27 Şubat 2015 Cuma

DÜŞ BATIMI


Yazar Hanife Mert'in Şubat 2015 tarihinde "Gece Kitaplığı"nda çıkan ve kitapçılardaki raflarda hak ettiği yeri bulan "DÜŞ BATIMI" adlı romanının ilk iki bölümünü okudum. İlk iki bölüm oldukça etkileyici. Bu ise sonrası bölümlerin etkileyici ve sürükleyici olduğunun göstergesidir.
ilk bölüm "Eksik Kalan Hayatlar" ile ikinci bölüm "Sorgulanmamış Gerçekler"  ön başlığı ile okuyucunun karşısına çıkıyor.
Her iki bölümde de yaşamın çetrefilliği akıcı bir dil ile anlatılmış. Sayfalar bir biri ardına akıp gidiyor.
Romanın kurgusu ilk iki bölümde aile dramına odaklı. Köy yaşamını ve köy insanının içinde bulunduğu aşılması ilk bakışta zor görünen sorunları okuyucu ile buluşturuyor. Bunu yaparken yazar, okuyucuya hayat dersi veriyor. Gerçekleri yüzümüze bir tokat gibi çarpıyor.
Henüz 16 yaşında evlendirilen Zeynep gelinin 23 yaşına geldiğinde üç çocuk sahibi olması akıllara Anadolu'da yaşanan "Çocuk Gelinler" ve dramlarını akla getiriyor.
Zeynep eşi Hasan'dan ayrı anasının yanında yaşamaktadır. Oğlu Mustafa'yı küçük yaşta kaybetmiştir. Bu durumu sorgulamakta, bunalmaktadır. Kızı Elif henüz 4-5 yaşlarındadır. Lakin anası Zeynep'ten korkmaktadır. Korkunun nedenini de bilememektedir. Sebebini, "Peki, o benim annem ise ben neden korkuyorum? İnsan, hele de küçük bir çocuk en çok anne sevgisine şefkatine muhtaç olduğu bir yaşta niye annesinden korkar?" diyerek sorgulamaktadır.
Ana ve babasından ayrı babaannesinin yanında kalan Elif'in dramı, beklentileri, acıları ve özlemleri yalın ve anlaşılır bir dil ile anlatılmaktadır.
Çocuk yaşta hayat deneyimi az olan Zeynep ile Hasan'ın evliliği bir her iki tarafın ana ve babası tarafından oluşturulan bir fildişi kuleyi anımsatmaktadır. Fildişi kuleyi ayakta tutacak sağlam bir deneyim olmadığında o kulenin nasıl yıkılabileceğini de.
Anadolu kadınının içinde bulunduğu sorunları bir kez daha düşünmemizi sağlıyor. Kadına karşı körlüğümüzü sorguluyor. Arada bunalan ise çocuklar oluyor.
Bakalım ilerleyen sayfalarda hangi olaylar  okuyucunun karşısına çıkacaktır.
Okuyucu romanın sayfalarını çevirirken mutlaka kendini sorgulayacaktır. Çoğumuzun yakından tanık olduğu ve kendimizden bir şeyler bulacağımız bir eseri edebiyat dünyamıza kazandırmış Hanife Mert.
"DÜŞ BATIMI" 312 sayfalık bir roman. Çoğumuzun bildiği fakat sorgulama cesaretini bulamadığı yaşamları sorgulayan çarpıcı bir roman.

Tekrar tekrar okunmayı, sorgulamayı, hakkında  konuşmayı, tartışmayı hak eden bir roman.

25 Şubat 2015 Çarşamba

KAFETERYADA ÇAY İÇERKEN DÜŞÜNMEK!


Kafeteryada bir yandan çay içiyorum bir yandan da etrafı izleyip düşünüyordum. Yeryüzünde yaşam alanı bulan canlılar arasında en hassas olanı insanoğludur diye. 
İnsanoğlu yerine göre ne kadar aciz, ne kadar çaresiz, ne kadar muhtaçtır. Yerine göre ise anlaşılması güç biri olarak karşımıza çıkar. 
Aslında her insan ayrı bir evrendir. Her insanın huyu, alışkanlıkları, becerileri, davranışları, kararları, istekleri ve seçimleri kendine özgüdür. 
Bu özelliklerin oluşmasında kuşkusuz ailenin, yaşadığı çevrenin, arkadaş gurubunun ve aldığı eğitimin payı vardır. Yani biri diğerine benzemez. 
İçgüdüleri ağır basar ve herkesin içgüdüsü, çevreyi, çevrede olan bitenleri algılaması farklıdır. 
Lakin içgüdülerimizi doğru olana yönlendirmemiz, bencilliklerimize ket vurmamız, insanca özlemlere, eylemlere dönüştürmemiz gerekir. 

22 Şubat 2015 Pazar

PARKTAKİ İHTİYAR


Yazdan kalan toz katmanlarıyla kaplı, güneşin kavurucu sıcaklığıyla boğuşan gri görüntüler sonbaharla birlikte renk değiştirmeye başlamıştı. Araba homurtuları, korna sesleri, bağırış çağırışlar, çocuk sesleri yerini sessizliğe bırakıyor gölgeler uzadıkça güneş etkisini kaybediyordu. Mağaza ve dükkanların önleri, park ve caddeler giderek tenhalaşıyordu. Şehirde yaşayanlar günün yorgunluğu ile evlerine çekiliyordu. Sokaklar tenhalaştıkça şehrin yabancısı olanların sayısı artıyor gibiydi. Gidecek bir evi olmayanlar ya kaldıkları otellere ya da kahvelere gidiyordu.
Alaca karanlıkta, sokak lambalarının loş ışığında, sırtı iyice kamburlaşmış, dizleri fersizleşmiş, elinde yıpranmış bastonuyla kaldırımdan destek alarak yavaş adımlarla parka doğru gelen bir ihtiyar dikkatimi çekti. Başında kulaklarına kadar inen siyah bir bere vardı. Sırtında rengi solmaya yüz tutmuş bir ceket, gömleğindeki düğmelerin bir kısmı açık, ayağında boyası ve rengi solmuş bir ayakkabı ve ütüsüz pantolonu ile yan tarafımda boş olan banka adeta kendini bırakırcasına oturdu. Ceketinin yan cebinden mendilini çıkardı. Yüzündeki teri sildi. Bastonunu yana bıraktı. Beresini hafifçe düzeltti. Yüzü yılların yorgunluğu ile kırışmış, derisi sertleşmişti. Çehresi güneşten yanmış, kavrulmuştu. Belli ki gün boyu güneş ve ayaz ile mücadele etmişti.
Yerimden kalkıp yanına gittim. Kadim şehrin en yakın tanığıydı o. Selam verip yanına oturdum. Başını telaşsız kaldırıp yüzüme baktı. Gözleri fersizleşmişti. Dikkatli bakıldığında o gözlerde çok şey görmek mümkündü. Avurtları çökmüş, sakalları iyice kırlaşmıştı. Zayıf uzun boyluydu. Belli ki yoksuldu lakin onurlu bakışları vardı. Feleğin sillesini yediği belli oluyordu ama isyankâr değildi.  İç dünyasında bir fırtınanın koptuğu belli iken o bunu ne hisleri ne de duyguları ile belli etmemeye çalışıyordu.
İhtiyarı sessizce izlemiş, tüm duygularım felce uğramıştı. Her şey susmuştu. Ne araba homurtuları, ne korna sesleri, ne de azalmakta olan çocuk seslerini duyuyordum. Yalnızca uzaklarda bir yerde çığırtkan bir kuşun tiz sesi çınlıyordu. Ya da bana öyle gelmişti.
Banka oturunca ayaklarını uzattı. Aç mıydı ? Evi yakın mıydı yoksa uzak mıydı? Sormaya cesaret edemedim. İhtiyarın durumu derin düşünceye dalmama neden oldu. Acısını içinde yaşıyor diye düşündüm. İhtiyar konuşmak istedi lakin konuşamadı. Mendilini yüzüne kapatarak bir süre öyle kaldı. Nefes alışları gittikçe yavaşladı.
Akşam olmuş herkes evlerine çekilmişken bu ihtiyarın parkta olması üzücüydü. Hani hava sıcak olduğunda akşam serinliğinde dışarı çıkılır ya. O başka. Şu an öyle bir durum yok. Akşam ile birlikte ayaz hissedilir şekilde artmıştı. O halde ihtiyarı akşam soğuğunda parka getiren şey neydi bilinmez. Oturduğunda terini silmesi epey bir yürüdüğünü gösteriyordu. Hem yorulmuş hem de terlemişti. İnsan yaşlanmaya görsün. Gençliğindeki mücadeleci ruhunu kaybediyor.
Ani bir şekilde kenara bıraktığı bastonunu aldı. Bastona dayanarak kalkmaya çalıştı. O an fersiz gözlerle yüzüme baktı. "Evim az ilerdeki sokakta" dedi. "Sabah çıkıp şöyle bir dolanayım dedim. Soğuklar arttıkça dışarı çıkılmaz olur. Dizlerim ağrıyor. Epey bir dolandım. Yorulmuşum." Yaşlı adamın söyledikleri karşısında yılların yıpratıcılığını düşündüm. Bir gün bizlerde benzer duruma düşecektik. Yaşlanıp bir köşeye çekilmek durumunda kalacaktık.
"Evinize kadar size eşlik edeyim" dedim.
"Gerek yok evladım" dedi. "Bir sokak ileride gideceğim yer. Siz zahmet etmeyin." Israr etmedim.
"İyi akşamlar amca. Soğukta fazla dışarı çıkmayın. Güneşe aldanmayın. Üşütür hasta olursunuz."
"Peki evladım. Size de iyi akşamlar" deyip bastonundan destek alarak evinin yolunu tuttu.
İhtiyarın gitmesi ile parkta yalnız kaldım. Başkalarının acılarına yabancıyız diye düşündüm. Günü kurtarmanın peşindeyiz. Bu bir korkaklık yoksa vurdumduymazlık mı? Başkalarını anlamaktan korkar olmuştuk.

Korkaklık bizleri kör etti. Etrafımızda olan bitenleri görmüyoruz. Ya da görmek istemiyoruz. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın telaşındayız. Oysaki o yılan bir gün sana da dokunacaktır. Farkında değiliz ya da umursamıyoruz bazı şeyleri. Duygularımızın, hislerimizin üzerinde bu denli değişimin olması ürkütücü. Korkakça, hastalıklı duygular algı yanılsaması ile bizleri sarıp sarmalamış durumda. 

21 Şubat 2015 Cumartesi

RECEP ÇAVUŞ


- Bu villa kimin?
- KİRKOR EFENDİ'NİN PAŞAM!
Şu Köşk?
- DİMİTRİ EFENDİ’NİN PAŞA HAZRETLERİ!
Ya şu ilerideki konak?
- SALAMON EFENDİ'NİN
ATATÜRK bu kez,
az ötedeki toprak damlı,
virane bir evin sahibini öğrenmek için sorunca,
ADANALI gazi cevap verdi:
-RECEP ÇAVUŞ'UN PAŞAM
ATATÜRK,
bu duruma biraz üzülmüş,
biraz da sinirlenmiş idi.
Yanındakilere emir verdi:

-ÇAĞIRIN ŞU RECEP ÇAVUŞ'U!
RECEP ÇAVUŞ gelince;
Bir asker selamından sonra, "EMREDİN PAŞAM" dedi. Ata,  bu kez Recep Çavuş'a sormaya başladı:
-Bu villa KİRKOR Efendinin, bu köşk DİMİTRİ Efendinin, şu konak SALAMON Efendinin, o virane de senin! Bu ERMENİLER, RUMLAR, YAHUDİLER ŞU BİNALARI DİKERKEN SEN NEREDEYDİN? Recep Çavuş, yıllarca savaş meydanlarında koşturmanın verdiği gönül yorgunluğuyla cevap verdi:
SİZİNLE BERABERDİM PAŞAM! TRABLUSGARP'TA, ÇANAKKALE'DE, SAKARYA'DA!......... MUSTAFA KEMAL ATATÜRK, bu cevap karşısında gözyaşlarını hem yanaklarına, hem de yüreğinin ta derinliklerine akıtır!
............
“ Evet, RECEP ÇAVUŞ HAKLIDIR.
Trablusgarp'ta, Çanakkale'de, Sakarya'da, Dumlupınar’da TÜRK'ÜN istiklalini korumak için savaşırken Adana'da toprak damlı bir kulübe yapmaya ancak zaman bulabilmiştir. “ RECEP ÇAVUŞ, TÜRK'ÜN YALNIZ İSTİKLALİNİ DEĞİL; NAMUS VE ŞEREFİNİ DE KORUMUŞTUR. MEMLEKETİN BÜTÜN ZENGİNLİKLERİNE SAHİP OLAN AZINLIKLAR DAPARA VE MÜLKLERİNİN ÜSTÜNE YENİLERİNİ YIĞMAKLA MEŞGUL OLMUŞLARDI !.. “

Bu ülkenin 7 düvele karşı geçmişte hangi şartlarda mücadele verdiğini, bu uğurda toprağa düştüğünü, bugün kime sorsanız ya bir şehit, ya bir gazi torunu olduğunu gören gözü, işiten kulağı, okuyan gözü olan herkes bilmektedir.
Osmanlı Devletinin son günlerinde Anadolu’nun işgale başlanması ile işgalci kuvvetlere çanak tutmuş, onların işgallerini alkışlamış Türk olmayan unsurların Anadolu toprakları üzerinde yüzyıllarca rahat bir yaşam sürdüğünü de bilmeyen yoktur.
Geçmişte Anadolu insanına yaşam hakkı tanımak istemeyen ve bugünde çeşitli platformlarda ellerine geçen her fırsatta kendi çıkarları için her türlü girişimi mubah sayan devletlerin, milletimiz üzerinde oynamaya çalıştığı oyunlara karşı uyanık olmamız lâzım.

Kurtuluş savaşı sırasında göğsünü bu ülkeye ve bu Bayrağa siper etmiş olan vatan evlatları, çeşitli cephelerde düşmana karşı, soğuğa, ayaza, açlığa, tifüse, kavurucu sıcağa karşı mücadele ederken Türkiye’de bulunan Ermeniler, Yahudiler, Rumlar ise yaptıkları ticaret ile zenginliklerine zenginlik katmıştır.
Ülkemiz üzerine oynanmak istenen oyunlara karşı uyanık olmalıyız. Doğulusu ile batılısı ile kuzeylisi ve güneylisi ile bu ülke insanı Çanakkale’de, Galiçya’da, Yemen çöllerinde, Trablus’ta omuz omuza mücadele etmiş bu uğurda şehit olmuştur.


7 Şubat 2015 Cumartesi

İSTANBULUN ÖTEKİ YÜZÜ-4

Öğretmen olduğumu bildikleri için oturdukları parka gittiğimde beni her daim gülerek karşılar, "Gel hele hocam gel. Bu Dr. Ali yine 'dediğim dedik’ diyor da başka bir şey demiyor'" diye takılırlardı. Dr. Ali dedikleri Sivaslı Hacı Ali amcaydı. Zamanında köylerde elinde pense dişçilik yaptığından Dr. Ali diye çağrılır olmuştu.
Dr. Ali serzenişe itiraz eder "yok be hoca inanma bunlar ağız birliği yapıyorlar böyle. Doğruyu söyleyince işlerine gelmiyor bu ihtiyarların" diye cevabı yapıştırırdı.
Gülerek yanlarına selam verip yaklaşır "yine tartıştınız anlaşılan" diyerek ortalığı yatıştırmaya çalışırdım. Tel çerçeveli gözlük takan ve yakası düğmeli mavi bir gömlek giyen 75 yaşındaki Çankırılı Satılmış amca gülerek ayağa fırlar “hocam gel, bunların tartışmadığı gün mü var?” diyerek bana yer gösterirdi. İlkokuldan sonra okuyamamış olsa da asırlık çınarın bu davranışı hem içtenliğinin hem de aldığı "yâran"  kültürünün bir sonucuydu.
Yıllar önce köyden kente göç etmişler. Bir kısmı yaşlılığın verdiği yorgunlukla mecburen oğlunun kızının yanına sığınmış
İçlerinden emekli olanlar aldıkları üç beş kuruş emekli maaşını oğluna kızına veriyor, evin geçimine karınca kararınca katkıda bulunuyordu. Emekli olmayanlar ise boynu bükük oğlunun kızının eline bakıyordu.  Ne acı bir durumdu bu. Yıllar yılı çalış çabala yaşlılık belini bükünce bir kenarda sessizce otur. Yaşlıların ikide bir laf arasında "ah gençlik!" demelerinin altında yatan gerçek yaşlanınca kendilerine gençlikte olduğu gibi söz hakkı verilmemesiydi. Yüzlerindeki çizgilerin konuştukça derinleşmesi, başlarını önlerine eğerek iç çekişleri başka nasıl açıklanabilirdi ki.

Köylerinde, kasabalarında ve hatta kente ilk göç ettikleri yıllarda, bu kadar sıkıntı çekmediklerini söylerlerdi sıklıkla. Hele şu bir iki yıldır sıkıntılarının iyice arttığından şikâyetçiydiler. Çoğu bin bir umutla geldikleri kentte çocuklarının iş bulamadığından yakınır, ailenin geçiminin emekli maaşlarına baktığını söylerdi. Emekli maaşları da zaten yeterli değildi. Kıt kanaat geçinmelerine ancak yetiyordu. Şehirde bir yerden bir yere gidip gelmek kolay değildi. Yol parası bütçelerini zorlar duruma gelmişti. Yiyeceklerini, giysilerini mahalle pazarından alıyorlar, ucuz sebze ve meyvelere, gıdalara yöneliyorlardı. Alışveriş merkezlerine gitmek, çarşı pazar gezip zaman geçirmek onlara göre değildi. Sokak aralarında akşam pazarın dağılma saatlerinde ellerinde pazar arabaları ile pazara gidenleri görmek sıradandı. Pazardan arta kalanları ucuzca almaya alışmışlardı. Bazılarının da kirada oturan çocukları kirayı karşılayamadıkları için yanlarına taşınmış, zaten dar olan evlerinde aynı odada yatar kalkar olmuşlardı.
 Her biri ayrı bir hikâyenin, ayrı bir sorunun kahramanıydılar… Hikâyelerinin ipuçları ise konuşmalarında saklıydı.
Mahallenin renkli simalarından Tokatlı memur emeklisi Recep Amcanın oğlu çoktan babasının yanında soluğu almıştı. Evin içine sığmayan eşyalar mutfak balkonuna yerleştirilmiş, rutubetten etkilenmemesi için balkon taksitle pimapenciye kapattırılmıştı. Yine de bir kısım eşya haraç mezat eskiciye satılmıştı. Bu durumu kabullenemeyen gelin ise soluğu baba evinde almış, tüm yalvarma ve çabalara rağmen açtığı dava boşanma ile sonuçlanmıştı. İki çocuğundan kız olanı kendi yanında oğlan ise babasının yanında kalmıştı. Krizin ağır yükünü Recep amca ve çocukları şimdilerde içlerine sindirmeye çalışmakla meşguller. Emekli maaşı ile geçimini sağlamaya çalışan Recep amca artık oğlu ve torununun da karnını doyurmak zorundaydı.
Evlerinde Doğalgaz sistemi ve kombi olmasına rağmen geçen kış odun yakmışlardı. Emekli diye bedava dağıtılan kömürden de alamamıştı. Recep amca bu yıl da soğuklar bastırmadan inşaatlardan  el arabası ile odun kırıntısı toplamaya başlamıştı.