28 Haziran 2014 Cumartesi

İSTANBULUN ÖTEKİ YÜZÜ- 2

İstanbul öyle kalabalık ki, evsizler parkları, köprü altlarını; seyyar satıcılar üst geçitleri ve caddeleri ele geçirmişler. Sabahın serinliğinde parklarda yürüyüşe çıkmak, banklarda sabahlayanların varlığı nedeniyle engelli koşu yapmak gibi bir şey. İlerleyen saatlerde, şehrin yolları, trafiğin yoğunluğu nedeniyle tıkanıyor.
Semt pazarlarında pazarın dağılmasına yakın sebze meyve toplayanlar, çöpleri karıştıranlar, yardım toplayanlar dikkati çekiyor. Varoşlarda zor durumda varlığını sürdürmeye çalışanların yapacakları başka bir şeyde yok. Bir şekilde hayatta kalmak zorundalar. Plansız kentleşmenin getirdiği sorunlar insanın insana saygısını yok etmiş. Ve İstanbul'un nüfusu artmaya devam ediyor. 
Trafiğin yoğunluğu sabah akşam ana arterlerin tıkanmasına neden oluyor. İstanbul'un bir ucundan diğer ucuna gitmek bir kaç saat sürebiliyor. Kırmızı ışıkta geçenlerin yanı sıra "park yapılamaz" levhasının altında park eden; üç şeritli bir yolun sağına ve soluna park eden arabalar yüzünden trafik duruyor ve yavaşlıyor. Yollar park amaçlı yapılmasa da park amaçlı kullanılır olmuş. Burada geçen zaman vatandaşın zamanından çalıyor, giden benzinin haddi hesabı yok. Sonuçta milyonlarca liralık iş ve enerji kaybı yaşanıyor.
Tüm bunlar kentlileşmemiş bir nüfusun, birlikte yaşadığı insanların yaşam hakkına saygılı olmamasının bir sonucudur.
Akşam saatlerinde çıkarılması gereken çöpler sabah saatlerinden itibaren çıkarılmaya başlıyor. Bu anlayış, sokakları atılan çöplerle kirletiyor ve şehrin uygar görüntüsünü mahalle pazarına benzetiyor. Halkın yaşadığı yerin temiz olmasına önem vermesi ve kurallara uyması gerekir. Apartman önlerine bırakılan, AVM ve diğer iş yerlerinin tanıtıcı broşürleri istenmeyen kirliliği artıran bir başka sorun. Tonlarca kağıt sokaklarda heba olup gidiyor. Çünkü vatandaş bu tür broşürlerden bıkmış, nedir ne değildir diye alıp bakan yok.Şehrin bitmemişliği hemen her semtte "kentsel dönüşüm" adı altında inşaatların devam etmesi anlamına geliyor. Ve bu nedenle İstanbulun hemen her köşesi şantiye durumunda.
Şehirlerde yaşayanların bilinçlenmesi ve günlük yaşamında bilinçli hareket etmesi lazım. Lakin bunu uygulayana rastlamak zor. Uygulamak için, şehrin yaşanabilir olmasıyla uygarlık merkezi bir yerleşme olması arasındaki farkı görmek gerekir.
İstanbula gelen kırsal kökenli vatandaşlarımız değişmeyi göze almakta ve değişmekteler. Yavaş olsa da bu gerçekleşiyor. Bu değişimin bilinçli ve örgütlü olması için yetkililere görev düşüyor.  Değişimin sürdürülebilmesi için, cadde ve sokakların fiziki yapısının, işlevsel kullanımının düzenlenmesi gerekiyor. Kural tanımazlığın önlenmesinin şehrin yaşanabilir olmasında önemli olduğu gerçeği göz ardı edilmemeli.
Unutulmamalı ki bir şehirin olumsuzlukları yanında olumlu yönleride var. İstanbulun bu yönü daha ağır basıyor.
İstanbul, ülkemizin en kalabalık, nüfus yoğunluğunun en fazla olduğu şehirlerden biri. İki kıtada geniş bir coğrafyaya yayılan şehirde bir çok ülkenin nüfusundan fazla insan yaşıyor.
Yüzyıllardır doğu ile batı arasında kültür değişiminin vazgeçilmezliğine soyunan İstanbul bugün barındırdığı milyonlarla benzer işlevine devam ediyor. Doğu ile batının harmanlandığı bir merkez konumunda. Eşsiz güzellikleriyle İstanbul Boğazı iki denizin birleştiği noktada inci bir kolye gibi uzanıyor. Şehrin silüeti gökdelenlerle değişse de, yönü ve ruhu hep aynı.
Geçmişte olduğu gibi bugün de yüz binlerce insan  İstanbulu görmek, boğazın güzelliklerini seyretmek, ticaret yapmak için geliyor. Şehir iyi bir pazar konumunda. Bankaları ve finans merkezleri ile ekonominin can damarı. Bu nedenle İstanbulun cazibesi gittikçe artıyor, bu cazibeye kapılanlar da bir daha ayrılamıyor. 

27 Haziran 2014 Cuma

İSTANBULUN ÖTEKİ YÜZÜ - 1

Apartman blokları arasında esen sert rüzgâr denizin öyküsünü anlatır. Balıkçı tekneleri ve yosunun öyküsüdür anlatılan. Rüzgârla birlikte dolaşır sokakları. Sonra uçar gider başka diyarlara yeni öyküler anlatmak için.
Günün en büyülü anlarını kime sorsan sabah ve akşam serinliği olduğunu söyler.  Güneşin yumuşamış, yakıcı olmayan son ışıkları bir yandan eğreti apartmanları yıkarken diğer yandan da mahalle sakinlerini sokaklara davet eder.
Günün altın ışıklarının büyüleyici etkisini beklemeden sabahın erken saatlerinde parkları, nefes alınacak yeşil alanları doldurur yüzleri sert, elleri nasırlı insanlar. Serinleyip yorgunluklarını atacakları başka yerde yoktur zaten. Bir döngüdür bu, bir devinim değişmez.
İstanbul adeta bir yaban arısı kovanını andırıyor. Havanın sıcak olduğu günlerde caddelere, meydanlara, cafelere, AVM’lere insan selleri akıyor. Birbirine yaslanmış apartman aralarında kendilerine oyun alanı olarak dar sokakları seçmiş çocuklar. Oynayacakları bir yer yok, var olan yerlere de arabalar park etmiş. Meydana gelecek bir depremde insanların toplanacakları geniş alanları bulmak  olanaksız.
Caddeleri dolduran insanlarla konuşmanın manası yok. İnsanlar stres içinde. Çöp toplayanlar, dilenenler, Suriye’den gelenler her yerde.
Suriyelilerin çalışıp para kazanacakları bir iş bulmaları zor olduğundan aç kalmamak için çareyi dilenmekte bulmuşlar. Yaşlısı genci, erkeği kadınıyla dileniyorlar. Savaşın mağdur ettiği bu insanların dilenmekten başka çareleri de yok. İnsan bunların hangi birine yardım edeceğini bilemiyor. Aç kalmamak için hergün dilenmek zorundalar.
Apartmanların dükkan amaçlı yapılmış alt katlarında bulunan tek göz odalarda çoluk çocuk hep bir arada yaşamaya çalışıyorlar. Savaşın öldürücü darbesinde yok olup gitmektense buna çoktan razılar. Etrafımız bu şekilde yaşamaya çalışan Suriyelilerle dolu. Bu durum gösteriyor ki bir toplumun huzur içinde yaşaması halkın varlığını devam ettirebilmesi için çok önemli.
Allah kimseyi zor duruma düşürmesin. Yerinden yurdundan etmesin. Kurulu düzenleri savaş nedeniyle alt üst olan bu insanlar zor şartlarda hayatta kalmaya çalışıyorlar. Kısacası İstanbul’da yaşamak kolay değil.
Son günlerde Irakta IŞİD terör örgütü militanlarının yaptığı katliamlar düşünüldüğünde insan insanlığından utanıyor. Bu nasıl bir insanlık anlayışı nasıl bir inanç anlayışıdır ki savunmasız siviller acımasızca katlediliyor. Yaşanan kaos ortamını, insanların katledilmesini, yerlerinden yurtlarından edilmesini görünce bir arada sorunsuzca yaşamanın ne denli önemli olduğu bir kez daha anlaşılıyor.
Kardeşlik ve adalet duygusunu kaybetmeden, kutuplaşmaya meydan vermeden bir arada sorunsuzca yaşamanın önemini anlamamız gerekiyor.
Diğer yandan cadde boyunca sıralanmış seyyar manavlar kamyonetlerine yükledikleri karpuzları  "çığırtkan sesleriyle" satmaya çalışıyorlar..
Sokaklar, caddeler seyyar satıcılarla dolu. Hediyelik eşyanın yanı sıra her türlü malzemeyi satmaya çalışanlar kaldırımları işgal etmiş durumda. Bu nedenle insanlar kaldırımlarda rahatça yürümekte zorlanıyor. Afrika kökenli insanların köşe başlarında gün boyu seyyar satıcılık yapmalarına semt sakinleri çoktan alışmış. Kısacası insanlar para kazanmanın derdinde.
Sabah ve akşamları iş çıkışı insan selinden oluşan bir ordu beklenmedik bir şekilde ana arterlere yayılıyor. Her yer hınca hınç insan dolu. Sükûnet içinde yalnız kalacağınız bir yer bulamazsınız.  
Paranın geçim aracı olduğu bir dünyanın kurbanı olanlar, ikiyüzlü modernitenin kıskacında hastalıklı bir anlayışın tanığıdırlar artık. Zamanlarını “serseri mayınlar” misali şehrin sokaklarını amaçsızca dolaşarak, çığırtkan sokak satıcılarının, simit ve piyango satıcılarının hareketlendirdiği meydanlarda ve parklarda geçiriyorlar.
Kalabalığı kendine çeken parkların etrafında, birbirine dolanmış salkımsöğütlerin üzerine konmuş, gizemli, rengârenk kuşlar görünüyor. Martılar, kırlangıçlar denizin ritüelini anlatıyorlar çığlıklarıyla. 

22 Haziran 2014 Pazar

KARALILIKLA UMUTSUZLUK ARASINDA

Konuşmalar karşısında sessiz kalmış, sadece dinlemiştim. Soğuk bir sabahtı, dışarıda hafif bir kırağı göze çarpıyordu. Bir süre sonra güneş etkisini artırırken, gri bulutlar dağılmaya, hava açılmaya başladı. Kafeteryayı mesken tutmuş olanlar da birer ikişer dışarıya çıktılar. Kimisi elinde valizle, kimisi elleri ceplerinde gidecekleri yere aceleyle yürüyordu. Öğretmenevinin açılması için bir süre bekledikten sonra, soğuk havanın eşliğinde tarif edilen yere doğru yürüdüm.
Şehirde ilk dikkatimi çeken şey yolların tenhalığıydı. Parklar ve bir şekilde yapılaşmadan nasibini almamış, tek tük ağacın bulunduğu geniş alanlar sessizdi. Bozkırın ortasında tüm görkemiyle ovaya yayılan şehir, kükremeye hazır bulutların, serin vadilerin ve bulunduğu yerin çehresine bürünmüştü. Binalar yaşlı olsa da tarihi şehir dokusu korunmuştu. Evler dalga yemiş gibi yana, arkaya, öne yaslanmıştı. Merkezde tarihi binalar dizilirken uzaklarda daha yeni binalar yükseliyordu. Yollar geniş ve ferahtı. Adımlarımı sıklaştırarak nispeten kalabalık caddeye geldim. Burası kalabalığın günün her saatinde görüldüğü merkezi yer olmalıydı.
Etrafıma bakınarak tabelaları okuyor, şehri tanımaya çalışıyordum. Bazen de birilerine beni asıl hedefime götürecek öğretmenevinin yolunu soruyordum.
İşine gitmenin telaşı ile acele eden insanlar cadde ve sokakları az da olsa hareketlendirmişti. Bu saatte yola çıkanların bir kısmı işine, bir kısmı ya hastaneye ya da otobüs garajına gidiyor olmalıydı.
Bir kısmı da iş bulma umuduyla işsizlik kahvelerine doğru yürüyordu ihtimal. Çünkü serseri mayın gibi yürüyenler kendini belli ediyordu. Yoksa sabahın ayazında vitrinleri seyretmenin başka bir anlamı olabilir miydi?
Ayazı iliklerine kadar hissedenlerin kimisi düşünceli kimisi güler yüzlüydü. Kimisi tek başına elleri paltosunun cebinde, kimisi yanında bir arkadaşı ile sohbet ederek yürüyordu. Bir kısmının da suratı asıktı. Sabah ayazı mıydı insanların asık suratlı olmasına neden olan yoksa yaşam gailesi mi? İşi ve geliri iyi olanların asık suratlı olanını göremezsiniz. İnsanların iç sıkıntısı ister istemez yüzlerine yansır. Sıkıntılı olanlar ya işini kaybetmiştir ya da işsizdir.
Kararlılıkla umutsuzluk arasında lirik bir noktada duruyor çoğunluğu. Bir kısmı huzur, diğer kısmı kaybetmişlik içinde olsa da onların metanetinde bozkırın güzelliklerini ve kasvetli yüreğini görebiliyorum. Gerçeküstü bir çarpıklık duygusu yaşatıyorlar insana.
Evine bir paket makarna bir ekmek götürmenin telaşında olan işsiz ve yoksulların yüzü gülebilir mi? Gülmek zordur onlar için. Çünkü yoksulluk zorluktur, açlıklıktır, çocuğuna harçlık verememektir, tabanı delik ayakkabı ile yürümek demektir.

Yoksul mahallelerin yoksul insanları velev ki iş buldular. Geçici bir işte çalışanlar ile kahve köşelerini mesken tutanların yüzü gülebilir mi? Üç beş gün bulduğu işte çalışan bir insan çalıştığı iş bittiğinde ya yeni bir iş bulacak ya da işsizlik kahvelerinde çile dolduracaktı. İnsanlar sabah ayazında, yaşamın devamı için yapması gereken ne ise onu yapmak için yola çıkmışlardı.  

19 Haziran 2014 Perşembe

NASILSA ALIŞIRLAR!



CHP ve MHP Genel Başkanları Kılıçdaroğlu ve Bahçeli, ortak cumhurbaşkanı adayı olarak adını kamuoyunun pek duymadığı Ekmeleddin İhsanoğlu'nu gösterdi. İki partinin ortak adayı olduğu açıklandığında “kimdir bu Ekmeleddin İhsanoğlu" sorusu bir anda zihinlerde yer etti. El Ezher Üniversitesinde yüksek lisansını yapmıştı, uzun süre İslam İşbirliği Teşkilatı'nın Genel Sekreterliği görevinde bulunmuştu Mısır ve darbe konusunda  Başbakan Erdoğan'la ters düştüğünü de okumuştum.
Babası İhsan Efendi’nin ilk ve Ortaokuldan sonra bir süre Yozgat’ta “Mekteb-i Sultani” de ve medreselerde okuduğu Cumhuriyetin ilanından bir yıl sonra da Mısır’a gittiği ve “müderris” olarak görev yaptığı yazılıp çiziliyor.
İhsanoğlu'nun "Çatı aday" olarak adı açıklandığında CHP milletvekilleri ve halk arasında tepkiyle karşılandı. Yapılan itirazların ortak noktası İhsanoğlu'nun yetişme ortamı ile doku uyuşmazlığı olduğu yönündeydi.
Kılıçdaroğlu ise yaptığı grup konuşmasında İhsanoğlu'nun "bozkırın tezenesi" olduğunu söyledi.
Hulki Cevizoğlu'da "madem uluslararası bir kişiliği var o halde bozkırın tezenesi olamaz" diye itirazda bulundu.
Bu tartışmalar mutlaka olacaktır. Çünkü İhsanoğlu'nun adaylığının yerinde olduğunu söyleyenlerin yanı sıra karşı çıkanlarda var.
İhsanoğlu kamuoyu ve seçmen tarafından tanınmayan biri.
Demokrasi konusunda, insan hakları konusunda, hukukun üstünlüğü konusunda birtakım genel doğrular dışında ne düşünür?
Misal bir kaç örnek verecek olursak; Türkiye ekonomisi, asker ve siyaset, Avrupa Birliği'ne üye olma, batı ve doğuda Türkiye'nin yeri, farklı inançlara yaklaşımı, Gezi Parkı ile başlayan olaylar, İstanbul'da yapılmakta olan ve yüz binlerce ağacın kesilmesine neden olan üçüncü köprü ve üçüncü havaalanı, HES'ler, İşçi hakları, her yıl yüzlerce işçinin kazalarda yaşamını kaybetmesi, Asgari ücret konusu vs.
Bu ve benzeri sorunlar hakkında ne düşünür ne der bilinmemektedir.
12 Haziran 2011 Genel Seçimleri sonrasında  oyumu verdiğim partinin benimsemediğim politikaları sonrasında şunları yazmışım.
"Sabahla birlikte güneş ışığı içeri sızıyordu. Bir yandan açık pencereden evin içine dolan bahar kokusu, diğer yandan göğsümün sol yanında amansız bir sızı. Dalgaların kayalarda patlamasına benzer umarsız bir ağrı.
Bilgisayarın başında uyuyakalmışım. Uyandığımda sırtımda bir ürperti. Belli ki üşütmüş gece ayazı. Geceleri hala soğuk ve ayaz. Uyuşan ayaklarımı uzattım açılsınlar diye. Ne zormuş. Tekrar uyuştular. Ardından vücudumun bütün ağırlığını ayaklarıma yükledim. Bir kaç dakika sonra uyuşukluk hissi kalmadı. Pencerenin kenarına geldim. Perdeyi hafifçe araladım. Serçelerde bir sevinç bir sevinç ki, gülümsedim.
.....
Hani siz arkadaşınızı satmazdınız! Hani arkadaşlarımız yoksa biz de yokuz demiştiniz! Hani siz diğerlerine "diz çökerteceğiz" diyordunuz!
 "Tükürdüklerini yalayacaklar" dendiğinde söyleneni kabul etmiyordunuz!
Siz bir yol tuturmuşsunuz. Sonu baştan belli. İlkesiz bir yol.
Siz bir hikâye anlatıyorsunuz. Anlattıklarınıza kendiniz dışında inanan yok.
Bırakın, boş verin şafağın derinliğini, mavinin hüznünü!
Anlayamazsınız bir çocuğun gülümsemesini, yaprağın kımıldamasını, yarınlarda umut olduğunu...
Siz avunmaya devam edin!
Dalları, yaprakları kurumuş kiraz ağacı, kayın ağacı belki sizi anlar!
Düş kurmaya devam edin siz. Tek başınıza yürümeye devam edin.
Aydınlanma ve çağdaşlaşmaya umut bağlayanlar sizinle doğaldır ki yola çıkmaz."
Gelinen noktada hala bir adım ileriye gidemedikleri anlaşılıyor. Hala halktan kopuk, kapalı kapılar ardında karar alıyorlar.
"Nasılsa alışırlar!" söylemi ile avunuyorlar.


6 Haziran 2014 Cuma

ÇOCUKLAR AĞLAMASIN


Namık Kemal'in "İntibah" romanı "son pişmanlık fayda etmez" cümlesi ile biter. İnsan yaşamının her evresinde varlığını sürdürmek için mücadele eder. Bu mücadele de istenmeyen zorluklarla karşılaşır. Yanlış verilen kararlar hayatı çekilmez kılarken, doğru zamanda doğru verilen kararlar yaşanacak acıları ortadan kaldırır.
Yazar arkadaşlarımdan Hanife Hanım'ın "Son Pişmanlık Fayda Etmez" öyküsünü okuyunca insanların içinde bulundukları çıkmazları bir kez daha düşündüm. Öyküde mutlu bir evlilik sonrasında çeşitli nedenlerle Hasan ve eşi Zeynep'in ayrılmaları sonrasında küçük kızları Elif'in dedesi ve babaannesinin yanında yaşamaya mahkum kalmasının, ana ve baba sevgisinden, özleminden uzak bir yaşam sürmesinin küçük kızı nasıl hırpaladığı görülüyor.
Zeynep eşi Hasan'dan ayrıldıktan sonra yaşadığı derin travma sonucu akıl hastanesine yatıyor. Yaşananları tek bir cümle ile anlatacak olursak tam bir aile faciası denebilir. Diğer çocukları Mustafa ve Savaş'ı kara toprağa vermeleri ailenin yaşadığı en büyük acıdır. İhtimaldir ki Zeynep'in akıl hastanesine yatmasında yaşanan bu olayların payı büyüktür.
Yazarımız bu öyküsü ile Anadolu'nun kadim topraklarında yüzyıllardır yaşanan benzer acılara dikkat çekiyor aslında.
Anadolu insanı çeşitli bölgelerde benzer aile acılarını yaşamakta. Küçük yaşta kız çocuklarının kendilerinden yaşça büyük babası yerinde insanlarla para karşılığı evlendirilmeleri "çocuk gelinler" gerçeğini sıklıkla gündeme getirir.
Berdel uygulaması, görücü usulü evliliklerin yaygın olması, gençlerin birbirlerini tanımadan aile büyüklerinin kararı ile evlendirilmeleri günümüz yaşam tarzına ve anlayışına uymayan davranışlardır.
Basın ve yayın organlarında benzeri olayların yaşanması sonucu işlenen kadın cinayetlerini okuyoruz. Aile Meclisi kararı ile öldürülen kadınları, dövülen, kaburgası kırılan, yüzü morartılan kadınları görüyoruz. Sığınma evlerine sığınmak zorunda kalan çaresiz kadınları görüyoruz. Eşine şiddet uygulayan, eşini, çocuklarını katleden insanları görüyoruz.
Tüm bu yaşananları "cehalet"in tavan yapması olarak değerlendirmek yanlış olmasa gerek. Okumayan, okuduğunu anlayamayan, düşünemeyen, sorgulayamayan, neyin yanlış neyin doğru olduğunu göremeyen insanların şiddete yönelmeleri, feodal ilişkileri devam ettirmek istemeleri şaşırtıcı değil.
Evlendikten sonra kendi yuvasına karşı sorumluluğunu yerine getirirken diğerlerinin düşünceleri ile hareket eden bir insanın Hasan'ın durumuna düşmesi kaçınılmazdır. Yaşanan acılardan sonra teselliyi içki de araması sonucu değiştirmeyecektir. O acı bir gölge gibi kendini takip edecektir. Vicdan azabından kurtulamayacaktır. Ne kendisi, ne Zeynep ne de küçük Elif'in yaşamı eskisi gibi olmayacaktır.
Sayın yazarın dediği gibi "Hayat hata kabul etmez. Verilen yanlış kararlar..." uygulandığında geri dönüşü yoktur. "Doğru zamanda verilen kararlar kişileri mutlu ederken, bencilce... verilmiş kararlar... mutsuzluğa mahkum eder" cümlesi de bir gerçeğin altını çizmektedir.
Kaldı ki çocuğun zekâ ve kişilik gelişiminin temelinde anne ve babanın davranışları vardır. Aile büyüklerinin verecekleri kararlar çocuğun gelişiminde önemli bir etkendir. Dağılmış bir ailenin çocuğu ya kişiliğini tam geliştiremeyecektir ya da köprü altlarında, sokaklarda kendini bulacaktır. Sokaklar bunun örnekleri ile doludur.
İnsanoğlu var oldukça, yanlışta direndikçe, kendi düşüncesi ve anlayışını bir kenara bırakıp diğerlerinin düşünce ve anlayışı ile aile sorunlarına çözüm aradıkça, ailede sorunlar her zaman var olacak, önem taşıyacaktır.
Hasan'ın "pişmanlığı" tek taraflıdır. Bu yaklaşımla sonuca ulaşmak güçtür, olanaksızdır. Ne anne, ne baba, ne çocuk tek başına vereceği kararlarla mucize yaratamaz. Çünkü aile bir bütündür. Bütünlüğü bozulmuş bir ailede bireylerin tek başına aldığı/alacağı kararlar etkisizdir. istenen sonuca ulaşamaz.
Bu bağlamda evlilik kurumunu devam ettirmek için aile bireylerinin birbirlerine destek olmaları gerekir.
Evlenmek sanıldığı gibi kolay görünse de sürdürülmesi önem taşır. Sürdürülemeyen bir evliliğin hüsrana uğraması hem anne baba için hem de çocuklar için bir yıkımdır. Gerçekten "mutlu" bir evlilik sürdürmek isteyenlerin evlilik öncesi birbirlerini tanımaları gerekir. İster köyde ister kentte olsun hiç fark etmez.



1 Haziran 2014 Pazar

BABA NEDEN DURUYORUZ !


Aydın Germencik'e yapılan tayinim sonrasında acı ve göz yaşını beraberinde getirecek olan iki önemli olay olmuştu. Hatta bunu üçe de çıkarmalıyım.
1999 17 Ağustosunda tayinimin çıktığı Germencik'e gitmek için eşim ve çocuklarımla birlikte kendi kullandığım arabayla sabaha karşı yola çıktım. Sabah serinliğinde bir süre yol aldıktan sonra radyoyu açtım. Eşim ön koltukta yanımda oturuyordu. Yaşları henüz küçük olan kızım ve oğlumda arabanın arka koltuğunda uyuyorlardı. Radyoda spiker donuk bir ses tonuyla haberleri okuyordu. Bir ara Gölcük'te şiddetli bir depremin meydana geldiğini ve çok sayıda binanın yıkılması sonucu ölü ve yaralıların olduğu haberi geçildi.
Haberi duyduğumda otomobili kenara çekmiş uzun süre yola devam edememiştim. Uyanan çocukların "baba neden duruyoruz?" sorusunu cevapsız bırakmıştım. O yaştaki çocuklara yaşanan felaketi nasıl anlatabilirdim ki? Hem anlatsam da anlayabilirler miydi? İnsanın o anda eli kolu tutmaz oluyor. Yaşanan acıyı kendi yüreğinde hissediyor. Nitekim 17 bine yakın vatandaşımız bu doğa olayı sonucu yaşamını kaybetmişti. Kimileri olayın nedenini dini açıdan ele alsalar da (Soma maden kazasını "laikliğe" bağlayanların olması gibi!) aslında yıkımın nedeni depreme dayanıklı binaların olmamasıydı.
İkinci olayda takvimler 22 Temmuz 2004 tarihini gösteriyordu. İstanbul'dan gelen kayınpederle yeni aldığım uydu alıcısından haberleri izliyorduk. Flaş haber olarak  Haydarpaşa- Ankara seferini yapan "hızlandırılmış tren"in  Sakarya'nın Pamukova ilçesi [Mekece istasyonunu geçtikten sonra 80 km/saat  hız limiti ile girmesi gereken dönemece 132 km/saat hızla girmiş uygun olmayan alt yapı nedeni ile raydan çıkmış, 230 yolcudan 41'i yaşamını kaybetmiş, 80'i de yaralanmıştı.] civarında raydan çıktığı, çok sayıda ölü ve yaralının olduğu veriliyordu. Haberi görüntülerle birlikte izlerken yüreğimin burkulduğunu, yutkunmakta zorluk çektiğimi hatırlıyorum.
Üçüncü olay ise iki ağır ameliyat geçirmem sonucu çektiğim onca acı ve sıkıntıydı. Yaşamımın o devresine bu üç olay damgasını vurmuştu. Hayat acımasızdı. Bazen önlem almamanın acısını yaşıyorduk, bazen de elimizde olmayan nedenlerle acı yaşıyorduk.
Sakarya'da meydana gelen tren kazası sonrasında dava açılmış, açılan dava makul sürede sonuçlanmayınca 7 Şubat 2012 tarihinde Sakarya 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nin almış olduğu kararla "zamanaşımı"na uğramıştı.
Yargıtay 12. Dairesi ise "zamanaşımı" kararını hukuka aykırı bularak bozdu. Önceki günkü gazetelerde haber olarak yer alıyordu bozma kararı. Bozma gerekçesinde kaza "kadere" bağlanmıyor, işin "fıtratında" bu var denmiyordu. Kazanın nedeni olarak "hızlandırılmış tren uygulamasına geçilmesine karşın hız artırımı sonucu üstyapıda oluşabilecek olumsuzluklara karşı, yeterli bakım, onarım ve denetim yapmadığı ve hız kontrolünü yalnızca makinistlerin dikkatine bıraktığı" belirtiliyor ve  TCDD'nin 8'de 4 oranında kusurlu olduğu vurgulanıyordu.

Gerekçeli kararda ise "bilgisayar destekli otomatik ya da yarı otomatik ilave tedbirlerle sistemin donatılması gerekirken" yeterli alt yapının olmaması ve gerekli önlemlerin alınmaması  nedeniyle kazanın meydana geldiği belirtiliyordu. Ölen insanları geri getirmenin olanağı yok elbette. Lakin bu tür trajik kazaların önüne geçilmesi elimizde. Yaşamını kaybedenlerin, geride bıraktığı yakınlarının acısını bir nebze de olsa gidermek için bu gerekli. Yaşanan kazalarda ders almamız lazım. Önlem almamız lazım. İnsan hayatı bu denli ucuz olmamalı.

Nitekim, Soma'da (13 Mayıs 2014) meydana gelen maden kazasında 301 madencinin yaşamını kaybetmesi sonucu "bunlar sürekli olan şeyler, bu işin fıtratında bu var. Bu tür kazalar bu mesleğin kaderinde var" söylemi ile yaşananları  "kader" olarak kabul etmek yerine madende gerekli önlemlerin alınması gerekmez mi?
17 Mayıs 2010 tarihinde Zonguldak'ta "grizu" patlaması sonucu 30 işçinin yaşamını kaybetmesi sonrasında dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer "madencilerimizin bedeninde herhangi bir yanık yoktu güzel öldüler" sözlerini sarf etmiş ve kamuoyundan büyük tepki almıştı. Dinçer'in sözleri " bunlar sürekli olan şeyler, bu işin fıtratında bu var" anlayışına uymuyor mu?
Yaşanan kazalarda kaç ananın, kaç babanın, kaç çocuğun, kaç kadının yüreğine ateş düştü, hayatları darmadağın oldu? Kaç çocuk yetim kaldı, kaç kadın eşinin yokluğunda hem ana hem baba olup çocuklarını yetiştirmeye çalıştı? Sayısını bilen var mı? Kazaları, ölümleri "kader" diyerek, "bu işin fıtratında bu var" diyerek kabullenebilir miyiz? Kazaların önlenmesi için gerekli tedbirleri almak çok mu zor?
Şöyle bir bakın yaşananlara, acılar denizine. Ölenlerin umutlarına ne oldu? Kalanların umutları eskisi gibi mi devam edecek?
Yeterli koruyucu önlem alınmadığı sürece bu tür kazalar gelecekte de yaşanacak. Bir istatistiğe göre ülkemizde her gün 4 işçi yaşamını kaybetmekte. Bu da yılda 1500'e yakın işçinin hayatını kaybetmesi anlamına geliyor.
Daha bir dikkatli olmamız gerekiyor. Çünkü, çeşitli iş kollarında yaşanan ölümlü kazaların ve yaralanmaların önüne geçilmesi insan hayatı açısından önemlidir.