24 Nisan 2014 Perşembe

TANTUNİDEN McDONALD'S'a

Ataköy Metro istasyonuna bakan kahvedeyken geçmişin yaşam anlayışından da söz açıldı. Araç trafiğine kapalı meydanın dört bir yanında kümelenmiş, müşteri bekleyen iş yerlerinin çevresinde geç saatlere kadar meydanı boş bırakmayan insan selinin kültürel değişiminden de.
Geniş sundurmanın altında üst kısımları hasır küçük bodur iskemleleri, tozla kaplı masaları ile kahve düzeni açtırmıştı kültürel değişim konusunu.
Batının dizayn edip üretimini yaptığı ürünlerin zaman içinde doğuya taşınmasını benimsemiş, bir bakıma kabullenmiştik. Ne de olsa gelişmişlik denince aklımıza batı geliyordu. Doğuya özgü olan pek çok şey batıda kendine yer bulmuştu. Kahvehane düzeni de bunlardan biriydi.  Doğunun kültürel yapısı her yerdeydi artık.

Meydan ayakkabı dükkânları, oyuncakçıları, sokağın köşesinde “eski kitap alınır” ilanı ile dikkati çeken sahafı, kuyumcuları, döviz büroları, dönercileri, telefon satan işyerleri, ayakkabı tamircisi, terzisi, dershaneleri,  AVM ve banka şubeleri ile kalabalığı kendine çekiyor. Az ileride bulunan E-5 karayolunda akan trafiğin gürültüsüne alışmış milli piyango satıcıları, seyyar satıcılar, dilenciler, simitçiler ekmek parasını çıkarmanın peşindeler. Ve son günlerde sayıları gittikçe artan Suriyeli ve Afrikalı göçmenler.
Günün her saatinde hareketliliğini koruyan, sabahları ve akşamları artan kalabalığı ile üst geçitteki yaya trafiğinin bıktırıcı görüntüsü genç kadınların ve erkeklerin rahatça sohbet ettikleri, sigaralarını tüttürüp, Red Bull’larını yudumladıkları cafe önlerine konmuş masalara çok yakın. Bazı erkeklerin atkuyruğu var, bazılarının kulaklarında küpe. Çarpıcı rujları ve umursamaz figürleri ile dikkati çeken, ellerinde son model telefonları durmadan mesaj yazan genç kızlarda ise hızma.
Anne babaların büyük umut bağladıkları gençler. Aynı zamanda ailenin eğitimi, kültürel anlayışı bağlamında, en çok baskı altında kalanlar. Onlar artık eski ile yeniyi bir araya getiren bir dünya da yaşıyorlar.  Dün ile bugün arasında bağlantı kurulduğunda, bildiklerimizin artık demode olduğunu düşünüyorlar. Toplumdaki trendlere daha uyumlu olan gençler modern hayatın labirentlerinde anne babalarına rehberlik ediyorlar.
Kokoreçten Pizza Hut'a, Tantuniden McDonald's'a kimlik değişiminin yaşandığı,  "Men and Women like to smoke and drink beer, wine and whiskey" (Erkekler ve kadınlar sigara içmeyi, birayı, şarabı ve viskiyi sever)  anlayışının tavan yaptığı; diğer içeceklerin pabucunun dama atıldığı kültürel dönüşümün varlığına şahit oluyoruz. Kırsalın yaşam anlayışının yerini varoşların eğreti gecekondu anlayışına terk ettiğine de.
Değişim o kadar hızlı gerçekleşmiş ki, insanlar geçmişin gelenek ve göreneklerini öğrenemeden Nevizade benzeri sokaklarda gördükleri davranışları benimsemişler. Büyüklere ve yaşlılara saygı hak getire. Vicdanlar poşetlenmiş vaziyette. Kimsenin kimseye yardım edesi yok. “Her koyun kendi bacağından asılır” sözünü benimseyenlerin sayısı gittikçe artıyor.
Öte yandan, “eskiden babalar emir verirdi, ama şimdi babalar evlatlarını dinliyor”  anlayışını benimsemiş, kültürlü, yaşadığı çevreye duyarlı gençlerin olduğunu bilmek insanın içini ferahlatıyor.
Farklı tarzlar ve etkilerden oluşan bir karışım, sokakların ve meydanların öne çıkan niteliklerinden. Doğuyla batının, zenginle yoksulun, dilenciyle seyyar satıcının, özel arabayla toplu taşım araçlarının aynı potada buluştuğu İstanbul yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde kozmopolit coşkusunu yok edememiş.
Görüntüye bakıldığında orta sınıf için endişeli bir sürecin olduğu görülür. Olanaklar ikiye katlandı, ama her bir olanaktan yararlanma ve hiç birini kaçırmama arzusu baskı yaratıyor. Elde edilen her şey, bunun en yenisi ve en iyisi olmadığı düşüncesinin yarattığı düş kırıklığını da beraberinde getiriyor.
Bencillik had safhada. Vurdumduymazlık, kitap ve gazete yerine internete bağlanan telefonların tercih edilmesi, bilgiye erişimi engelliyor. Devasa reklam ağının etkisi altında geleceğini sorgulamaktan uzak bir nesil yetişiyor. İnternet cafeler okul çağında gençlerle dolu. Fast food işletmeciliği tavan yapmış, yemek kültürü alışkanlığı yerini Chicken'daki baharatlı tavuk kanatlarına bırakmış.
Bir kaç yıl önce yenilenen bir eşya artık eskimiş görünüyor. Günlük konuşma ve yazma dilimiz, kültürümüz yozlaşıyor. Özgürlük duygusu, bazen daha çok, diğerinden geri kalmamak için verilen mücadeleyi andırıyor. Gereksiz olanı alma isteği harcama alışkanlığını körüklüyor. Bu durum kapitalizmin "daha çok harca" yönlendirmesine yarar sağlıyor. Alınan kullanılsa ya. İşte o alışkanlık da yok. Vitrinlik malzeme alıyoruz evlerimize. Her taraf tıka basa kullanılmayan malzemelerle dolu.

22 Nisan 2014 Salı

KÜLTÜR YOZLAŞMASI MIDIR NEDENİ?

Bireysel ve toplumsal ilişkilerde en zor şey nedir sorusuna verilecek cevaplar, cevaplayanın düşüncesini yansıtacaktır. Cevaplardan bir tanesi sohbet ettiğiniz kişiyi tanıyıp tanımadığınıza dair olabilir mesela. İnsan daha önceden tanımadığı, davranışlarını, dünya görüşünü, değer yargılarını bilmediği biriyle sohbet ederken ölçülü davranmaya azami gayreti gösterebilir. Ölçünün kaçması durumunda da hava bir anda değişip, sinirler gerilebilir. İnsanın ruhunda huzursuzluk varsa gerilimin dozu daha da artar. 
"Bu düşünce bir yanılgı, bir hatadır" diye düşünülebilir. Ya da "yerden göğe kadar haklısın" da denebilir. Tartışma kültürünü benimsemiş biri ile eli palalı birini elbette bir tutamayız. Diğerinin düşünce ve duygularına saygıyı kabullenmiş olanla külhanbeyi havasında olanı bir kefeye koymak doğru değildir.
Otobüs garajında olacaklar bir rastlantı, sıradan bir olay mıydı yoksa bilinçli yapılmış bir kurgu muydu? Neden kavga etmişlerdi? Önceden tanışıyorlar mıydı? Acımasız birer evsiz, yersiz yurtsuz, gözlerini kan bürümüş insanlar mıydı, yoksa sıradan garibanlar mıydı bilinmez. Bilinmez çünkü yaşanan arbede bir kaç dakika içinde olup bitmişti.  
İnce belli küçük çay bardağı elimde dalıp gitmişken bir anda bağrışmalar arasında sandalyelerin havada uçuştuğunu gördüm. İnsanlar neye uğradıklarını şaşırmış olup bitenleri anlamaya çalışıyorlardı. Az önceki sıcak ortam yerini buz gibi bir havaya bırakmıştı. Arbede sonrasında iki adam yaka paça dışarı atıldı. Her ikisi de birer mezar taşı gibi dikilip kaldı öylece. "Külhanbeyliğinin acı sonucu" diye düşündüm bir an. İnsanın inanası gelmiyor. Sırtı pek, karnı tok olsalar derim ki hadi bir konuda anlaşamadılar. Oysa her gün, her ikisi de garaj bekçiliği yapıyorlar belli ki! Sohbet anında birbirlerinin sözlerine itiraz etmiş, incitici sözler sarf etmiş olmalıydılar... Kim bilir bel ki?
Gürültü patırtının bitmesiyle herkes masasına dönmüştü. Aklıma dahi getirmeyeceğim bir olaya şahit olmuştum. İnsan tanımadığı, belki de bir daha karşılaşmayacağı biriyle neden kavga eder ki? Velev ki tanışıyorlar. Kavgalarının sebebi neydi acaba? Kültür yozlaşması mıydı nedeni?
Demek ki bal gibi kavga da oluyormuş gürültü de. Havada uçuşan sandalyeleri görünce bir anda sinirlerim gerilmiş, kargaşanın ortasında kalmıştım, üstelik olayın ne olup olmadığını da bilmiyordum. İçerisi biraz sakinleşince garsondan çay getirmesini istedim. Uzun favorileri ve kısa kesilmiş saçlarıyla yorgun ve yaşlı izlenimi veren garson çayı getirdi. Çay tabağının kenarındaki şekerler yarıya kadar ıslanmış dağılmak üzereydiler. Elime alınca dağılıp gittiler. Tekrar şeker alıp masaya geldim. "Böylesi gereksiz bir olayı görünce dışarıda yaşadığınız stresi yanınızda getirmediyseniz dünyanın en huzurlu yeri insanın kendi evidir" diye düşündüm...
Kırsalda yılın bu zamanları sıkıcı geçer, kışın etkisiyle dışarıda pek durulmaz, insanların çoğunluğu baharın gelmesini ve işlerin açılmasını bekler. Gün geçtikçe bunalan insanların bir kısmının sinirleri gerilir, bir kısmı ise tevekkülle günlerin geçmesi için dua eder. Köyünde, kasabasında işlerini bitirenler büyük şehirlere gidip inşaat işlerinde çalışır, inşaatlarda yatıp kalkar, zor şartlarda para kazanmanın mücadelesini verirler.
Bu döngü, her zaman hüzünlendirmiştir beni. Ne zaman toprağa kırağı düşmeye başlasa yüreğime belli belirsiz bir keder çöker, kendimi o insanların yerine koyarım. Kimsesiz çocukların ve evsizlerin sokaklarda yaşamasını hatırlarım.
Kimsesiz çocukların ellerinden tutsam, gurbetin yolunu kurtarıcı görenlere sorsam... Hayatta beklentilerini anlatırlar mıydı? Anlatsalar, onları anlar mıydım? Acıyı, yokluğu, kimsesizliği karnı tok olan değil benzer acıları çeken bilir derler ya... 

16 Nisan 2014 Çarşamba

ASILSIZ ERMENİ İDDİALARI


1915 yılında yaşanan olaylar nedeniyle Ermeni soykırımı iddiaları her yıl 24 Nisan tarihinde temcit pilavı gibi pişirilip ABD Senatosu Dış ilişkiler Komitesine sunulur. Nitekim bu yılda hazırlanan tasarıyı gündemine alan ilgili komite 'Ermeni Soykırımı Karar Tasarısı’nı 12'ye 5 oyla kabul etti. Ancak ilgili tasarı 24 Nisan'dan önceki son çalışma gününde ABD Senatosu'nun genel kurul gündemine alınmadı.
Bugüne kadar bu konuda onlarca yazı yazıldı çizildi. Ermenilere gerçekleri gün yüzüne çıkarmak için Osmanlı, Rus, Ermeni, İngiliz, Fransız arşivlerinde var olan belgelerin tarihçiler tarafından incelenmesi ve olayların gerçek nedeninin ve oluş biçiminin ortaya çıkarılması istendi.
Ermeni tehciri konusunda karar verecek olanların siyasetçiler değil tarihçiler olması gerektiği anlatılmaya çalışıldı. Lakin ne Ermenistan Devleti ne de diaspora buna yanaşmadı. Çünkü gerçeklerin arşivlerde yattığını ve gün yüzüne çıktığında bugüne kadar ısrarla soykırım yapıldı iddialarının havada kalacağını biliyorlardı.
Ermeni soykırımı iddiaları üzerinde önemli bir milat da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) 17 Aralık 2013 tarihli Perinçek - İsviçre kararıdır. Bu karar Ermenileri oldukça endişelendirdi. İsviçre Hükümetine göre "soykırım yoktur" demek suçtu. Perinçek'in AİHM' ye açtığı ve kazandığı dava bununla ilgilidir.
Ermenilerin yıllardır iddia ettikleri soykırım kampanyası asılsızdır. Osmanlı Devlet arşivlerinde, 1915 yılında alınan tehcir kararının; ırk, din vb. nedenlerle alakalı olmadığı, Osmanlı Devleti’nin o yıllarda (I.Dünya savaşı yılları) çeşitli cephelerde Ruslara, İngilizlere, Fransızlara karşı yürütülen savaşlarda isyan eden Ermeni çetelerinin düşman güçlerine yardım ve yataklık etmesi, orduyu cephe gerisinde sabote etmesi nedenleri yatmaktadır. Bu durum karşısında Osmanlı Hükümeti kayıtsız kalmamış Ermenilere yönelik sevk ve iskân kararı almıştır.
Osmanlı Devleti sınırları içerisinde yaşayan Ermeni nüfusun doğu bölgelerinde düşman güçlere yardım ve yataklık etmesi, çeteler kurarak halka yönelik katliamlar yapması sonucu sadece doğuda yaşayan Ermenilere yönelik tehcir kararı alınmıştır. Batı bölgelerinde yaşayan Ermenilerin güvenlik tehdidi oluşturmamaları nedeniyle tehcir kararı uygulanmamıştır. Demek ki olayın nedeni arşivlerde de belirtildiği gibi savaş sırasında sınırları içerisinde yaşadıkları Osmanlıya karşı düşmanla işbirliği yapmalarıdır.
Öteden beri 1915 olayları ve asılsız iddialar ülkemize dost veya düşman devletlerce politika malzemesi yapılmaktadır. İşin bir diğer yönü ise emperyalist güçlerin Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan azınlıkları devlete karşı kışkırtmak ve kendi amaçları doğrultusunda kullanmaktır.
1920 tarihli Sevr Antlaşması’nın ve 1918 tarihli Mondros silah bırakışmasının maddeleri incelendiğinde emperyalist güçlerin Anadolu topraklarını paylaşmayı planlandıkları ve dönemin olayları irdelendiğinde de bu amaçla azınlıkları ve özellikle Ermenileri kullandıkları  görülecektir.
Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermeni devleti kurma hayalinde olan Ermeniler birtakım dernekler ve partiler kurmuşlar, çeşitli sebeplerle olaylar çıkarmışlar ve yörede yaşayan Türkleri katletmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı'nda Türk askerinin çeşitli cephelerde bulunmasını fırsat bilip devlete ihanet etmişlerdir. Düşmanla işbirliğinin yanı sıra savunmasız ve silahsız yaşlı, kadın, çoluk çocuk demeden suçsuz insanlara karşı akla hayale gelmeyecek yöntemlerle katliam ve işkence yapmışlardır.
Katliamın izleri bugün bile yaşlı insanların anlattıklarından, son yıllarda Erzurum ve çevresinde açılan toplu mezarlarda çıkan Türklere ait olan çeşitli materyallerden anlaşılmaktadır. 1985 yılında yapılmakta olan Kars – Arpaçay karayolu genişletme çalışmaları sırasında toplu mezarlar dozerler tarafından ortaya çıkarılmıştır. O yıllarda Kars yöresinde görevli olduğum için bizzat ortaya saçılmış insan kemiklerine şahit olmuştum.
Ermenilerin  Erzurum, Oltu, Kars, Sarıkamış ve bağlı köylerde, Akbaba, Çıldır, Göle, Zerdaş (Arpaçay) bölgelerinde, Kağızman, Iğdır, Erivan, Tuzluca, Trabzon ve çevresinde, Bitlis ve çevresinde, Van ve çevresinde, Diyarbakır ve çevresinde yaşayan Türk nüfusu katlettikleri ve mezalim yaptıkları bilinmektedir. 
 Yöre insanı ağıtlarında bu mezalimleri dile getirmiştir.
Bu ağıtlardan biride Kars'ın doğusunda bulunan Kaleköy'ünde (Derecik) kırımdan kurtulan 11 kişiden biri olan Âşık Kahraman (1863-1944), bu köyde altı yüz altmış kişinin bir yere doldurularak, 15 Nisan'dan sonra nasıl kırıldığını ağıt - destanında şöyle anlatmıştır:
1918 Kaleköy (Derecik) kırgınına ağıt:
"Ey ağalar nasıl diyem derdimiz
Vardı zulüm sonu arşa dayandı
Ermeni, İslâm kırdı, taladı,
Mazlumlar âmânı, Arşa dayandı.

Kalo'nun köyünü bastı, ceng açtı
Mitralyöz, tüfenkle od, ateş saçtı
Ana; Evlat attı, dağ-taşa kaçtı
Sâbiler şivanı(yas), Arşa dayandı.
......
Altı yüz altmış can, battı kırıldı,
Çoğu yandı, geri kalan vuruldu,
Bu köyün defteri artık dürüldü,
Hâlinin yamanı, Arşa dayandı."
Ağıt toplam 12 kıtadan ibaret olup 11 Haziran 1939'da Âşık Kahraman tarafından yazdırılmış, yazım bitmeden tekrardan yaşadığı o günlerin acısıyla bayılmıştır. Bu ise o günlerde yaşanan acının ne denli büyük olduğunu göstermektedir.
Ermenilerin yaptıkları mezalimler hakkında Sâmiha Ayverdi'nin "Türkiye'nin Ermeni Meselesi" kitabında Van Jandarma Alay Kumandanı'nın raporunda, Ermeni çetelerinin yaptığı vahşet, insanlık dışı muamele şöyle anlatılmaktadır.
"Ruslar Osmanlı hududuna tecavüz ettikleri zaman, Van Ermenileri öteden beri beklemekte oldukları fırsatın gelmiş olduğuna kani olarak ötede beride kıyâm edip ihtilâl hareketine başladılar. Bunlar müdafaasız müslüman köylerine, yolcu ve postalara tecavüz etmek ve ordu için celbedilen erzakı bazı güzergâhlarda pusu kurmak suretiyle yağma etmek gibi hareketlerde bulunarak daha evvel kararlaştırılmış programın hızla tatbikatına başladılar."
Rapordan da anlaşılacağı gibi Ermeniler rahat yaşadıkları topraklarda Osmanlı'nın zayıf döneminde, Rus-Osmanlı savaşını bahane edip harekete geçmişler, önceden planladıkları mezalimi uygulamışlardır.
Karşı koyacak düzenli ve silahlı bir güç yoktur. Savaş nedeniyle eli silah tutan erkekler çeşitli cephelerde savaşmaktadır. Karşılarında silahsız ve savunmasız masum insanlar vardır. Bunların büyük bölümü de kadınlar, çocuklar ve yaşlılardan oluşmaktadır.
Raporda yazılanlara göz atmaya devam edelim:
”Mirgehi köyünde Muhtar Molla Hasan, köylüleriyle Ruslara önderlik eden Ermeni çetelerinden aman diledikleri halde âdeta koyun boğazlanır gibi gaddarâne şehit edildiler. Elli sekiz nüfuslu köyden sekiz erkek, on iki kadın, on sekiz çocuk şehit edilmiş, geriye kalan kız ve gelinler ise Ermeniler tarafından götürülmüştür.
Çarıkser köyünde bir çocuğun bir süngüye takılarak kuzu gibi ateşte kızartıldığı birçok kimseler tarafından ifade edilmiş ve cesedin enkazı bizzat müşahede edilerek hâdisenin doğruluğu tespit edilmiştir. Ahurik ve Avazerlik köyleri arasında dört kişinin elleri karınlarına, tenasül uzuvları ağızlarına sokulmuş vaziyette cesetleri bulunmuştur…
Ahtucu köyünde Kemo ismindeki şahsın karısı Zeliha tandır başında ekmek pişirmekte iken, altı aylık çocuğu ateşe atılarak, anasının gözü önünde pişirilmiş ve kendisine yemesi emredilmiş; red etmesi üzerine zavallı vâlidenin bir bacağı tandıra sokularak merhametsizce yakılmıştır.”
 Ermenilerin masum halka karşı yaptıkları içler acısıdır.

10 Nisan 2014 Perşembe

SULAK ALANLARIN KORUNMASI

Son yıllarda çevrecilerin; korunması ve gelecek nesillere bırakılması gereken sit alanları, Milli Parklar, sulak alanlar, ormanlık alanlar, nesli tehlike altında olan canlıların yaşadığı alanların korunması, derelerin kurutulmaması, borulara hapsedilmemesi, kıyıların yapılaşmaya açılmasının engellenmesi, kaçak yapılaşma vs. konularında verdiği mücadele devam etmektedir.

Kaz Dağları'nda çok uluslu şirketlerin altın madeni aramasına izin verilmesi ve oksijen deposu ve Milli Park statüsünde olan yörenin tahrip edilmesinin engellenmesi için Bergamalı köylülerin verdikleri mücadele akıllardadır hala. Siyanürle altın aranması sonucu topraklarının zehirlenmesini istememektedirler.
Sinop ve Akkuyu nükleer elektrik santrallerinin kurulmasına yöre halkı karşı çıkmaktadır.
Onlarca dere üzerinde yapımı süren HES'lerle derelerin borulara hapsedilmesi telafisi mümkün olmayan çevre tahribatına neden olacaktır. Derelerin kurtarılması için çeşitli bölgelerde yöre insanının HES yapımlarının durdurulması için yasal yollara başvurmaları da devam etmektedir.
Ülkemiz flora ve faunasını, derelerini, ormanlarını, yaban hayatı için vazgeçilmez olan Milli Parkları korumak ve gelecek nesillere bırakmak için çaba sarf edilirken; hükümet "Sulak alanlar" yönetmeliğinde değişiklikler yaptı.
2 Şubat Dünya Sulak alanlar Günü dolayısıyla bir açıklama yapan Süleyman Demirel Üniversitesi (SDÜ) Eğirdir Su Ürünleri Fakültesi Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Erol Kesici, "bitmez tükenmez bir kaynak olarak görülen sulak alanların yanlış kullanım ve bilimsellikten uzak su yönetimi sonucu yok edildiğini belirterek, son kırk yılda Türkiye'nin 40'a yakın gölünün kuruduğunu, onlarcasının da kuruma riskiyle karşı karşıya olduğunu" söyledi.
Durum bu iken çevreye ilişkin kararları eleştiri konusu olan hükümet, Sulak alanlar Yönetmeliğini sil baştan değiştirdi. Bir alanın "sulak alan" olarak belirlenebilmesi iyice zorlaştırıldı.
Sulak alanlardaki "tampon bölgelerde" açılacak taş ocakları, hidroelektrik santral projeleri, motorlu taşıt, çimento üretimi, evsel atık transfer istasyonu kurulması  gibi faaliyetlerde ÇED süreci usul ve esasları bakanlığın belirleyeceği tek bir raporla sınırlandırılarak devre dışı bırakıldı.
Yönetmelik ile sulak alanları besleyen akarsular ile yüzey sularının yönlerinin izin alınmak şartıyla değiştirilmesinin önü açıldı. Arazi ve su kullanım planlamalarında, sulak alanların işlev ve değerlerinin korunması esas olmaktan çıkarılarak gözetimle sınırlandırıldı. Sazlık alanlarda ekonomik ve ticari önemi olan bitki türlerinin kesilmesine izin verildi. Sazlık alanlarda su kuşlarının yumurtlama ve kuluçkaya yatması, konaklaması, kışlaması; nadir ve nesli tehlike altındaki kuş türlerinin üreme bölgelerinin önemi göz önüne alındığında bunun su kuşları bakımından ne denli değerli olduğu ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bu alanların "zorunlu olmadıkça özel mülkiyete konu olmaması gerekir" ifadesi ile  alanların özel mülkiyete konu olmasının da kapısı aralandı.
Sulak alanlardaki kuş türlerinin azalması ekolojik sonuçlar doğuracaktır. Böcek yiyen kuşlar bir çok tarım zararlısını kontrol altında tutar. Sivrisinek ve kum sineklerinden geçen "sıtma ve şark çıbanı" nın önüne geçer vs.
Ormanıyla, madeniyle, sulak alanlarıyla, göl ve dereleri ile, bozkırı ile dağ ve ovalarıyla bu toprakları bugün bizler yarın çocuklarımız daha sonrasında da onların çocukları kullanacaktır. Bu bağlamda ülkemizde ekolojik önemi olan alanların korunması için hepimize düşen görevler vardır.

3 Nisan 2014 Perşembe

BUNA NE DİYECEKSİNİZ BAKALIM?


28 Şubat 1533'te Montaigne'de dünyaya gelen Michel Eyquem, soylu bir ailenin çocuğudur. Oğlunun hümanist değerlere önem vermesini, sınıfsal önyargılarla büyümemesini arzulayan babası, Bordeaux Belediye Başkanı Pierre Eyquem, oldukça varlıklı olmasına rağmen oğluna mütevazi bir çocukluk yaşattı. Kusursuz bir eğitim vermeye çalıştı.
Çocukluğundaki özgür eğitim, Montaigne'i çok etkilemiştir. Her çeşit otoriteye karşı gelmesini sağlayacak izler bırakmıştır.
Montaigne, Denemeler'inde, "mutluluk" başlıklı bölümde şunları yazıyor:
"Büyük İskender'in dalkavukları onu, Zeus'un oğlu olduğuna inandırmışlar. Bir gün yaralanıp da yarasından kan aktığını görünce: 'Buna ne diyeceksiniz bakalım?' demiş. 'Kıpkızıl, mis gibi insan kanı değil mi bu? Homeros'un destanlarında tanrıların yarasından akan kan hiç de böyle değildir'.
Şair Hermodoros, Antigonos'u öven şiirlerinde, ona güneşin oğlu diyormuş.  Antigonos, 'Oturağımı döken adam benim güneşin oğlu olmadığımı çok iyi bilir' demiş. İnsan her yerde hep o insandır ve bir insanın özünde soyluluk olmadı mı, dünyanın tacını giyse yine çıplak kalır.
Kızlar alsa çevresini
Güller bitse bastığı yerde
                           Persius
Ruhu kaba ve duygusuz olan için, bütün bunlar neye yarar? İnsanın sağlığı ve düşüncesi yerinde değilse, hazdan, mutluluktan da bir şey anlamaz."
Tarih boyunca güçlü olanın yanında dalkavukluk yapanlar olmuştur. Tarihsel olaylardan yola çıkarak senaryosu yazılan filim ve dizilerde bu sahnelere sıkça rastlarız. Yalakalık ve çıkarcılık, yalan ve dolan ile rakiplerini alt etme çabalarını gözlemleriz. Güçlü olanı olduğundan farklı ve özel gösterme; yenilmez olduğuna inandırma, doğru karar verdiğine inandırma çabası daima gözetilmiş, kısacası dalkavukluk bir yaşam biçimi olmuştur.
Yaptıklarının yanlış da olsa "doğru" diye kabul edilmesi ile özeleştiri ve kendini sorgulama gereğini duymayan iş başındaki yönetici gerçeklerden uzak kalmış, halkı için sorun oluşturmuştur.
Büyük İskender'in "Zeus" un oğlu ve  ölümsüz olduğuna inandırılması sonrasında; yaralandığında akan kanını gösterip 'Buna ne diyeceksiniz bakalım?' demesi bunun en güzel örneğidir.
Antigonos'un " İnsan her yerde hep o insandır ve bir insanın özünde soyluluk olmadı mı, dünyanın tacını giyse yine çıplak kalır" anlayışına uygun davranması, bu tür dalkavukluklara pirim vermemesi de  her güçlü olanın çevresinin etkisinde kalmadığının göstergesidir.
Platon'un Devlet'inde, ideal devletin nasıl ve kimler tarafından yönetilmesi gerektiğin konusunda "Bekçilerimiz" dediği gençleri işaret etmesi ve gençlerin iyi bir eğitimden geçirilmesini söylemesi dikkate değer bir saptamadır.
Montaigne şöyle diyor: "Başkalarının bildikleriyle bilgin olabiliriz ama kendi aklımızdan başka hiçbir şeyle bilge olamayız."