27 Ocak 2014 Pazartesi

ÇARESİZLİK


Yeryüzünde yaşam alanı bulan canlılar arasında belki de en hassas olanı insanoğludur. İnsanoğlu yerine göre ne kadar aciz, ne kadar çaresiz, ne kadar muhtaçtır.
Bunu illaki hastalanınca anlamak gerekmiyor, mevsimlerin döngüsünden, havaların değişkenliğinden de bunu anlayabiliyoruz.
Yaz aylarının sıcaklığından, kış aylarının başlangıcında üşüdüğümüzden söz ederiz. Kış ilerledikçe ah vahlarımız azalmaz artar. Hele hele yaşlılarımız da ise bu sızlanma daha bir üzücüdür kimi zaman.
İnsanı bu döngüye iten şey nedir?
Doğa karşısında ki çaresizliği midir?
Yoksa değişen yaşam koşulları mıdır?
Eskiden karakışa, yağmura çamura, yaz sıcaklarına daha bir dayanıklı mıydı insanoğlu, yoksa şimdilerde mi daha dayanıksız.
Benzer özellikleri ağır bassa da her insan ayrı bir evrendir aslında.
Her insanın huyu, alışkanlıkları, becerileri, davranışları, kararları, istekleri ve seçimleri kendine özgüdür.
Biri diğerine benzemez, çünkü içgüdüleri ağır basar ve herkesin içgüdüsü ve çevreyi, çevrede olan bitenleri algılaması farklıdır.
Ne ki içgüdülerimizi bastırmamız, bencilliklerimize ket vurmamız ve insanca özlemlere, eylemlere dönüştürmemiz gerekir.
Bazen bir olay, bir eylem, bir söylem karşısında çabuk karar veririz.
Celalleniriz, eser gürleriz.
Karşıdaki insanın ne dediğini, ne demek istediğini anlamak yerine, o denende kendimize göre denmesi gereken şeyi işimize geldiği gibi algılarız ve işte tam da o anda başlarız ahkâm kesmeye, yel olup esmeye, bora olup silip süpürmeye, yanardağ olup yakıp yıkmaya.
Peki neden?
Niçin bunu yaparız?
Acaba bizi kızdırdığını sandığımız şey karşısında önyargılı ve acele karar vermemiz mi etkili olmuştur?
Yoksa işimize gelenin aksine doğru olan mı söylenmiş yazılıp çizilmiştir diğerlerince. İşimize gelmeyen, esip gürlememize sebep olan bu mudur?
Bilinmez. Bilinmez çünkü birimiz diğerimize benzemeyiz. İçgüdülerimiz farklıdır, algı yanılsaması yaşarız kimi zaman, doğru olanı bulmakta zorlanır beynimiz, yaşam felsefemiz ve yetişme koşullarımız, çevre ile diyalogumuz, düşüncelerimiz, düşündüklerimizin ifade şekli farklıdır.
Benciliz, doğruyu bilmeyiz, bileni ve dile getireni de ötelemeye yermeye çalışırız kendimizce.
Ötelemeye çalışmak nasıl bir duygudur?
Birini yeren, acımasızca eleştiren bazen kendini ön plâna çıkarmak için yapar bunu, bazen diğerine yaranmak adına yapar, bazen egosunu tatmin etmek için bazen de kıskançlık duygusunu yenememek sonucu yapar. Yaparken de kendine göre bir neden bulur.
Bazen “seni eleştirmek, dediklerin karşısında sessiz kalmak istemem ama…” sözünü öne sürer. Belli ki vereceği cevap ya yok ya da yetersizdir.
Öne sürerken de bunu karşısındakinin yaşına verir aklı sıra. Yani derki sen yaşlısın dediklerin yanlış ancak “ yaşına hürmetimden” sesim çıkmıyor.
Yine bir savunma mekanizması ile kendini savunmak gereğini duymuştur.
Bilgiye muhtaçtır. Okumaya ve anlamaya muhtaçtır.
Kaçamaktır cevapları. Bir şey bilmediğinin farkındadır.
Dediklerinin ne anlama geldiğini tam olarak ifade etmekte zorlanmaktadır.
Yine de üste çıkmaya çalışır. Bunu yaparken de yandaş edinmenin yollarını arar.
Söylenenler karşısında, varsa eğer, o denen şeyde yanlışı orta yere koyacağına eleştirisine karşısındakini ithamla başlar. Başta acizlik göstermiştir. Bir başkasının dediklerinin yanlış olduğunu öne sürmekte ancak doğru olanı dile getirememektedir.
İnsanoğlu ne kadar aciz, ne kadar muhtaç ve de çaresiz!


26 Ocak 2014 Pazar

GEMİ BATARSA HEPİMİZ BATARIZ


Türkiye'de 2014 ocak ayı dolar ve avro'nun Türk Lirası karşısında hızlı yükselişine sahne oluyor. Ekonomik politikanın yetersizliğine siyasi endişeler de eklenince liradaki erime hızlandı.
Ocak ayının ilk haftasında 586 lira olan Cumhuriyet altını 635 liraya çıkmıştır. Borsa da ise kan kaybı devam etmektedir. BIST 100 endeksi 1.207.51 puan azalarak 64.427.52 puandan kapanmıştır. Dolar ise en son 2.33 ile rekor kırdı.
17 Aralık tarihli yolsuzluk operasyonu sonrasında; dolar ve avro'nun rekora koşması ve altın fiyatlarının artmasıyla piyasalar sarsılmış görünüyor. Merkez bankasının dolara müdahalesi sonuçsuz kalıyor ve dolar müdahaleye rağmen yükselişine devam ediyor.
TÜSİAD Başkanı Muharrem Yılmaz yaşananlar sonrasında "Böyle bir ülkeye sermaye gelmez" diyor; Başbakan'da bu duruma tepki olarak "Kalkıp da TÜSİAD'ın başkanı küresel sermaye gelmez ifadesi kullanamaz. Bu cümleyi kullanıyorsa bu vatana ihanettir." cevabını veriyor.
TÜSİAD Başkanı yaptığı konuşmada "kazananı olmayan bir kavgada enerjimizi tüketiyoruz. Türkiye'de refahın artması için yapılması gerekenleri" söylediğini dile getiriyor.
Hükümet ile ülkenin sanayicilerinin bir araya geldiği bir kuruluşun karşılıklı birbirini suçlaması ülkeye yarar getirmez. Sanayicilerle karşı karşıya gelmek de.
Karşılıklı söz düellosunu bırakıp ekonominin gidişatına odaklanmak lazım. Ekonomik göstergelerin düzelmesi için çaba sarf etmek lazım.
Bağımsız sosyal bilimciler aylardan beri ülkenin içinde bulunduğu ekonomik sorunları dile getiriyorlardı.
Cari açığın yüksekliğine, biriken dış borca, borsadaki gerilemeye, özel sektörün dövizle borçlanma hastalığına, ihracatın ithalat bağımlılığına ve durumun bu şekilde devam edemeyeceğine dikkat çekiyorlardı.
Dolar bazında borçlanan sanayicilerin doların artması sonucu borçlarını ödemekte zorlanacaklarını ve sorunlarla karşılaşacaklarını unutmamak lazım. İş yerleri kepenk indirecek. Kepenk indiren iş yerlerinde çalışanların işsiz kalması toplumsal sorunları beraberinde getirecektir.
Yaşanan ekonomik gidişin bir an evvel düzelmesi herkes için faydalıdır. Kısır siyasi çekişmelerle bu ülkenin ekonomisine hiç kimsenin zarar verme hakkı yoktur.
Rant elde etme amaçlı, yolsuzluk amaçlı, ülke kaynaklarını çar çur etme amaçlı yaklaşımlara hiç kimse tevessül etmemelidir.

Çünkü gemi batarsa hepimiz batarız.

20 Ocak 2014 Pazartesi

O ÇOK SEVDİĞİN OĞLUNLA YAN YANASIN ARTIK

Bir yandan özlemlerin, isteklerin, alışkanlıkların. Diğer yandan vazgeçemediklerin, gözün gibi korudukların, gözlerinin içi gülerek sana bakan baban, sevdiklerin.
Küçük bir çocuktum henüz onu algılamaya başladığımda. Kibrit çöpü gibi ince parmaklarımı tuttuğunda. Sevgiyle kucağına alıp sıkıca sarıldığında. Sonrasında geçen yıllar. Büyüdükçe, algıladıkça etrafı, öğrendikçe olan biteni anladım ki o benim babamdı. Sıkıca sarılacağım insandı sonrasında. Sıkıntıma ortak olacak, gülümseyişimle mutlu olacaktı. O bir baba idi. Evlat onun için kutsaldı. Yeri doldurulamazdı.
Sadece beni değil diğer çocuklarının da üstüne titrerdi belli etmeden. Bunu şimdi daha iyi anlıyorum. Kardeşim vurulduğunda mezarına her yıl o giderdi. Gözleri şişmiş olarak gelirdi çoğu kez. Susardık. Konuşmaya insanın dili varır mıydı ki zaten. Acı üstüne acı yaşanmıştı o yıllarda. Boylu, boslu, durmasını, konuşmasını bilen bir delikanlıydı kardeşim. Bir rahatlama hissi veriyordu insana. Somut bir güvence idi. Babamın tek dayanağı idi. Diğer çocukları çoktan uzaklaşmışlardı ondan. Baba ocağından uzaklarda olanlar gurbet acısını damarlarında yaşıyorlardı ne yazık ki. Bir tek o kalmıştı yanında. En küçük oğlu, en son umudu. Ama işte kader. Daha fazlasına müsaade etmedi. Kör bir kurşun kalleş bir tetikçinin elinde çıkmıştı bir akşam üstü. Şah damarını parçalamıştı oğlunun. Ağıtlar, feryatlar fayda etmedi o an. Yıllarca da etmeyecekti.
Oğlu şimdi ücra bir köy mezarlığında yatıyor. Sıklıkla giderdi mezarına. Üzerindeki sararmış otları elleri ile ayıklardı. Etrafını temizler, düzeltirdi. Gözyaşları ile sulardı eminim. Şimdilerde o da gelmesini bekliyordur babamın kim bilir. Yan yana diz dize oturup sohbet etmeyi özlüyordur her ikisi de. Çünkü konuşmak, dua etmek, birbirlerini görmek arzuları hiç değişmedi yıllarca olasılıkla. Babanın evlada hasreti, evladın babaya. Bilmek olanaklı değil ki.
Zaman akıp gidiyordu. Bunalıyordu artık. Görünmez bir el sıkıyordu yüreğini. Oğlunu vuranları gördükçe. Niçini nedeni yoktu onun için çoğu kez. Belki de düşünmek bilmek istemiyordu artık yorgunlukları, kırgınlıkları, üzüntüleri. Bulutlara hasretti artık o. Belki de rengârenk çiçeklerle bezeli çocuk bahçelerine.
Gün geldi dayanamadı oğlunun acısına. Gitmeliydi bu topraklardan. Uzaklaşmalıydı. Zor geliyordu onsuz bir yaşam. Dediğini de yaptı. Yıllar boyu evi ile parklar arasında mekik dokudu Ankara’da. Şu an hastalığın pençesinde o. Gel de yüreğin yanmasın. Gel de ağlama, üzülme. Gözlerin ona baktıkça dolu dolu olmasın. Elleri ile sıkıca elini tuttuğunda nasıl bırakacaksın, ayrılacaksın ki zaten. Televizyonda ki eğlence programlarını izlediğine hiç şahit olmadım yıllarca. Evinin duvarında tek bir resim vardı artık. Ölen oğlunun resmi. Elleri ile çerçeveletmişti. Her gün silerdi çerçevesini camını annem. Tozunu alırdı tozlanmışsa.
Yıllarla birlikte çok şey değişti onlar için belki de. Ama tek değişmeyen yüreklerinin sesiydi belli ki. Özlemler, beklentiler, anılar, acılar onlar için sıradandı artık.
Yaşamın, var olmanın, geçmişin ve geleceğin anlamı o resimdi onlar için. Ve öyle de oldu yıllarca. Gerisi sıradan, günlük uğraşlardı. Durağan, hüzünlü. Zaman zaman da üzüntülü. Paylaşamamak acıyı, şöyle gönlünce kopup ağlayamamak. Asıl zor olan buydu işte.
Ve hastalandı aylar önce babam. Uzunca bir süre kimseye bir şey demedi. Hastalandığını anlayana kadar da kimseye tek kelime etmedi. Ama yüzüne baktıkça sıkıntısı belli oluyordu aslında. Bir anlam veremiyorduk. Sorsak da iyiyim diyordu. Gerçeği doktor söyleyinceye kadar da hastalığını belli etmemeye çalıştı. Daima sessiz ve dingindi. Hala da sessizliğini korumakta. Dilinden rahatsızlığına dair tekbir sözcük çıkmadı bugüne kadar.
Her yeni gün bir başka artık. Her yeni gün aynı uğraş, aynı hastane, aynı bakış, sıcak ve gülen gözler, uzanan eller hep aynı. Parkları özlediği belli. Parklarda bitip tükenmeyen çocuk sesleri. Haykırışlar, kuş cıvıltıları, korna sesleri. Oturduğu bankları, konuştuğu arkadaşlarını arıyor belli etmese de. Aylar ne çabuk geçiyor birbiri peşi sıra. Ellerini tutmak, göz göze gelmek acı veriyor insana. Gün gün eriyip gitmesi insanın içini acıtıyor açıkçası.
Sonsuz bir dünyada, sınırlı bir yaşam insanoğlunun ki. Ama kabullenmek çok zor, yaşlı çınarların bir bir göç etmesini dünyadan. Umarım uzun yıllar daha aramızda olursun sevgili babacığım. Daha uzun yıllar aramızda olman bizlere sonsuz güç verecektir. Bundan eminim. Sen aramızda oldukça geceler hep aydınlık olacak inan. Gözlerimiz hep gülecek. Sarılıp seni kucaklayacağız hep birden. Bence daha erken. Gitmen bizim için çok zor olacak emin ol. O daima gülen gözlerine, o kocaman yüreğine ihtiyacımız var. Hem de her zamankinden daha çok.
Böyle yazmışım 17 Kasım 2011 tarihinde. O yakalandığı amansız hastalığın pençesinde gün gün eriyip gitmekte iken. Bir çocuk gibiydi artık. Fazla sürmedi aramızdan ayrılması. Ocak ayının karlı bir kış gününde göçüp gitti bu dünyadan.
Yaşadığımız acının tarifi yoktu artık. Yakalandığı Alzheimer hastalığı aramızdan almıştı. Babamın ölümü ile çektiğim acı ve stresin sonucu mide şikayetlerimi iyice artırmıştı o günlerde.
Hastayla birlikte hasta yakınları da acı ve engellerle dolu bir yaşam sürüyor. Düşünün, o her zaman her şeyin üstesinden gelen, bir el dokunuşu ile size güven veren babanız artık sizi tanımıyor. Alzheimer hastalığı nedeni ile beyin giderek küçülüyor, diğer bir deyişle çocukluğa dönüş gerçekleşiyor.
Hastalığın ileri safhalarında hastalığa yakalanan anneniz ya da babanız sağlıklı iken yapabildiklerini yapamaz oluyor. En güzel yemekleri yapan anneniz o yemekleri artık yapamıyor.  Giyinmeyi, yürümeyi, yemek yemeyi, tuvalete gitmeyi unutmuş bir insanla karşı karşıya kalıyorsunuz.
Sonuçta neresinden bakarsanız bakın yaşam bazen acılarla dolu olabiliyor. İçiniz parçalansa da çok sevdiğiniz bir yakınınızı kaybedebiliyorsunuz. Bu gibi durumlarda metanetli olmaktan başka yapacak şey yok maalesef. Acının tarifi olmaz. Unutulması çok zor biliyorum. Ailenin bu durumda el ele vermesi kenetlenmesi çok önemli.

O çok sevdiğin oğlunla yan yanasın artık. Mekanın cennet olsun. Nur içinde yat. 

18 Ocak 2014 Cumartesi

ONURSUZLUK VE ERDEMSİZLİK BAZEN İNSANI ESİR ALIR



Tarih bir zaman makinesi gibidir. Belleğine geçmişin olaylarını, doğrularını ve yanlışlarını depolar, kaydeder.
Sadece geçmişin değil, günümüzün olaylarını da kaydeder.
İnsanlık yüzyıllardır olayları kaydetmektedir.
Taşlara, deri üzerine, kâğıda vs. kayıtlar sistematik olarak gerçekleştirilmiştir.
Böylece insan geçmişini ve geçmiş olayları, yaşamları öğrenme olanağına kavuşmuştur.
Günümüz teknolojisi ise önemli olayların yanı sıra yaşanan büyük küçük her türlü olayı anında tarihin hafızasına kaydetmektedir.
Bu bağlamda gerçekler tarihin belleğinde yer aldığı gibi olaylar ve sorumluları da o bellekte yer alır.
Gelecek kuşaklar da geçmişi öğrenme ve değerlendirme olanağına kavuşurlar.
Ne yapılırsa yapılsın o bellekte yer alan doğruları karanlık kuyuya göndermek olanaklı değildir.
Tarih boyunca güçlü daima egemen olmuştur.
Güçlünün etrafında da soytarıları eksilmemiştir.
Yalaka takımı da denebilir bu zevata.
Güç yer değiştirdiği anda onlarda anında saf değiştirirler.
“Dün dündür bugün bugündür” mantığı onları rahatsız etmez.
Tarih bunun örnekleri ile doludur.
Onursuzluk ve erdemsizlik bazen insanı esir alır.
İnsan hakları, yaşamın kutsallığı, masumiyet karinesi, özel yaşamın gizliliği, demokrasi, hukuk kuralları onursuzluğa ve erdemsizliğe kurban edilir.
Omurgasızlık, çıkarcılık, yalancılık, üçkâğıtçılık yaşam biçimidir artık.
Dünyanın neresine giderseniz gidin.
Gelişmiş ya da gelişmemiş olsun tüm toplumlarda geçmişe dönmeyi ve geçmişin kılıç kalkan oyunlarını isteyenler vardır.
Bu toplumlarda ileriye dönük çağdaş yaşamı yaşamak isteyenlerin yanı sıra kaderine razı olmuş, düşünemeyen, okumayan, yaşamı günübirlik bulduğu ile geçirmeyi alışkanlık haline getirmiş, belleği zayıf, sadaka kültürünü benimsemiş olanlarda vardır.


15 Ocak 2014 Çarşamba

GÖREVDEN ALMALAR

İstanbul merkezli 17 aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonu ile başlayan tartışmalar devam ediyor. Tartışmaların tarafları AKP ile Cemaat. Sayın başbakan 17 aralık tarihinde yapılan yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun iç ve dış odaklarca hükümetine karşı yapılan bir operasyon olduğunu belirtiyor. Cemaati isim vermeden suçluyor. Cemaat ise suçlamaları kabul etmiyor.
Yaklaşık bir aydır bu gelişmeler üzerine siyaset odaklanmış durumda.
Kimilerine göre AKP ile Cemaat arasındaki olayların altında yatan aslında ekonomik ve çıkar anlaşmazlığıdır, paylaşım savaşıdır.
Rüşvet ve yolsuzluk olaylarının soruşturulması sırasında, cemaat yanlılarını uzaklaştırmak gerekçesiyle yüzlerce polis dağıtılıyor, görev yerleri değiştiriliyor.
Yeni HSYK düzenlemesiyle yargı istenen şekilde düzenlenmeye çalışılıyor.
Maliye ve Milli Eğitimde görevden almalar devam ediyor.
İzmir'de "imbat" operasyonu ile rüşvet ve yolsuzluk yapanlara operasyon yapan polis müdürlerini; Kilis'te İHH merkezinde arama yapan polis müdürü görevden alınıyor.
Yaşanan gelişmelerin ekonomi üzerindeki olası olumsuz etkilerini umarım ülkemiz yaşamaz. Onarılmayacak ekonomik yaralar açılmaz.
Görevden almalar devam ederken benzerlik taşımasa da yıllar önce yaşadığım bir olayı hatırladım.
Uzun süre görev yaptığım Anadolu'nun bir kasabasındaki İlköğretim okulu müdürlüğü görevinden alınmamı.
Daha doğrusu görevimden istifa etmek zorunda bırakılmamı.
O yıllarda da hükümet değişikliği ile görevlendirilme ve görevden almalar vardı.
Hükümet değişmiş üst düzey müdürleri görevden almalar başlamıştı.
Kasaba kahvehanelerinden birinin önündeki çınar ağacının altında oturmuş sohbet ederken, daha önce okulda görev yapmış, sonrasında ilçe merkezine ataması yapılan tanıdık bir öğretmen yanında tanımadığım iki kişiyle geldi.
Hal hatır sorduktan, kısa bir sohbetten sonra öğretmen:
"Hocam size bir şey söylemeye geldim" dedi.
Ne söyleyeceği konusunda en ufak bir fikrim yoktu.
"Buyurun hocam" dedim. "Sizi dinliyorum".
"Uzun laf etmeyeceğim" dedi. "Biliyorsunuz hükümet değişikliği oldu. İlçemizde görev yapan İlçe Milli Eğitim Müdürü'nü görevden alıp yerine tanıdık bir arkadaşı getirecekler. Bu bağlamda görev alacak personelin adını istiyorlar. Biz sizi uygun gördük. Siz de kabul ederseniz bakanlığa atamanızın yapılması için adınızı bildirecekler."
Bu teklif karşısında bir an duraksadığımı hatırlıyorum.
Fikirlerini siyaseten benimsemesem de yıllarca birlikte görev yaptığım İlçe Milli Eğitim Müdürü'nün durup dururken, görevden alınıp yerine getirilmemin doğru olmayacağını düşündüm.
Doğru değildi. Çünkü, eğitimde siyasetin yeri olmamalıydı. Eğitim atamalarında siyasi tercih yapılmamalıydı. Bunun eğitime yararı olmayacaktı.
"İyide kardeşim" dedim, "müdür neden görevden alınmak isteniyor ki. Adam görevini aksatmadan yerine getiriyor."
"İlçe içerisinde öğretmen dağılımında istenen değişiklikleri yapmak için yeni bir müdürün gelmesi lazım".
"Yani siz şimdi ilçede öğretmen atamalarını istediğiniz gibi gerçekleştirmek için mi beni göreve getirmek istiyorsunuz" diye sordum.
"Evet" dercesine başıyla onay verdi.
"O zaman kusura bakmayın" dedim. "Ben öğretmenler arasında huzursuzluğa neden olacak bir işlem yapamam. İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü görevini istediğinizi yapacak bir başkasına verin."
" Kesin cevabınız bu mu hocam" diye sordu tanıdık öğretmen.
"Evet" dedim. "Kesin ve son cevabım bu".
Şaşırmış olmalıydılar. Bu nedenle sesleri çıkmadı.
"Bize müsaade" deyip ayrıldılar.
Bir süre sonra göreve bir başka öğretmeni getirdiler. Gelen yeni müdürün ilk işi çeşitli vesilelerle bana zorluk çıkarmak oldu. Bunu burada uzun uzadıya yazmaya gerek yok. Okullarda yetersiz öğretmen nedeniyle geçici görevlendirilecek öğretmen görevlendirilmelerinde yeterli öğretmeni okulumda görevlendirmemesi, bu nedenle bir kısım derslerin 6-7 ve 8. sınıflarda boş geçmesi, odun ve kömür taşımada zorluk çıkarması, eczane faturalarını tanzim konusunda baskı yapılması (okulda memur olmadığı için tüm idari yazışmaların yanı sıra maaş ve eczane faturalarının ödenmesini de ben yapıyordum) vs vs.
Çıkarılan zorluklar ve baskılar sonucu müdürlük görevinden istifa etmiştim. Öğretim yılı sonuna kadar da yakın bir kasaba okulunda görevlendirilmemi istemiştim.
Öğretim yılı sonunda bulunduğum ilden başka bir ile tayin istemiş ve oradan ayrılmak zorunda kalmıştım.
Tüm bu yaşananlar sırasında ailece sıkıntılar yaşamış, manevi olarak yıpranmıştım.


12 Ocak 2014 Pazar

SOKAKLAR

                                                 Jose Luis Lopez Pere-Suluboya



Ocak ayında ayaz ve dondurucu soğuğu hissetmeyen yoktur. İlkyaza daha çok var. Sokaklar, caddeler, ana arterler gidecekleri yere gitmenin telaşı ile yola çıkanların soğuktan korunmak için sıkı sıkıya parkalarını, paltolarını giyenlerle doludur. Başlarında kulaklarına kadar çektikleri berelerle bir an önce toplu taşım araçlarına ulaşmanın gayretiyle yola çıkanlarla doludur.
Bu yaşamın bir gereğidir. Yadırganmaz.
Lakin, hafta içinde görülen bu manzaranın hafta sonlarında artan kalabalıkla daha da belirginleşmesi şaşırtıcıdır.
Soğuk havaya aldırmaksızın çocuklarını, çocuk arabalarıyla yanlarında bulunduranların, alışveriş merkezlerini dolduranların bu mevsimde evlerinde değil de günün büyük bölümünü sokakta geçirmeleri de.
Bulunduğum sokak ile E-5 karayolu arasında yer alan caddenin iki tarafında yer alan işyerlerinde alışveriş yapanların; metro istasyonu yakınında bulunan dar meydanı dolduranların, yiyecek satan yerlerin içinde ve önünde yer alan masalarda çay içip sohbet edenlerin pek de soğuğa ayaza aldırmadıkları ortada.
Meydanda ki insan profili ile ara sokaklarda ve meydandan uzak yerlerdeki insan profili arasında büyük bir farklılık olduğu ilk bakışta dikkati çekiyor. Meydan ve yakın çevresinde daha bir rahat giyim kuşamı tercih edenler, rahat para harcayanlar; cadde ve ara sokaklarda ise genelde daha kapalı giyinen; dahası kara çarşafı tercih edenler, alışverişlerini pazarda veya AVM yerine marketlerde yapanlar görülüyor.
Bu denli alışveriş yapanları, bu denli rahat para harcayanları gördükçe ya diyorum bu insanların geliri çok fazla ya da bizim gelirimiz çok az. Bir alışveriş furyasıdır gidiyor. AVM'nin birinden çıkıp yanda ki diğerine girenler, ödemelerin yapıldığı kasada sıra oluşturanlar, peşin para yerine kredi kartıyla gerekli gereksiz alışveriş yapanlar çok rahat görünüyorlar. Sanırsın aldıklarının parasını kendileri değil de başkaları ödeyecekmiş gibi.
Hafta içi ve hafta sonları cadde de dilencileri görmek artık alışılan bir durum. Suriye'den gelenlerin küçük çocuklarını dilendirmesi; küçük çocukların okul yerine sokaklarda ayakları çorapsız terliklerle dilenmesi, soğuk ve yağışlı havalarda kalın  giysi yerine ince birer kazakla dolaşmaları insanın içini burkuyor. Dilenen insanlar sadece Suriye'den gelenler değil elbette.
Bir yandan çok rahat para harcayanlar, diğer yandan ekmek parası için dilenenler.
Ayrıca akşam üzeri kaldırımlara tezgah açanları, insanların yürüdüğü alanlara koydukları elektronik eşyadan saate, çantadan çoraba, giysiden ayakkabıya çok çeşitli malzemeyi satanları görmek de sıradan bir durum. Hele özellikle iş çıkışı saatlerinde metro ve Metrobüs duraklarındaki köprülerde satış yapanların çokluğu yürümeyi zorlaştırmakta. İnsanları canından bezdirmekte.
Ya insanlar bu duruma alışmışlar artık yadırgamıyorlar, ya da ben yıllarca yaşadığım ortamın sakin, sessiz olmasına alıştığımdan yadırgıyorum.
Her insanın alışkanlıkları, bakış açısı, yaşam anlayışı diğerinden farklıdır. Acaba ben düşünce biçimimi ve bakış açımı mı değiştirmeliyim. Duygularımız, düşüncelerimiz, beğenilerimiz, sezgilerimiz, tepkilerimiz, düşlerimiz... Değişmesi gerekenler... Lakin hangi tarafın değişmesi gerekir...

Gelirinden çok fazla para harcamakta ustalaşanlar mı, kredi kartı ile alışveriş yapanlar mı yoksa geliri oranında harcama yapanlar mı...

11 Ocak 2014 Cumartesi

NUR EL NEHAR


Hindistan sultanının üç oğlu vardır. En büyüğünün adı Hüseyin, ikincisinin adı Ali, en küçüğünün ise Ahmet'tir.
Sultanın ölen kardeşinin "Gün Işığı" anlamına gelen "Nur El Nehar" adında periler kadar güzel bir kızı vardır. Sultan, çok iyi yetiştirdiği yeğenini yabancı birisine vermek istememektedir. Üç oğlundan birisiyle evlensin istiyordur. Ama gelin görün ki, üç oğlu da, Nur El Nehar'a aşıktır.
Sultan, oğullarının birbirlerini kıskanmasını önlemek için bir fikir geliştirir. Üç oğluna da der ki; "içinizden hanginiz dünyanın en harika şeyini, hiç görülmemiş şeyi bulup getirirse Nur El Nehar'la evlenme hakkını ona vereceğim."
Büyük kardeş Hüseyin, Bişangard'a gider ve daha önce kimsenin ne duyduğu ne işittiği sihirli bir halı bulur. Bu halı, sahibini havalandırarak istediği yere götürebilen bir halıdır.
Ali ise yolculuğunu Şiraz'da sonlandırır. Ali, orada bir çarşıda, yüzlerce kilometre ötede geçen olayları gözlemleme imkânı veren fildişi bir boru bulur, satın alır.
Ahmet ise Semerkand'a gelir. Orada bulduğu bir sihirli elmayı satın alır. Bu elmayı sadece koklamak tüm hastalıklardan kurtulmak için yeterlidir.
Üç âşık kardeş sözleştikleri yerde bir yıl sonra buluşurlar. Birbirlerine, buldukları harikaları gösterirler. Tabi, sihirli boruyla baktıkları ilk kişi çok uzaklarda bıraktıkları Nur El Nehar'dır. Şunu görürler ki sevgili, yakalandığı ani hastalık yüzünden ölmek üzeredir. Yetişmek için sihirli halıyla uçarlar, iyileştirmek için sihirli elmayı koklatırlar ve Nur El Nehar'ı sağlığına kavuştururlar.
Ne var ki, hepsi de kızı iyileştirmede eşit yardımda bulundukları için yarışın hakkaniyetli galibi olamaz. Bunun üzerine baba, üç kardeşten her birinin ok atmasını, oku en uzağa atanın Nur El Nehar'la evleneceğini söyler.
Ali yarışmayı kazanır ama Ahmet'in oku bulunamaz. Hüseyin ise dünyaya küser ve hayatına bir derviş olarak uzak diyarlarda devam eder. Ahmet de aşk acısıyla ve okunu bulmak için yollara düşer.
Sonunda Ahmet okunu bulur. Ama okun bulunduğu yerde bir kuyu gözüne çarpar. Bu kuyu bir yer altı dehlizine açılıyordur ve nihayetinde onu demir bir kapıya kadar götürür.
Ahmet tehlikelerle dolu kapıdan geçer ve kendisini geniş ve şaşalı bir yerde bulur. İşte burada, Ahmet'e âşık olan ve bu yüzden okun yönünü saptıran cin sultanın kızı güzel "Peri Banu" ile karşılaşır.
Ahmet ve Peri evlenir. Peri'nin, her yanı mücevherlerle kaplı, ayrıca sonsuz çeşitte yiyeceğin sunulduğu evinde, hizmetkâr periler ve meretler arasında, mutlu ve eğlenceli bir hayat başlar.
Bir süre sonra Ahmet, babasını ziyaret edebilmek için Peri'den izin ister ve ayda birkaç gün babasını görme imkânı bulur. Fakat, Peri Banu, kimseye kendisinden ve nerede yaşadığından söz etmemesi şartıyla bu izni verir.
Babasına bile bahsetmeyecektir. Nitekim Şehzade Ahmet, babasına bu sırdan söz edemeyeceğini söyler. Kralın kötü kalpli veziri, bir büyücü kadının Ahmet'i  gizlice izlemesi için sultanı kışkırtır. Büyücü kadın şehzadenin bir periyle yaşadığını ortaya çıkarır.
Vezir ve çevresi, Şehzade Ahmet'in peri karısı tarafından babasının tahtını almaya zorlanacağını ileri sürmektedir. Bunu denemek için sultan, oğlundan, değerli hediyeler istemeye zorlanır, oğlu da karısının yardımıyla bu paha biçilmez ve erişilmez hediyeleri ona sağlar.
Sultan son olarak oğlundan Aslan Pınarı'na gidip tüm hastalıkları iyileştiren sudan getirmesini ister. Peri Banu, Ahmet'e Aslan Pınarı'na nasıl ulaşacağını anlatır ve Ahmet bir yumak iplik, dört koyun leşi, iki hızlı at ve su için bir kap ile yola çıkar.
Kaynağın saklı olduğu kaleye girmeden önce her şeyi hesap eder. Aslanların dördünü koyun leşleriyle oyalar. Atlarla onları geçer ve kabını pınardan akan suyla doldurur. Yumağı ise dönüş yolunu bulmak için kullanır.
Sultan hâlâ tatmin olmamıştır ve şimdi de oğlundan, dev gücüne sahip küçük boyutlarda bir adam bulmasını ister. Peri Banu bu tanımlara kardeşinin uyduğunu fark eder ve onu kayınpederine yollar.
Sultan, uzun sakallı, uzun bıyıklı ama cüce cinin konukseverlik kurallarına aldırmaması karşısında dehşete düşer. Sinirlendirilen cin, Hint sultanını öldürür ve böylece sultanın Ahmet üzerindeki baskısı sona erer. Ahmet tahta yükselir ve Peri Banu da kraliçe olur.
Ve sonuç itibariyle sultan kendi kibir ve hasedine yenilir.
Tarih boyunca, iktidarı elinde bulunduranların "ben" merkezli çabalarının sonuç vermeyeceği bu masal öyküde dile getirilmekte ve sonuçta "iyi" olan kazanmaktadır.
İktidardayken kendi egosunu ve iktidarını güçlendirmek hevesinde olanların trajikomik sonları öykünün sonucunu oluşturmaktadır.
Masal öyküde de anlatıldığı gibi, sultan, kral ya da hükümdar ne kadar güçlü olursa olsun, içindeki "kuşku" kaybolmamakta ve yaşamı boyunca hep kuşkuya düşmektedir. Kuşkudan kurtulamamanın sonucunda da kendi sonunu hazırlamaktadır. Ancak görünen o ki, hasedi ve kibrinin esiri olan sultan, yanında bulundurduğu, fiziksel olarak engelli ve yetersiz, her an eğlenip keyifleneceği bir cücenin varlığına ihtiyaç duymaktadır. İstediği zaman aşağılayabileceği, vereceği bir emirle belki de yaşamı dar edeceği birinin yanında bulunmasını tercih etmektedir.
Sultan ya da kral uygulamaları ile, masal öyküde de görüldüğü gibi kimi zaman bir zorbadır. Kimi zaman dediğim dedik bir diktatördür ne yazık ki. Ancak uygulamaları ile kendi iktidarının sonunu hazırlamakta ve o sondan kaçamamaktadır.kral etrafında yaptıklarına karşı koyamayacak soytarılara; yaptığı yanlışları, yaşadığı vehimleri ve açmazları yükleyebileceği deyim yerinde ise “ günah keçilerine” ihtiyaç