19 Mart 2015 Perşembe

MUSTAFA KEMAL'İN ASKERLERİYİZ


Türk milleti, yakın tarihin ilk "milli kurtuluş savaşı" nı vermiş ve "ya istiklal, ya ölüm" parolasını tam bir içtenlikle uygulamış bir millettir. 
Bunu Mustafa Kemal'in önderliğinde gerçekleştirmiştir.
O nedenle evet biz;
"Mustafa Kemal'in Askerleriyiz".
Bu gerçeği göremeyenler, Mustafa Kemal'e dil uzatanlar  tarihin çöplüğünde debelenmekteler !

13 Mart 2015 Cuma

ÇANAKKALE SAVAŞLARI

Bundan 100 yıl önce 18 Mart 1915’te bizden silah ve mühimmat bakımından üstün müttefik kuvvetlerini batı’nın tam kenarında, Çanakkale’de durdurmuştuk. Çanakkale muharebelerinin en önemli sonucu, Türklerin çoğunlukta bulunduğu coğrafyayı korumuş olmasıdır. Bugünkü Türkiye’nin ve milletin varoluş sebebi buradadır.
Eğer 1915 yılında müttefikler Çanakkale’deki direnişi kırıp İstanbul’u işgal etselerdi, Osmanlı Devleti vaktinden önce sona erecek, Anadolu’da bir milli kurtuluş savaşı için şartlar gelişmemiş olacak ve belki de en önemlisi Mustafa Kemal hiç sahneye çıkamayacaktı.

Yine unutmamak gerekir ki, 1915’te Çanakkale cephesinin çökmesi durumunda Rusya yolu açılacağından, çok büyük ihtimalle çarlık rejimi ayakta kalacak ve aldığı İngiliz yardımı ile daha da güçlenerek Türkiye’nin doğusunu tamamen ele geçirecekti.
Müttefik devletlerin 1915 yılında Çanakkale’de durdurulmaları Osmanlı devletini yıkımdan korumuştur. Böylece Türk milletinin haritadan silinmesini önlemiştir. Kurtuluş Savaşı’nda da Çanakkale’den alınan güçle başarı elde edilmiştir.
Çanakkale muharebelerinde Britanya İmparatorluğu, Fransa, Hindistan, Avustralya, Yeni Zelanda, Senegal gibi ülkelerin askerleri ile savaştık.
Bu muharebelerde Türk insanı cephede ve cephe gerisinde muazzam bir direnç göstermiştir.
Çanakkale ruhu dediğimizde de bu direnç aklımıza gelmelidir.
Çanakkale muharebelerinde Mustafa kemal’in karar vericiliği ve yönetim tarzı savaşın gidişatında en önemli belirleyici rolü oynamıştır.
Mustafa Kemal’in karar vericiliği Türk askerinin inanılmaz mücadelesi ile birleşince Çanakkale geçilmez olmuştur.

 I.Dünya savaşında Türk ordusunda lojistik destek ve kuvvetler arasındaki koordinasyon eksikliği ve devasa problemler de göz önüne alındığında Mustafa Kemal önderliğinde Türk askerinin özgüveni, sabrı ve kararlılığı ile gerçek bir destan yazdığı görülür.
Çanakkale’de her iki tarafında insani açıdan büyük kayıpları olmuştur.
Bu savaşlarda özellikle ülkenin gelecek vaat eden subayları da kaybedilmiştir. Çanakkale muharebelerinin her safhasında çarpışan Türk insanı canını dişine takmış, cephane sıkıntısına rağmen saldırgan devletlerin askerlerine geçit vermemiştir.
Bu konuda en güzel örnek 57.ci alayın “Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve başka komutanlar gelebilir” diyen Mustafa Kemal’in emrini yerine getirmesi ve olduğu yerde düşmanla mücadele ederek şehit olmalarıdır. Bu mücadele bu emirle bütünleşen Türk askerinin tarihe altın harflerle kazıdığı başarıdır.

Türk milleti, kendi toprakları üzerinde yenilmeyeceğini ve esareti kabul etmeyeceğini bütün dünyaya kanıtlamıştır. Milli birlik ve beraberliğin büyük güçleri nasıl ezdiğini göstermiştir. Bu savaşlarda cephe gerisinde lojistik destek sağlayan, kurtuluş savaşında ise "Kağnı Kolları" oluşturan binlerce isimsiz Türk kadınının da yeri asla unutulmamalıdır.
Çanakkale savaşlarından yıllar sonra İçişleri bakanı Şükrü Kaya Çanakkale bölgesini teftişe gidecektir. Atatürk’ün yanına uğrar. Atatürk Kaya’ya şöyle der;
 "Çanakkale’yi ziyaret ettiğin zaman aziz şehitlerimizi de ziyaret edeceksin.Bu görevi yapacağına kuşkum yok!...Amma sen,dünyaya hitap edercesine konuşacaksın. Çanakkale’de yalnız bizim şehitlerimizi değil bu toprak üstünde kanlarını döken insanları da,o kahraman savaşçıları da saygıyla anacaksın!...."
 "Paşam, ben bunu yapamam. Çünkü bu sözler, ancak sizin söyleyebileceğiniz yüksek sözlerdir."
 "Söyleyeceksin!...Çanakkale’den dünyaya karşı böyle konuşacaksın, senin böyle konuşman gerekir!..."
Gece köşke gene geldiğim zaman Atatürk, elime yazılı bir kâğıt uzattı. Yapmamı istediği konuşmayı hazırlamıştı bile. Yabancı savaşçılara yapacağım konuşmanın sözcükleri şöyleydi:
“…Bu yurdun toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar!...Burada bir dost yurdun toprağındasınız. Huzur ve sessizlik içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız.
Uzak diyarlardan evlatlarını savaşa gönderen anneler… Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık BİZİM EVLATLARIMIZ OLMUŞLARDIR…”
O, dün yendiği uluslara karşı düşmanlık, kin beslememiş, en insanî, en uygar duygularla dostluk elini uzatmıştır.
Çanakkale’de bu vatan için toprağa düşmüş binleri saygı ile anıyorum.
”Vatan size minnettardır.”

11 Mart 2015 Çarşamba

SONRA MEKTUPLAR GELDİ AKLINA!

Bahçenin uzak köşesinde yüzünü güneşe vermiş düşünüyordu. Kuşku ve tedirginlik içinde kıvranıp avuçlarını kan ter içinde kalırcasına sıkıyor sıkıyordu. Gözlerinin etrafı morarmıştı. Beklenmedik bir yağmurun ılık, ama serinletici damlalarına nasıl söz anlatılamazsa o da yüreğine söz anlatamıyordu. Ve kendisine uzanacak o ince narin parmakları hayal ediyordu.
Saçlarını rüzgar dağıtırken, sen onun içindeki acıdan habersizdin. Nasıl bir hüzün ve ızdırap içinde olduğunu hesap edemiyordun. Edemezdin de zaten.  Çünkü farkında bile değildin.
Farkında değildin içten içe yüreğini kuşatan, kimi zaman mutluluk, kimi zaman bir damla gözyaşı olan acı, hüzün ve mutluluğun.
Sonra… Evet, sonra mektuplar geldi aklına. Kokusu, tadı, insanı alıp dağlara, kırlara götüren mektuplar. Giz dolu, sır dolu mektuplar. İnsanın içini sızlatan, yüreğini burkan, duygu seline bırakan mektuplar. Anaların oğullarına seslendiği, özlem ve gözyaşı kokan mektuplar.
Gözlerinde mutluluk ışıkları yandı söndü. Mürekkebi kâğıda iyice sinsin diye sözcükleri yavaşça ve bir sanatçının titizliğiyle oya gibi işledi mektubuna. Acı ile birlikte sevgiyi de yüreğinde hissetsin diye özenle seçti kelimeleri. İstedi ki incinmesin, kırılmasın. Yüreği yanmasın, burkulmasın.
Ne ki, acıyı da sevgiyi de, insanlığı da çok gördüler. Yalansız yaşamak isterdim dediğinde bile yüreğini cehaletin en onulmaz yalanları ile doldurduklarının farkında bile değildin.
Yıllarca kendi yalanımızın da başkalarının yalanının da yükünü taşımıştık omuzlarımızda. Bedeller ödenmişti ortaçağdan günümüze çoğu zaman. Ödenmeye de devam ediyordu.
Gazetecinin, politikacının, kitapların, büyüklerin yalanları ile geleceği yakalamayı başarabilmek çok zordu. Kuşkular ve korkular bir kez yüreğine işlemişti.
Sen batıya diğeri doğuya gittiğinde yalan imparatorluğu hâkimiyetini çoktan kurmuştu. Günün birinde yıkılmaman ve yok sayılmaman için direnmen gerektiğini biliyordun. Ama direnemedin.
Şunu hiç unutma ki geleceği inşa ederken yalanlardan kurtulmanın yolu geçmişi iyi anlamaktan geçer. Kendileri gibi düşünmeyenleri, kendilerine karşı olanları temizleyebilmek ve hesaplaşabilmek için yine yalanlara ve korkulara başvuracaklardır. Hiç günahı olmayan insanlara, dağlara, ormanlara, derelere saldıracaklardır. Öfkeleri geçinceye kadar, korku imparatorluğunu kuruncaya kadar esip gürleyeceklerdir.


NOT: 2008 yılında yazdığım bir yazı...

6 Mart 2015 Cuma

"DÜŞ BATIMI" OKUNMASI GEREKEN BİR ROMAN


"Anasından kalan, mezar kadar karanlık ölüm kadar soğuk, olan tek odalı evinde hayata tutunma hayatta kalma mücadelesi veriyordu Zeynep... Anasının ölümünden sonra komşulara ekmek yaparak, evlenecek kızlara işlengi işleyerek geçimini sağlıyordu. Gündüz zamanının büyük bir bölümünü dışarıda insanların arasında geçirdiği için rahattı. Akşam olduğunda sessiz soğuk ve karanlık evinde keşkeleriyle, yüreciğini yakan evlat hasreti, özlemi, anıları, belki de hiçbir zaman gerçekleşemeyeceğini bildiği hayalleri ile sabaha kadar boğuşarak geçiriyordu zamanını."
"Düş Batımı" adlı romanında böyle diyor yazar Hanife Mert. Zeyneb'in yaşadığı açmazları, acıyı anlatırken.  Feodal çarkın kırılmadığı dahası kırılmasının çok zor olduğu bir hayatın ne denli acımasız olabileceğini de. Çaresizliğin acı yüzünü de. Birbirini yeterince tanımadan yapılan evlilikleri ve çocuk gelinler sorununu akıllara getiriyor.
Romanın ilerleyen sayfalarında yaşanan aile dramı yürekleri burkuyor. Yazar kolay okunabilir, sürükleyici ve akıcı bir dil ile anlatmış Hasan'ın, Zeyneb'in, Elif'in dramını. Coşkularını, hüzünlerini, beklentilerini, özlemlerini, hayallerini. Çoktandır özlediğimiz Anadolu insanının kullandığı ve anlaşılması kolay olan bir anlatımla okuyucularının karşısına çıkıyor.
Aslında anlatılanlar bir bakıma çatlayan duvarları, farkında olmadan çürüyen asırlık çınarları, yüz yıllardır bilinen ilişkilerde ki çatlakları bir kez daha sorgulamamıza vesile oluyor.
Hasan'ın gökyüzünde küme küme özgürce uçan kuşlara bakıp "ben de sizin kadar özgür olmak istiyorum artık, diye nara attı." cümlesinin altında yatan boş vermişliği, özlemi, vurdumduymazlığı, çocuğuna sahip çıkmayı gerçekleştirememeyi düşündürüyor. Bir babanın sorumsuzluğunun nelere mal olacağını da. Bu bağırışta karşımıza çıkan bir korkudan da söz edebiliriz. Oğlunun ölümü ile suçladığı Zeynebin küçük Savaş ile içinde bulunduğu sıkıntılı durumu görmezden gelmesi, henüz bir yaşına gelmemiş küçük Savaş'ı çaresiz anası ile bir sığıntı gibi bir başkasının evinde yaşamaya mecbur kalmasını görmezden gelmesinin verdiği sorumsuzluğu görmemize neden oluyor.
Bu bağlamda okuyucuya yaşamın zorlukları, sıkıntıları hakkında gerçekleri verirken, bir yandan da aile bireylerinin birbirini suçlaması ve çözüm yolu aramamasının ne denli acılara neden olabileceğini de veriyor. Zihinlere bir çivi gibi çakıyor.
Yazar, "içten içe olan" ve göremediğimiz, görmek istemediğimiz bir şeylerin üstlerindeki kalın örtünün sıyrılıp görünür olmasını da sağlıyor. Görünür kılınsa da derindeki örtünün üzerindeki ağır ve kalın örtüyü bir ucundan ancak aralıyor. Yaşanılanların bir kader olarak algılanmasına neden oluyor.
Günlük hayattaki özlemleri, aşkları, hayalleri bir koza gibi örüyor satır aralarında. Olumsuzlukların insanları nasıl bunalıma, anlamsızlığa götürdüğünü okuyucunun yüzüne çarpıyor.
Yazar, yapıtını okuyucu ile baş başa bırakıyor. Okuyucu bu bağlamda kendisine pek de yabancı olmayan, zaman içinde çevresinde duyduğu, şahit olduğu olayları bire bir satır aralarında sezinliyor. Kendini ve çevresini sorguluyor. Olması gereken ile olmaması gerekeni zihninde şekillendiriyor.
Her yıl yüzlerce kitabın yazıldığı, lakin çok azının okuyucu ile buluşma şansı bulduğu bir yazın dünyasında "Düş Batımı" kendisini fark ettiriyor. Okunabilir kılıyor. Okuyucuya yabancı olmayan bir yaşam öyküsü ile karşımıza çıkıyor.
"İnsan bazen kaçmak ister. Kendinden kaçmak. Hatta kendinden kaçıp gölgesinde gizlenmek ister..." Romanın kısa ve net özeti olsa gerek.
Şubat 2015 de  "Gece Kitaplığı"nda çıkan romanda anlatılan olaylar da  bir babanın ve kızı ile boşandığı kocasını uzaktan da olsa seven bir yüreğin acı son ile karşılaşması okuyucunun gözlerinin nemlenmesine neden oluyor.
Yazar Hanife Mert uzun süredir görmek isteyip de göremediklerimizi bize gösteriyor. Kendimizi ve çevremizi sorgulamamızı sağlıyor.
"Düş Batımı" yazarın ilk romanı. Sonraki öykü ve romanlarında okuyucuyu işleyeceği konularla düşündürmeye devam edeceği kesin.

Edebiyat dünyamıza  kazandırdığı eserin yanı sıra edebiyat dünyası da bir yazar kazanmıştır.

1 Mart 2015 Pazar

TARTIŞMA KÜLTÜRÜ


Kimi yazıların altında okuyucu yorumlarına sıkça rastlarız. Yapılan yorumlar okunan yazıyı algılama seçeneğine, yorumcunun bilgi düzeyine, yazarın ileri sürdüğü fikir ve düşüncelere katılıp katılmamaya, konunun öne çıkmasına tepki duyup duymamaya, çıkarımıza ters düşüp düşmemesine, dünya görüşümüze ve siyasi anlayışımıza, yaşam düzeyimize göre değişir.
Günümüz teknolojisinde faydalanma olanağı bulup sanal ortamda yazı yazanların sayısı epeyce artmış durumda. Çeşitli haber sitelerinin verdikleri haberlerin altına okuyucular tarafından yapılan yorumlardan tutunda, çeşitli sitelerde yazı yazan kalemşorların yazdıkları yazıların altına yapılan yorumlara sıkça rastlanmaktadır.
Bu şekilde haber ve yazıların altına yapılan yorumlar çoğunlukla “müstear” adla yapılmakta, gerçek hayatta söz söyleme, fikir üretme, hatta bulunduğu ortamda kale alınma olanağı bulunmayanlar, sanal ortamı “sallama tahtası” yâda “ nişangâh” olarak kullanmakta bir beis görmemekte. Yaptıkları yorumlar sonrası hafiflemiş olarak günlük yaşamın hay huyuna karışıp gitmekte.
Kimi zaman “hafızayı sevmeyen”, daha doğrusu geçmişte yaşananları işine geldiği gibi hatırlamayı seven bireyler olarak öne çıkmayı kendimizce marifet sayarız.
Oysaki yazdıklarımızın, söylediklerimizin hafızamızda depoladığımız bilgi kırıntılarının, yaşam tarzımızın, gelişim ve anlayış düzeyimizin bir yansıması olduğunu aklımıza bile getirmeyiz.
Bu şekilde yazılanlar çizilenler, özellikle birbirlerini tanıyan, daha önce bir şekilde bir arada bulunma olanağı bulmuş insanlar arasında vuku buluyor ise, daha da derin düşünme, bir konuşup on dinleme, karşısındaki şahıslara her halükârda bir güvensizlik ve mesafeli yaklaşımı çağrıştırmaktadır.
 M.Şehmus Güzel “Abidin Dino” adlı yapıtında “Bazı şeyleri açıklamak zordur, insanlar niye mesela otuz kişi bir araya gelir de, neden beş tanesi arasında bir yakınlık olur da otuzu arasında olmaz? Sonra neden o beş kişiden ikisi arasında bir arkadaşlık olur da öbürleri arasında olmaz?” diye sormaktadır.
 Değerli okuyucular;
Bu tür yorumlara ve olumsuzluklara bizlerinde aşina olduğu ve hatta üyesi olduğumuz kimi internet sitelerinde de rastlamaktayız.
Belli bir amaç için bir araya gelmesi, bir araya gelerek çözüm üretmesi gereken, oluşturacağı ya da önereceği fikir ve düşüncelerle bulunulan toplumun ya da bireylerin ileri gitmesi için uğraş vermesi gereken yazar ya da kimi yorumcuların “kısır çekişmeler” içerisinde bulunuyor olması yadırganan ve istenmeyen bir durumdur.
Özellikle ikili görüşmelerde öne çıkan konuların, pervasızca topluma açık internet sitelerinde deşifre edilmesi güvenirlilik açısından yakışıksız ve etik olmayan bir davranıştır.
İkili görüşmelerin bu şekilde toplum önünde tartışılması ise yadırganacak bir davranıştır. Durum bu minvalde olunca kimse kimseyle ikili görüşmelerde bulunmayacak ya da karşısındaki kişiye belli konularda düşüncelerini açıklamaktan kaçınacaktır. Deyim yerinde ise “sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yemeyi tercih edecektir”.
Etik olmayan davranışlar topluma yarar yerine zarar getirecek. Fikir ve düşünceler enine boyuna tartışılmayacak, hatta kimileri kenara çekilecek sadece olan biteni seyredecektir.
Bu tür ve benzeri oluşabilecek olumsuzlukların yaşanmaması için yazar ve yorumcuların üyesi bulundukları platformları olması gerektiği gibi kullanmaları ve tartışmaların “tartışma ölçütü” kavramı içinde yapılması kaçınılmazdır.
Herkesin şapkasını önüne koyup bir kez daha düşünmesi gerektiği kanaatini taşımaktayım.
İyi bir “tartışma kültürü” ortamının bireylere kazandıracağı ile aksi durumu kıyaslamak ise değerli okuyuculara kalmaktadır.

        NOT: Yukarıdaki yazı ilk defa bloğcu.com'da 21.08.2008                  tarihinde yayınlanmıştır..