Cumhuriyetin ilan edilmesi ve yeni devletin kurulması sonrası,  Türk toplumu içindeki eski kalıntılar, geçmişe özlem duyanlar veya ulusal kurtuluş eylemini başka alanlara kaydırmak isteyenler cumhuriyet olgusuna karşı çıkmışlar, direnmişler ve ayaklanmalar hazırlamışlardır.
Bunların içinde en ciddi ve en büyük olanı Şeyh Sait ayaklanmasıdır.
Diğeri ise Seyyid Rıza’nın Tunceli ve yöresinde çıkardığı isyandır.
Her ikisi de bertaraf edilmiştir.
Ağzı olan konuşuyor. Biri diyor ki;: “…eşit vatandaşlık hakkı olmayacaksa anayasaya da uymayacağım elbette. Hem uyup uymayacağıma siz değil ben karar vereceğim artık. Bunu anlayamadınız mı hala? Yıl 1984 ilk kurşunun patladığı gün üç beş çapulcu olarak görmüştünüz ve aradan geçen yıllardan sonra gördünüz ki üç beş çapulcu Türkiye’de siyasetin gündemini belirliyor artık…”
Yanılıyorsunuz. Çünkü hala üç beş çapulcusunuz!
Kalleşçe kurulan tuzaklarla kör karanlığın korumasına sığınıp kundaktaki bebeleri, tarlasında işinde gücünde yoksul vatandaşları, görevi başında öğretmeni, askeri nasıl şehit ederim düşüncesindesiniz.
Yoksuldan kimsesizden nasıl para koparırım peşindesiniz.
Emperyalizmin yüzyıllardır sürdürdüğü “böl ve yönet” politikasının oyuncağı olduğunuzun farkında bile değilsiniz.
*****
Kim olursa olsun bu vatan topraklarında yaşayan her yurttaş Türkiye Cumhuriyeti anayasasına ve kanunlarına aynen uyacaktır.
Bu bir vatandaşlık görevidir.
Her yurttaş anayasa ve yasalar karşısında eşittir.
Güneş balçıkla sıvanmaz.
Türk milleti geçmişte olduğu gibi bugün de gelecekte de gerekirse emperyalizme ve onun yerli ve yabancı uşaklarına karşı gerekli mücadeleyi verecektir.
Bu ülkede hiç kimseye ayrıcalık tanınmamıştır.
Tanınmayacaktır da.
Bu ülkenin yasal işleyişi dün ne idiyse gelecekte de o olacaktır.  
Siz “ağa” ve “seyyid” dediklerinize yöre insanını “maraba” olarak kullanmaktan vazgeçmelerini söyleyin.
Siz yıllardır yöre halkını sömüren, maraba olmaktan çıkmalarını engelleyen, yoksulu ezen, töre adı verilen utanç uygulamasını 21. Yüzyılda da devam ettiren toprak ağaları, şeyhler ve şıhların çıkarlarına dur deyin.
Siz kız çocuklarına “töre” adı altında zulüm edilmesine karşı çıkın, mücadele edin ve önleyin.
Siz yöre insanının iyi bir eğitim alması için mücadele edin.
Kız çocuklarının da okuması için gerekli çabayı gösterin.
İş ve aş olanaklarına kavuşmaları ve yoksulluk ve yoksunluk zincirinin paslı halkalarının kırılması için çalışın.
İstihdam olanakları sağlamaya çalışın.
Yöre insanının ekonomik geleceğinin sağlanması için uğraşın.
Tüm enerjinizi bunun için harcayın.