26 Ocak 2015 Pazartesi

İLETİŞİM

Zamanın yıpratıcılığı eskisinden daha fazla. Elektronik haberleşme araçlarının hızı da. Ülkenin ve dünyanın sorunları da eskisi gibi değil. Elbette sorunları yerinde görüp öğrenmek, yöre insanıyla tanışıp görüşmek, coğrafyasını solumak önemli. Çeşitli coğrafyalarda yüzyılların imbiğinden süzülüp gelmiş kadim kültürleri gelecek yüz yıllara bırakmak için gezip görmek, sahip çıkmak lazım. Halkların sorunsuzca bir arada kardeşçe yaşaması geçmişe ve geleceğe sahip çıkmasıyla mümkün.
Her yüz yılın kendine özgü sorunları her daim olmuştur. 1915 yılında Sarıkamış Harekâtında kaybedilen on binlerce askerin akıbeti Enver Paşa tarafından halka söylenmemişti misal. Birinci ve ikinci dünya savaşlarında yaşanan bilinmezlikler. Sömürge yöntemleri ile ekonomisini ayakta tutmaya çalışan ülkelerin sömürgeleştirdiği yoksul ülkelerde yaptıkları. Sibirya'nın soğuğunda sürgünde olanlar ile Afrika'nın sıcağında altın madenlerinde can verenlerin dramı. Hitler'in gaz odalarında ya da Şilili diktatör Pinochet'in işkencelerinde yaşamını yitirenler. O kadar çok ki. Hangisini sayacaksın. İhtimaldir ki benzeri onlarca yaşanmış gerçekleri halk ya öğrenememiş ya da çok geç öğrenmişti.
İnsan zekası haber almanın üstesinden geldi. Önce gazete sonra radyo yayınları başladı. Gerçi ilk etapta herkesin radyosu yoktu. Radyo haberlerini dinlemek için köy odasında toplanılırdı. O yıllarda bugünkü gibi hızlı haber alma olanağı olmadığı için, ülkelerin sorunları vatandaşları tarafından ya sonradan öğrenilirdi ya da hiç bilinmezdi. Kırsalda radyo haberlerinin alternatifi de yoktu.
 21.Yüzyılın ilk çeyreğinde gelişen teknoloji ile dünyanın uzak coğrafyalarında meydana gelen olaylar anında öğrenilmekte. Yaşanan çatışma ve kaos ortamının yarattığı belirsizlik sonucu yüzlerce yıldır yaşadığı toprakları bırakıp belirsizliğe sürüklenen insanların dramı da. Güvenli bölgelere iltica edip sığınmak isteyen insanlar bindirildikleri derme çatma kosterlerin batması sonucu çoluk çocuk yaşamını yitirmekte. Yaşananlar Afrika'dan Amerika kıtasına zorla götürülen kara derili insanların dramını hatırlatmakta.
Kapitalist sistemin önceliği insan değil paradır. Enerji ve  maden kaynaklarıdır. Kendi çıkarı için emperyalist ülkeler diğerlerini yok sayarlar. Bölüp yönetmekte ustadırlar. Bugün Ortadoğu bataklığında yaşananların emperyalist ülkelerle ilişkilendirilmesi, bölgenin sahip olduğu enerji kaynakları ile açıklanabilir. Bölge ülkelerinde her dönemde bir Arabistanlı Lawrens olmuştur.
Aydınlığa, sanata, kültüre, uygarlığa susamış,  silahların gölgesinde giderek yoksullaşanların; talancı, yalancı, soyguncu, baskıcı, acımasız yönetimlerin elinde ne hale gelebileceğinin görüntüleri ekranlarda.
Bugün yaşanan sorunlar dün yok muydu? Elbette vardı. Belki daha da ağırı vardı. Savaşların uzun yıllar sürmesinin yanı sıra; tedavi edilememesi sonucu cüzzam, veba, çiçek gibi hastalıkların pençesinde can veren yüz binlerce insanın varlığı düşünüldüğünde her dönemde sıkıntı yaşandığı görülmektedir. Lakin o yıllarda bugünkü gibi iletişim araçlarının yaygın ve hızlı olmaması ya da hiç olmaması nedeni ile başka  topraklarda meydana gelen olayları uzun süre duymak, bilmek olanaksızdı.
İletişimin bu denli yaygın olması yoksullaşan, çaresizliğin pençesinde kıvranan insanları bilinçlendirmekte, sorunlarına sahip çıkmasına vesile olmakta mıdır? Akıtılan kanları,  kirli çıkar ilişkilerini, rantı, soygunu, terör olaylarının nedenlerini; bataklıkta debelenenlerin yüz yıllar öncesinde kaldığını düşündüğümüz yöntemlerle insanları boğazlamasını, katletmesini sorgulanmakta mıdır bilinmez.
Bilinen bir gerçek var ise o da vahşet ve güç göstergesinin savunmasız insanların sırtında boza pişirmeye devam ettiğidir.

22 Ocak 2015 Perşembe

URFA ÇARŞISI


Urfa'nın kalbinin attığı yerlerden olan çarşı; sokakların, meydanların, han ve dükkânların, kapılar ve dar geçitlerle bağlandığı cıvıl cıvıl bir kopleks. Çeşitli meslek dalları için tasarlanmış bir yapı. Tarihi 15. ve 16. yüzyıllara kadar uzanır. Kumaşların, yiyeceklerin, keçe işlerinin, bakır ve ağaç işlerinin sıralandığı Urfa çarşısı güvercin yetiştiricilerinin de buluşma noktası.
Bakırcılar Çarşısı, Bedesten Çarşısı, Sipahi Çarşısı, Kazzaz Han, Gümrük Han çarşıda görülecek mekanlardır. Bunlardan Gümrük Han, Urfa'nın Haşimiye Meydanı yakınında yer alır.

20 Ocak 2015 Salı

GELECEK VE İNSANLIK İÇİN


Yaşadığımız tüm zorluklara, geçirdiğimiz uykusuz gecelere, suskunluklara, kırgınlıklara rağmen hâlâ ayaktayız. Yaşanmışlıklara, kapıların bir bir kapanmasına inat; dar sokaklara, geniş alanlara ve caddelere uzanan bir yolculuk aslında bizimkisi. Garip bir içgüdü ile devam eden.
Susmak ve sinmek genlerimize işlemiş. Gerçek olmayanı, yalanı dolanı kabullenmekte. Bir hengâmedir gidiyor, sislerin ve dumanların arasından, parmakları metale yapıştıran kör karanlık, rant elde etme, girişimcilik, tüketim alışkanlıkları, kalkınma çabaları, kırdan kente göç. Paranın erdemi yok etmesi, işçiyi titretmesi sanayileşmenin ve modernleşmenin felsefileşmesi insan haklarını yok sayarak.

Sabah gün doğarken çıkıp gece yarılarına kadar büyük bir azimle çalışmalar, mücadeleler. En azından bir lokma ekmek için, muhtaç olmamak için. Gelecek ve insanlık için. Gerçekçi olmak lazım her daim her yerde. Vicdanlar körelmemeli. Akıl ve aydınlık yol göstermeli, hayatı sorgulamalı insan. Köylüyü, şehirliyi, cam ve çelik karışımı ucubeleri, gecekonduları, varoşları, sanatı ve sanatçıyı iyi tanımalı. Sorunlara kafa yormalı insan. Aydınlatmalı madenciyi, balıkçıyı, marabayı, köylüyü dilinin döndüğünce.


 Geçmişi unutmamalı insan. Yük teknelerini, kağnı gıcırtılarını, ince çarıklı, çoğu zaman yalınayak kadınları, “İstiklâl Yolu”nda bebesini karakışa kurban verenleri. Ege’de Çete Ayşe’yi, Gökçen Efe’yi, Şehit Cafer’i, Erzurum’da Nene Hatun’u, Kastamonu’da Şerife Bacıyı, Kara Fatmaları ve daha nicelerini. Yolu izi olmayan coğrafyaları, ağa baskısında yorulanları, üç kuruş için canından olanları, rantçıyı, üçkağıtçıyı, feodal kalıntıları. 
İnsanlık acı çekmekte. Savaşlarda, kırgınlıklarda, ötekileştirmelerde, öfkede. Oysaki savaşın kazananı olmaz. Ne öfkenin, ne kırgınlığın ne de ötekileştirmenin kimseye bir faydası 
yok. Kırıp dökmenin, yakıp yıkmanın, yok etmenin kime ne faydası var? İnsanın içinde barışa yol olmalı, umut olmalı. En kötü barış bile savaşlardan, kırgınlıklardan, öfkeden iyidir. Öfke ve kin, kendi iç savaşını yapar insanda. Mantığı yok sayar, uzaklaştırır.
Hepimiz aynaya bakmasını öğrenmeliyiz. Büyük aynanın içindekileri görmeliyiz ve gördüklerimizi doğru yorumlamalıyız. Yaşama dair her şeyi sağlıklı bir şekilde irdelemeli, dünyanın farklı bölgelerinde insana dair hakların ne durumda olduğuna ilişkin saptamaları doğru okumalıyız. Afrika’da, Asya’da, Latin Amerika’da ya da dünyanın herhangi bir yerinde yoksullukla, savaşla gelen hak ihlâllerini somut bir biçimde ortaya koymalıyız.
Mutluluk  ve yaşamın herkesin hakkı olduğuna belleklerimizde yer vermeliyiz.


19 Ocak 2015 Pazartesi

BOZKIRDA YAŞAM!


Zamanın yıpratıcılığında yol çizgileri akıp giderken otobüsün camına yaslanıp etrafı seyrettim. İnsan nereye baksa uçsuz bucaksız bir ova ile karşılaşıyor. Yerleşim alanları çevresi hariç koca ova bir tek ağaca hasret. Göz alabildiğine uzanan bozkır gözlerimi kamaştırıyor. Dağ yamaçlarını zarif bir hatla ovayla birleştiren kırılgan bir ortam. Kimi yerde suyun ve toprağın kimi yerde doğanın ve insanın kaynaştığı, farklı yaşama ortamlarının bir arada bulunduğu uçsuz bucaksız bir düzlük. Dağların dorukları, vadileri, sert granit kayalar uzaktan ovaya bekçilik yapıyor. Yüzlerce kilometrelik mesafeler, binlerce metrelik yükseklik farkları dağları ovadan ayırıyor. Ekosisteme uyum sağlamış pek çok kuş türü zarif kanat çırpışlarıyla havada süzülüyor. Şarkılarda, türkülerde, elişlerindeki motiflerde yer almakta bu kadim topraklar. Bozkırın şekillendirdiği özel bir coğrafyayla baş başa kaldığımı hissediyorum. Dağ eteklerine uzanan tarlalarda sığır ve koyun çobanlarından başka kimse yok. Irgatlık çoktan bitmiş. Geniş ova hayvanların rahatça dolaştığı bir alana dönüşmüş. Sığır ve koyun sürüleri yazdan kalan son otları kemiriyor. Çobanlar ve çoban köpekleri sürülerin etrafında akşam olmasını bekliyor. Dışarıda hava ayaz, su donma noktasına yakın. Kuytularda donmuş toprak kırağı kaplı. Gökyüzü kızıldan, çivit mavisine bir dinginlikte.  Sonsuzluk hissi veren ovadan etkilenmemek elde değil.

18 Ocak 2015 Pazar

ZORLU YAŞAMLAR!

Uzun yıllar önceydi. Durmak bilmeyen rüzgar kış kokuyordu. Dışarıda yere göğe beyaz gelinliğini giydiren kar yağıyordu. Aşağıdaki ağıllarda yalaklarda suların üzeri ince bir buz tabakası ile örtülmüştü.
Karların örttüğü gri tarlalar ürkütücü bir beyazlıkla kaplıydı. Gün batımının renklerini bürünmüş bulutlar ve söğüt ağaçları kabus gibi çöken gecenin ayazına hazırlanıyordu.
Kozmik gökyüzü, soğuk bir kış günü sırtımızı rüzgara verip ısınmak için atlar gibi ayaklarımızı yere vurup soluk alış verişimizi izliyordu.
Tekmil canlı buz tutmuştu.
Sular buz tutmuştu.
Güneş buz tutmuştu.
Yaşam uçsuz bucaksız bir beyazlığın içinde kaybolmuştu.
Arazi arazi olmaktan çıkmıştı.
Evler ev olmaktan, ağaçlar ağaç olmaktan.
Baş döndürücü kayalık arazi ve ova günlerce rüzgarın korkunç uğultusu ile mücadele etti. Tekmil canlı ıssızlığın ortasında yaşam mücadelesi verdi. Gölün yüzeyi aylarca sürecek kalın bir buz tabakası ile kaplandı. Günlerce rüzgarın uğultusundan, soğuğun ürkütücü gücünden kimse dışarıya çıkamadı.
Aralıklarla rüzgar köyü terk edip, güneş bulutlar arasında ışıklarını gönderdiğinde kahvehanelere toplanıldı. Hayvanlar yalaklardan su içsin diye dışarıya salıverildi. Köpek sesleri belli belirsiz duyuldu. Çocuklar kendilerini sokaklarda buldu. Kadınlar çeşme başlarında çamaşırlarını yıkadı.
Gölün kıyısındaki toprak yolun hemen yanında Tilki Selim’in düz damlı beyaz badanalı kahvehanesi tıka basa doluydu. Renksiz bir havada ısınmak için gürül gürül yanan tezek dolu sac sobanın etrafında kımıldayacak yer yoktu.

Recep de kahvehaneye gelmişti. Gürültü ile yanan sobadan uzak, giriş kapısına yakın bir yerde tahta masaya dirseklerini dayamış düşünüyordu. Karakış bastırmadan havanın buz kesmesi diğerlerini olduğu gibi Recep’i de bunaltıyordu. Kış uzun sürerdi böyle zamanlarda. Recep bunu deneyimlerinden biliyordu. Ancak yapacak bir şey yoktu…  Gürültülü kalabalıkta konuşulanları anlamak için kulak kabartmak gerekiyordu. Recepte öyle yaptı. Dikkat kesildi. Konuşmalar kış üzerine idi. Kışın zorlu geçmesi, baharın geç gelmesi halinde mal davarın açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalacağı üzerineydi… Arada bir yan masada okey oynayanların gürültüsü sesleri bastırsa da sesin sahiplerini tanıyınca sinirinden ayaklarını yere vurmaya başladı. Ceketinin yan cebinden tütün tabakasını çıkardı. Tabaka kaçak tütünle doluydu. Recep kış bastırmadan kaçak tütünden yeteri kadar alırdı. Kar bastırıp yollar aman vermediği zamanlarda tütünsüz kalmak ölümden beterdi …

Tilki Selim’in dar ve tahta masaların sıkıştırıldığı, orta yerde tezek sobasının gürültü ile yandığı kahvehanesi gölün kıyısında uzanan toprak yola sırtını dayamıştı. Kahvehane aynı zamanda yolcuların minibüs beklediği bir durak vazifesi de görüyordu.
Göl ise yazın kahvehane müdavimleri için doyumsuz bir manzara sunuyor idi. Çıkarılan Sazan balıklarının ise lezzetine doyum olmazdı. Kışın ise yüzeyi yaklaşık iki metre kalınlığında buz ile kaplanan göl üzerinde ilçe ve yakın köylere gidip gelinirdi. Kış manzarası ise bir başka güzeldi.
Recep işlemeli tütün tabakasından sardığı sigarayı köylü çakmağı ile yaktıktan sonra derin bir nefes çekti. Hoş sigara içmese de zaten içerisi sigara dumanından yeterince nasibini almıştı.
Dışarısı soğukla mücadele ederken içeride gürültü ve sesler birbirine karışıyordu. Tilki Selim ise memnun çay yetiştirmenin telaşında idi.
Budak Mehmet dudaklarını acı acı buruşturarak:
- Bu sene kış uzun süreceğe benzer, dedi.
Tilki Selim uzaktan:
 He valla doğru den, diyerek Budağı doğruladı.
Elindeki çayı yudumladıktan sonra Hamza Dayı ağır ağır konuştu:
- Daha şimdiden yem sıkıntısı var. Evlerde yakacak gaz, ısınacak tezek sıkıntısının baş göstermesi yakındır, dedi.
Hamza Dayı konuşurken sesinde öfke ve kızgınlıktan eser yoktu. Çünkü yetmiş senedir köyünü de, köyündeki yaşam şartlarını da çok iyi biliyordu. O kışın uzun geçmesine hazırlıklı olmak gerektiğini düşünüyordu.
Recep başını elleri arasına almış düşünüyordu. Gürültü o kadar artmıştı ki konuşulanları yarım yamalak işitiyordu. Hoş işitse ne değişecekti ki. Sakalı uzamış, saçları ise dağınıktı. Küçük kurşuni gözlerini kapatmıştı. Geniş ve yayvan burnundan hızlı hızlı soluk alıp veriyordu. Göğsü körük gibi bir inip bir çıkıyordu. Dudaklarına öfkeli bir gülümseme hakimdi. Solgun yüzüne rağmen asil bir duruş sergiliyordu. Sigarasından nefes üstüne nefes çekiyordu. Ya şu sigarada olmasa köylük yerde can sıkıntısından insan kurtulamaz diye düşündü bir an.
O biliyordu ki bozkırın sıcağı da soğuğu da yamandır. İnsanlar yazın sıcağa kışın ise kara kışa yenik düşer. Hazırlıklı olmak gerekir. Yalnız insanlar mı? Elbette hayır. Diğer canlılarda zor şartlarla yaz kış mücadele ederlerdi.
Havalar soğumaya başladığında yer gök gelinliğini giymeye başlardı yavaş yavaş. Günlerce ve gecelerce ıslık çalan kuzey rüzgarlarının çığlıkları yağan beyaz kabusa eşlik ederdi. Yağan kar aralıklarla dinlenmeye çekilirken bu sefer yeryüzünü örten sis aman vermezdi. Buz, kar ve tipinin ne denli acımasız olabileceğine şahit olurdu insanlar.
Hem de günlerce,  aylarca.
Recep biliyordu ki bir tek insan asla tek başına bir insan değildir buralarda.
Vahşi yaşam da asla tek başına bir vahşi yaşam değildir. Bir dağ, bir göl, bir yayla ve bir ova da asla tek başına bir dağ, bir göl, bir yayla ve bir ova değildir.
Yaşam o kadar zorlu idi ki kimi zaman acı ve yoksulluğu ta iliklerine kadar hisseden insanlara şahit olunurdu, kimi zaman yiğitliğin, mertliğin ve kalleşliğin varlığına şahit olunurdu. Kimi zaman acımasızlık kol gezerdi uçsuz bucaksız bozkırın ortasında ya da dik bir vadinin hemen kıyısında.

NÜANS



Kimileri için görkemli saraylardan, kâşanelerden ibarettir dünya. Geriye kalanı değersiz taş, topraktır. Kimileri içinse günün sedefinin incecik renklerini aydınlattığı bir evdir. Değerli olan taş topraktır.

16 Ocak 2015 Cuma

KADINLARIMIZ

Ege'nin şirin bir kasabasında görev yaparken görev yerim değişmiş, Aydın'ın bir ilçesine atanmıştım. Ağustos ayının ortalarında sıcakların bunalttığı günlerdi. Eşim ve çocuklarımla birlikte sabahın alaca karanlığında arabayla yola çıkmış, öğleye yakın da ilçe merkezine ulaşmıştık.

İlçe etrafı dağlarla çevrili genişçe bir vadide kurulmuştu. Göz alabildiğine zeytinlikler ve ormanlık alanlar vardı. Vadi tabanında tarım alanları göze çarpıyordu. Otoyoldan direksiyonu ilçe merkezine çevirdim ve kendimi geriye dönüşü imkânsız olan bir caddede buldum. 
Günlerden perşembeydi. Eşimin "ne yapıyorsun, pazara girdin" sözleri kulaklarımda çınladı. Yorgunluğun etkisiyle, haftada bir kurulan ilçe pazarına bodoslama araba ile girmiştim. Yapılacak bir şey yoktu. Yolu kapatmış olmanın sıkıntısı ile soğuk terler dökerken; eşim, "yapacak bir şey yok artık. Pazar dağılıncaya kadar buradayız" dedi. "İyi ya dedim arabadan inip etrafı bir dolaşalım. Hem ilçeyi tanımış oluruz, hem de okulun yerini sorarız".
Pazarda ürettikleri ürünleri satmaya çalışan kadınlar dikkatimi çekmişti. Anamın bozkırda bizimle birlikte sabahtan akşama kadar orakla ekin biçmeye çalışmasını anımsadım.
Yaşamın her safhasında evinin geçimi için mücadele eden kadınlar pazarcılıkla da uğraşıyorlardı. Üretmek ve ürettiğini satmak, ihtiyaç duyduğu ürünleri satın almak. Kadınları takdir etmemek mümkün müydü. Hangimizin anası tarlada, bağda, bostanda çalışmamıştı ki.
Sadece Anadolu'nun kasaba ve köylerinde değil, dünyanın farklı coğrafyalarında kadınların benzer şekilde ürettiklerini semt pazarlarında satıyorlardı.
Kısacası kadınların yaşamın her alanında etkili olması sevindiricidir. Eve kapanıp kalmaktansa, evinin geçimine katkıda bulunmaları nasıl sevindirici olmaz ki.
Köy ve kasabalarda bağ ve bahçelerde, tarlalarda çalışan, üreten kadınların yanı sıra metropollerde değişik iş kollarında ücretli çalışan kadınların varlığı da unutulmamalıdır.
Nazım Hikmet'in "kadınlarımız" şiirini bilmeyenimiz yoktur.
 Kadınların daha fazla çocuk yapmasını özendirmek için hükümetin açıkladığı "Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Paketi" ne İstanbul Hazır Giyim ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği (İHKİB) Başkanı Hikmet Tanrıverdi, "Paket, dünün üreten kadınını, yarın işsizliğe mahkûm edebilir" dedi.
Ülkemiz işsiz sayısının 5.5 milyon olduğunu ve bunun 3.3 milyonunu kadınların oluşturduğunu açıklayan DİSK-AR araştırmasına göre kadınlar için işsizlik oranı 25.9 seviyesinde.
Açıklanan paketle getirilmek istenen;
"Doğuran kadın çalışanın istemesi halinde çocuk 5.5 yaşına gelene kadar yarım gün çalışacak." Eh ne diyelim, hangi işveren bu açıklamanın gereğini yerine getirecek?
Hazır Giyim ve Konfeksiyon sektöründe en fazla kadın çalışan istihdam edilmektedir. Yarı zamanlı bir işçiyi bünyesinde yüzlerce kadın çalıştıran üretici, bu ağır riski taşımak ister mi yoksa kadın çalışanları yerine erkek çalışanlara mı yönelir uygulama başladığında görülecektir.
Bu durumda hangi kadın "ben yarım gün çalışacağım, çocuğum var" diyebilecek. Dediğini varsayalım hangi üretici bunu uygulayacak, yine uygulama başladığında görülecektir.
İş kaybına işveren razı olacak mı, yoksa yarım günde ısrar eden kadın çalışanını işten çıkaracak mı. Bu ve benzeri soruların cevabını ilerde göreceğiz.
Olmasını istemediğimiz bir gelişme şunlar olabilir mi? Kadınlar işini kaybedecek, kadın işsizlerin sayısı artacak, eve kapanacaklar.

14 Ocak 2015 Çarşamba

ERCİYES DAĞI

Kayseri il merkezinin 25 kilometre güneyinde, ovaların ortasında yükselen bir dağ Erciyes. 3916 metre yüksekliğindeki Erciyes İç Anadolu'nun en yüksek dağıdır.
Kayak pistlerinin yanı sıra yüksek irtifa tutkunlarının  tercih ettiği tırmanış rotalarına sahiptir.
Hasandağ, Karacadağ ve Erciyes'in püskürttüğü lavların doğal olaylarca şekillendirilmesi sonucu Kapadokya bölgesinin ünlü Peribacaları oluşmuştur.
Dağ üzerinde sürekli bir beyaz örtü barındırır.
Anlatılan o ki; bir zamanlar dağın eteklerinde Ercişler Kabilesi yaşarmış. Bu kabile beyinin de güzel bir kızı varmış. Günün birinde kabilenin olduğu bölgeye bir delikanlı gelir. Beyin kızını görüp aşık olur. Kızı Horasan Ulularını araya koyup babasından istetir. 
Bey kızını isteyen delikanlının dürüstlüğünü ve mertliğini beğenir. Delikanlının kızı ile evlenmesi için bir şartı vardır. O şartı yerine getirirse kızı ile evlenebileceğini söyler. Dağın tepesinde ateş püsküren bir ejderha vardır. O ejderhayı öldürürse kızı ile evlenebilecektir. Delikanlı şartı kabul eder. Bu arada kız da delikanlıya aşık olur.
Lakin kız dağın tepesinde ki ejderhayı öldürmeye gidenlerin geri dönmediğini bilmektedir. Bu nedenle delikanlıdan gitmemesini ister.
Delikanlı bu isteği reddeder. Kız delikanlının getirdiği hediyeleri de yanına alarak delikanlının peşinden gider.  Bir süre sonra ona yetişir yalvarır ama sözünü dinletemez.
Bunun üzerine kız gelinliğini giyer ve yola birlikte devam ederler.  Dağın zirvesine yaklaştıklarında alevler çoğalır ve akmaya başlar. Delikanlı kızı korumak isterken alevler onu alıp götürür.  Kız gelinliği ile delikanlıyı kurtarmaya çalışırsa da onu da alevler yutar. 


Bu sırada kızın beyaz duvağı dağın üzerinde kalır.
Efsane o ki o günden bu yana dağın üzerinde her daim beyaz bir örtü vardır.



13 Ocak 2015 Salı

DAR AĞACINA GİDEN BAŞ DEĞİL DÜŞÜNCEDİR!


Bir söz vardır bilirsiniz. “Darağacına giden baş değil düşüncedir” diye. Tarih ve olaylar bu gerçeğin şahididir. Darağacına gidenin düşüncesine engel olunabilir mi? Bunun olasılığı dahi yoktur. Düşünce sahibini darağacına yollayın, hapsedin, hücreye atın, yüzünü gözünü morartın, kaburgasını kırın boşuna. Düşüncesini yok edemezsiniz.
Evrensel değerler, demokrasi, insan hakları, hukuk kuralları içinde dile getirilen düşünceyi yok etmek, ötelemek, açıklanmasına müsaade etmemek zaten evrensel insan haklarına aykırıdır. Var olan sorunları dile getirenleri ötelemek, dile getirilenleri yok saymak yerine; çözülmesi istenen sorunları çözmek gerekir. Toplumsal var oluşun ve birlikteliğin gereği de budur.
Bir zamanlar bir siyasetçimiz gelişmelerle ilgili bir soru üzerine şu cevabı vermişti “alışırlar alışırlar”. Uzun süre çözülmeyen, çözüm bekleyen sorunları çözmek yerine laf kalabalığı ile geçiştirmek sorunların kanıksanmasına neden olacaktır. Toplum aynı konuların sürekli gündeme gelmesine rağmen çözülmeden bekletilmesinden bıkacak, usanacaktır. Bu alışma değil, sorunlarla yaşamayı kanıksamadır. Ne yazık ki çoğu kez var olan sorunları çözmek yerine konuşmayı seçeriz.
Dünyanın çeşitli coğrafyalarında düşüncelerinden dolayı tutuklu bulunan insanlar, tutuklanmalarına rağmen düşüncelerini değiştirmemişlerdir. Bu tür davaların ve soruşturmaların bir kısmı siyasidir. Soruşturmaları sonuca bağlayacak olan hukuktur. Hukuk kurallarının uygulanması ve adil yargılamadır. Demokraside bireylerin hak ve hukukları güvence altına alınmıştır. Yanlı tutum insan haklarına aykırıdır.
Hukuksuzluklara karşı mücadele etmek gerekir.  Atılacak doğru adım ise sorunların çözümünü kolaylaştıracak, kısır çekişmelerin önünü tıkayacak bir ortamın oluşturulmasıdır.

DEV DALGALAR











Amerika Toprak Bilimi Derneği'nin açıklamasına göre "Bir çorba kaşığı kadar toprakta yeryüzünde yaşayan insan sayısından daha fazla canlı bulunuyor."
Bu açıklamayı Atlas Dergisi'nin Ocak 2015 sayısında okudum. İnsanın ilk bakışta inanası gelmiyor. Fakat bilim adamlarının uzun yıllar süren titiz çalışmaları sonucu ortaya çıkan bir gerçek bu.
Yukarıdaki resimler bugün Antalya kıyılarında dev dalgaların oluşmasını gösteriyor. Lakin dalgaların rengine dikkat ederseniz maviliğini çoktan kaybetmiş. Adeta çamur deryasına dönüşmüş.
Bu görüntülerin aynısını yeryüzü coğrafyasının değişik yerlerinde görmek mümkündür. 
Canlıların yaşam kaynağı olan doğa bu şekilde tahrip edilmeye devam ederse, toprak toprak olma özelliğini kaybedecek ve canlılar, tabii başta insanlar  uzun süre hayatta kalamayacak.
Birleşmiş Milletler bu bağlamda 2015'i "Toprak Yılı" ilan etti.
Bizlerde üzerimize düşeni yapıp toprağı, ormanı, canlıları yok etmek yerine devamını sağlamak için çaba sarf etmeliyiz.

12 Ocak 2015 Pazartesi

SOĞUK BİR KASIM SABAHINDA- 15

Gece mavisi yerini gün ışığına, sabaha kadar esip gürleyen fırtına ise yerini sessizliğe bırakmıştı. Dozerler kurt ulumaları eşliğinde yolları açmaya başlardı artık. Karların temizlenmesiyle hastaları, şehirde işi olanları yollar karşılardı. Minibüslerin kaloriferleri kış aylarında bir türlü tamir edilmezdi. Hareketsiz duran yolcular üşümemek, donmamak için sarınıp sarmalanırdı. Kışlık giysiye dair ne varsa üst üste giyilirdi. Kutuplardaki buzullar ve geniş çöl bölgeleri dışında zorlu doğal koşullarda yaşam mücadelesi veren insanların, kış koşullarında kendilerini başka türlü korumaları mümkün değildi. Kaban üstüne kaban, kazak üstüne kazak, çorap üstüne çorap giymekten başka yapacak bir şey yoktu yolculuk sırasında. Kabaklaşmış minibüs lastikleri şoföre soğuk terler döktürürdü.
 Zor koşullarda görev yapan öğretmenler kapalı yolların açılmasıyla ihtiyaçlarını karşılardı. En başta ekmek, gaz yağı ve ispirto gelirdi. Gaz yağı gaz lambasının yanması için,  ispirto ise gaz ocağının yakılması içindi. Yaz kış en çok ihtiyaç duyulan malzemelerdi bu ikisi.
Etrafında onu kuşatan dağlar olmasa, dondurucu soğuklar olmasa Çıldır Gölünün kenarı bir cennet adeta. Tekmil canlıya hayat veren bir cennet. Gerçi dağların dorukları göle ayrı bir güzellik katıyordu. Dağın doruklarına yakın yaylalar yaylacılar için vazgeçilmezdi yaz aylarında. Yayladan bakınca Çıldır Gölü bir yıldız gibi parlardı.
O güzelim gölü bir o yakadan bir bu yakadan seyretmek insana huzur veriyor. Bugün yeterince kadri bilinmese de bölge kültürünün oluşmasında gölün payı çok büyük. Cana can katan göl kış aylarında kalın bir buz tabakasıyla örtülmekte. Bahara kadar da o buz tabakasının altında sazan balıkları, göl alası, şafak balığı buzların çözülmesini sabırla bekleyecek. Buzu kırarak rızkını çıkarmaya çalışan balıkçılar gibi.
Binalinin kahvesinde yapılan sohbetin benzeri bir sohbet kahvaltı boyunca devam etti. Lavaşların arasına koyup dürüm yaptığımız peynirlerin tadı yöre hayvancılığının ne denli titiz yapılmaya çalışıldığının göstergesiydi. Peynirler özenle yapılırdı.
"Binali" dedim, "Bu çeçil peynirini başka bir yörede görmek olanaksız. sanırım Kars, Erzurum yöresine özgü bir peynir olmalı."
"Hocam" dedi Binali " Çeçilin yanısıra tulum peyniri de bu bölgede çok yapılır. Tulum peyniri durdukça yeşillenir. O yeşil kısmı doğal penisilin görevi yapar. Çok lezzetlidir. Bizim kültürümüzde çeçil, tulum ve kaşar önemli yer tutar."
Meriç heyecanla tamamladı Binaliyi:
"Kars kaşar peyniri deyince orada duracaksın. Çorum yöresinde kaşar peyniri yapılmaz. Ama gördüğüm kadarıyla gerçekten lezzetli ve değerlidir."
"Çorumlu oluğunu illaki belli edecek" diye takıldım Meriç'e.
"Mandıracılık bizim köyde de var dedi" Binali.
"Ciddi misin" diye atıldık ikimizde.
"Evet" dedi Binali. "Yapan çok köyde. Hem kendileri tüketir hem de satarlar"
Daha sonraları Binalinin "Bizim köyde de kaşar peyniri yaparlar" sözünün doğruluğunu Cimşit Timur'un mandırasında hazırlanıp sertleşmeye ve olgunlaşmaya bırakılmış kaşarları raflarda görünce anlayacaktık.
"Binali senin kahven minibüslerin durak yeri. Köye gelen yabancılar ilk seninle tanışıyor."
"Evet hocam, yolcuların soluklandığı, yol yordam sorduğu bir yer oldu kahve."
"Calaya gelenlerin uğrayacakları kapılardan biri senin kahven."
"Hem taze demli çayın hazır olduğu, hem de sohbetin olduğu bir yer orası."
"Doğru dersin hocam. Sadece yolcuların değil, sabah duasına çıkmış yaşlılarında uğrak yeri."
"Sabah erkenden açarız kahveyi. Çayı demleriz. İlk gelenler sabah erkenden kalkan yaşlılardır. Ellerinde tespih ve bastonla gelirler kahveye. Yarenlik etmek için."
"Doğru dersin Binali" diyerek çayını yudumladı Meriç.
"Sabahın ayazı bu. Dışarıda pek durulmaz. Gün kuşluk olmaya başladığında kıpırdanır sokaklar." diye sözünü tamamladı Binali.
"Gün kuşluk deyince aklıma geldi "diye söze başladım. "Uzaklarda horozlar öterken, buz tutmuş gölün buzunu kırıp ağını atan balıkçılar bembeyaz fonun üzerinde, buzun altında ağa takılmış gümüşi ve sarımsı pullu sazan balıklarını çekerler."
"Ya birde göl alası varsa aralarında değme keyfine balıkçının" diye atıldı Binali.

11 Ocak 2015 Pazar

EHLİLEŞTİRİLMİŞ BİREY!

                                            Hilmi Yavuz böyle diyor !


"Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri" törenindeki ödül konuşmasında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'a "Bugün George Orwell olsa sizi ayakta alkışlardı" demesiyle gündeme damga vuran Alev Alatlı'nın Cumhuriyet gazetesinden Ceren Çıplak'a verdiği röportajı 9 Aralık 2014 salı günü gazetede okuduk. İlgili röportajın bir yerinde Alatlı şunları söylüyor: "'Toplum' dediğinizde ille de baskı olacaktır. Birey bir biçimde ehlileştirilecektir ki, bir kutsal, bir idea, bir dünya görüşü etrafında toplanabilsin ki, bir 'toplum' dan söz edebilesiniz."
"Ehlileşmiş" ya da "ehlileştirilmiş" insan dendiğinde, başkalarının düşüncelerine ve yönlendirmelerine göre hareket edecek, kendi aklını başkalarının düşünceleri ve/veya yönlendirmeleri doğrultusunda kullanacak insan değil midir?
İnsanların ehlileştirilmesi aynı zamanda birey olmalarının önünün tıkanması, özgürce düşünmelerinin önüne geçilmesi değil midir?
Tarih boyunca yönetimleri altında bulunan toplumlara kendi düşüncelerini uygulamaları ve o yönde hareket etmelerini söyleyen; karşı çıkanları bertaraf edenlerin kimler olduğunu öğrenmek pek de zor olmasa gerek. Tarihin tozlu sayfalarını aralamak yeterlidir.
Toplumun ehlileştirilmesi için farklı düşüncelerin yerine kendi düşüncelerinin yerleştirilmesi ve bunun toplum tarafından kabul görmesinin sağlanması amaçlanır ve gerçekleştirilir.
Alatlı'nın yaptığı açıklamalara tepki gösterenler birey olma ve özgürce düşünme bağlamında  tepki göstermektedir.
Sorgusuz sualsiz boyun eğme doğru değildir. Aydınlanmanın ışığında yoğrulmakta olan bireylerin boyun eğme düşüncesine tepki gösterecekleri gerçeğini de unutmamak lazım.


10 Ocak 2015 Cumartesi

ÇÖLÜN GELİNİ







Tadmor olarak da bilinen Palmyra antik kenti Suriye'de bulunuyor. Önceleri bağımsız bir kent olan Palmyra, İS I.Yüzyılda Roma egemenliğine girdi. Yerel geleneklerle Roma ve İran kültürlerini harmanladı. Bu bağlamda antik dönemin en önemli kültür merkezlerinden biri oldu. Resimlerde de görüldüğü gibi dönemin anıtsal yapı kalıntıları halen çölün ıssızlığında yükseliyor.
Dünya kültürel mirası içerisinde hak ettiği yeri almış olan bu antik kent, yüzyıllarca doğaya meydan okumuş, ayakta kalmasını bilmiştir. 
Lakin son yıllarda Suriye iç savaşında diğer kentlerdeki geçmişten günümüze kalan antik kalıntıların uğradığı yıkıma bakalım ne kadar dayanacak.