3 Ekim 2014 Cuma

SOĞUK BİR KASIM SABAHINDA -14

                                              Cala(Doğruyol köyü)/ Çıldır Gölü


Dizginlenemez bir heyecan vardı içimizde. Aşılmaz dağların arasında, sevinç, korku ve kaygı, umut ve umutsuzluk, yarın ne olacağına duyulan merak.
Bir bilinmezle karşı karşıya olmanın getirdiği hayret.
"Gelmezse gelmesin!" diye tamamladım sözünü.
"Aliyar Turgut'un bakkal dükkanı var ya!"
"Evet var."
"Alırız bir kaç paket makarna evdekilere ilaveten, olur biter."
"Başka çaremizde yok zaten. Lakin ekmeğin yerini her daim makarna tutmaz ki" diye söylendim.
"Ne yapmayı düşünüyorsun bu durumda, ne yapmalıyız?"
"Yapacağımız tek şey var. Köylünün yaptığını yapmak."
"Ne yani çuvalla un alıp ekmek mi yaptıracağız" dedi Meriç.
"Lordun oğlu, ne yapacağız başka bir çözüm yolu varsa söyle de onu yapalım."
Sıkıntı bastığında gözlüklerini silmeyi alışkanlık haline getirmişti. Gözlüklerini sildi. Tekrar taktı. Çıkardı tekrar sildi.
Bu hareketi yaparken vereceği kararı düşündüğünü biliyordum.
Sıkıntıyla yüzüme baktı.
"Başka çare gözükmüyor" dedi.
"Havalar biraz düzelince un alıp ekmek yaptırmak lazım. Şenlik Cengiz'e sorarız. O bize yol yordam gösterir."
Soba yavaş yavaş etkisini kaybetti. Odanın içi soğumaya, dizlerimiz üşümeye başlamıştı. Şehirde olsak akşamın bu saatinde elektriğin aydınlattığı odalarda hala oturuyor olurduk. Lakin şehirde değildik. Civar evlerin gaz lambaları da sönmüştü. Köylü istirahata çekilmişti. Bu durumda oturmanın da zaten bir anlamı yoktu. Sabaha kadar soğukta nöbet tutacak halimiz yoktu ya.
Yataklarımıza yattık, lamba bir süre daha yanık kaldı. Loş ışığında odanın tavanı belli belirsiz aydınlanıyordu. Sonrasında lambayı da söndürüp derin bir uykuya daldık.
Bu dağlarda kışın soğuğun ama daima rüzgârın hükmü geçerliydi. Yaşamı alabildiğince zorlaştırıyordu. Köyün içinde bulunan yaklaşık sekiz yüz elli yıllık olduğu tahmin edilen eski Gürcü kilisesinin kalıntılarından buranın yüz yıllarca insanlara ev sahipliği yaptığı anlaşılıyordu.
Yörede genelde ıssızlık hakimse de, yaban hayvanlarının cirit attığı topraklarda, vadi tabanlarında, dere yataklarının kenarlarında yerleşime ve bir ölçüde de tarıma ve hayvancılığa elverişli alanlarda kasaba ve köyler bulunuyordu.
Bu son derece zor koşullarda yaşamayı tercih ettiklerine göre, yörenin onlara bizim anlayamayacağımız bir hayat sunduğu açıktı.
Sabaha kadar kükreyen yel ve kar fırtınası gün ağardıktan sonra durulmuştu. Odanın ayazının kırılması için sobaya bir kaç tezek attık. Defterin orta yerinden bir kaç sayfa koparıp yaktık.
Meriç sesini çıkarmıyordu artık defter yapraklarını kopardıkça. Başka çare olmadığını biliyordu o da.
Gün epey yükselmişti.
Yanan sobanın üzerine çaydanlıkla su koymuştuk. Tezek ateşinin ısısında bekle ki kaynasın. Çay demleyip dünden kalan ekmek parçalarıyla kahvaltı ve öğle yemeği karışımı bir şeyler hazırladık.
Bir ara kapı tıkırdar gibi oldu.
Bu saatte kim olabilirdi ki.
Kapıyı açtım.
Elinde temiz bir bez parçasına sarılı bir şeyler tutan kahveci Binali gülerek "Günaydın hocalar" dedi.
O anda neşemiz yerine geldi.
"Günaydın Binali gel buyur içeri."
Elindeki bezi açtı.
"Bugün yollar kapalı "dedi. "Ekmek gelmez. Beraber bir kahvaltı yapalım."
Bir kaç tane taze lavaşı yatağın bir kenarına bıraktı.
O anda Meriç ile göz göze geldik.
Hiç ihtimal vermediğimiz bir anda Binali ekmeksiz kalacağımızı düşünmüş ve ekmek getirmişti. Minnetle Binali'nin gülümseyen yüzüne baktık.
Yoksulluğun, çaresizliğin, amansız kış koşullarının, buzun ve ayazın şekillendirdiği, yaşam koşullarını zorlaştırdığı bu coğrafyada insanların yardım severliliğinin en güzel örneğini görmek şaşırtıcı değildi. Binali'nin sabah erkenden elinde ekmekle gelmesi ve yolların kapalı olduğu bilinciyle ekmeksiz kalacağımızı düşünmesi bunun en güzel örneğiydi.
Lavaşları hazırladığımız sofraya koyduk. Bekar usulü bir sofraydı bu.
Başrolde elbette bal, börek yoktu.
Çay, peynir, zeytin ve lavaş.
Yanı sıra ölçü bulunmaz hürmet ve saygı içinde bir sohbet.
Meriç ve ben aynı anda sözleşmiş gibi:
"Binali çok sağol. Lavaş için teşekkürler" diyerek Binali'ye teşekkür ettik.
"Önemli değil hocalar. Kar kış bastırdığında çevreyle ulaşım kesiliyor."
"Doğru dersin Binali. Baksana kar ve sis her tarafı kapladı. Göz gözü görmüyor bezen. Kar fırtınası sabahlara kadar durmuyor. Püfür püfür esiyor rüzgâr."
"Hem de ne esiş ya "diye mırıldandı Meriç.

7 yorum:

  1. hayırlı bayramlar hüsyein hocam..ellerinize sağlık..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim Bilge Dünyamız. Size de iyi bayramlar.

      Sil
  2. Hüseyin hocam, valla okurken üşüdüm:)öyle canlı anlatmışsınız ki..ayrıca makarna hiçbir zaman ekmeğin yerini tutmuyor tecrübeyle sabit, bazen ekmek almayı unuturum gitmeye de üşenirim, oradan biliyorum, arkadaş lavaşı getirince ne güzel oldu ama:)))arkadaşlık bu işte...elinize sağlık

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Haklısın Müjde kardeşim. Tecrübe ile hareket etmek önemlidir.

      Sil
  3. İnsanın en umutsuz kaldığı bir anda uzanan sıcacık bir el insanı ne kadar mutlu eder. Tıpkı Binali'nin getirdiği lavaş gibi... Hocam yüreğiniz dert görmesin. Kaleminiz daim olsun. Aileniz ve sevdiklerinizle birlikte mutlu bayramlar diliyorum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim Hanife Hanım. Sizinde aileniz ve sevdiklerinizle mutlu bir bayram geçirmenizi dilerim. Yorumunuzda da haklısınız. Selam ve saygılar.

      Sil
  4. Merhabalar Hüseyin Hocam.

    İnternet bağlantım olmadığı için artık blog yazıp bloglar arasında ziyaretler yapamıyorum. Fırsat buldukça böyle eski dostluklarımızı yad etmek adına bloglara bir merhaba deme fırsatını buluyorum.

    Her zaman ki gibi çok güzel bir şekilde kaleme aldığınız anılarınızdan bir bölümü daha büyük bir keyif alarak zevkle okudum.

    İnşAllah bir daha ki sefere yine bir başka bölümü okuma fırsatı bulabilirim.

    Selam ve dualarımla.

    YanıtlaSil