29 Aralık 2016 Perşembe

YESEMEK AÇIK HAVA MÜZESİ

Yesemek Açıkhava Müzesi'nin önemi zengin bir taş ocağı olduğu kadar eski Yakındoğu'nun en büyük atölyesi olmasıdır. İslahiye ilçesinde yer alıyor. İlçede bugüne kadar yontu ve heykel taslağı açığa çıkarıldı.
Bölgenin Hitit egemenliğine girdiği, imparator Suppiluluma zamanında (İÖ. 1375_1335) işletmeye açıldığı yüz bin metrekare alanı kaplayan heykel okulunda sfenksler, aslan heykelleri, dağ tanrıları, savaş arabaları, karışık yaratıklar, çeşitli mimari parçalardan oluşan zengin bir koleksiyon görülüyor.

Arazi gri renkte Dolorit diye de bilinen sert ve ince gözenekli Bazalt taşlardan oluşuyor.

MALABADİ KÖPRÜSÜ

Malabadi, dünyadaki taş köprüler içerisinde kemer açıklığı en geniş olanlar arasında. Diyarbakır Silvan yolu üzerindeki köprü, bölgede bir zamanlar hüküm süren Artukluların eserlerinden biri. Üzerindeki kitabeden 1147 yılında yaptırıldığı anlaşılan bu tarihi eser renkli taşlarla döşeli.

28 Aralık 2016 Çarşamba

KRAL İÇİN AV VE GEZİNTİ HALKIN SORUNLARINDAN DAİMA ÖNCELİKLİDİR

Afganlı kız çocuklarının okuma ve öğrenme isteklerinde kollarının ve kanatlarının nasıl budanmak istendiğinin kısa öyküsünü de biz verelim.
Kısa ve öz… .
Doruklarını gökyüzüne doğru kaygısızca ve pervasızca uzatan görkemli dağlar arasına sıkışmış, kimi bölgeleri ise bozkırın ve çölün gizemli duruşunda yoğrulan Afganistan istikrarla pek de tanışık değil.
Kral Emanullah Han’ın 1929 yılı itibariyle devrilmesi ile iktidara gelen Nadir Şah bütün reformları iptal eder. Moskova ile ilişkileri donduran Nadir Şah 1933 yılında bir okul ziyareti sırasında öğrencilerden birinin bıçaklı saldırısı sonrasında yaşamını yitirir.
Yerine oğlu Muhammed Zahir Şah geçer. 1933’ten 1973’e kadar zayıf karakterli, uyuşuk, tembel ve dış dünya ile pek ilgisi olmayan kralın yerine ülkeyi daha çok -onun adına- akrabaları ve amcaları yönetir. Afganistan yıllar boyunca tam bir “duraklama dönemi” diyebileceğimiz ortamda var olma mücadelesi verir.
Kral için av ve gezinti halkın sorunlarından daima önceliklidir.
Bu dönemin son yılları 1963 yılında Başbakanlıktan uzaklaştırılan kralın kuzeni Muhammed Davud’un iktidar mücadelesine sahne olur.
Muhammed Davud tekrar iktidara dönmek için fırsat kollamaktadır. Kralın ülkeyi iyi yönetemediğini iddia eden ve kendisinin başbakanlıktan uzaklaştırılmasını hazmedemeyen Davud iktidarı ele geçirmek için fırsat aramaktadır. Kralın 1965 yılında kabul edilen Anayasaya “kraliyet ailesinden kişilerin kabinede veya öteki yüksek makamlarda görev alamayacağı” maddesini özellikle kendisi için koydurduğunu düşünmeye başlar.
Davud ordu içindeki yandaşları ile görüştükten sonra kralı devirmeye karar verir ve harekete geçmek için uygun zemini aramaya başlar.
Davud, ihtilal planının uygulamasında ordudaki subayların yanı sıra sivil olan Halkiler ve Perçamiler’nde desteğini alır. Nihayetinde kral İtalya’nın İschia kentinde çamur banyosunda dinlenirken 17 Temmuz 1973 günü Davud’u destekleyen ordu birlikleri stratejik merkezleri işgal ederek iktidara el koyar.
Davud Kâbil radyosunda yaptığı konuşma ile “Cumhuriyetin ilan edildiğini” duyurur. O’na göre “Cumhuriyet hem İslam’ın gerçek ruhuna hem de modern çağın gereklerine daha uygundu.” 1977 yılında Cumhurbaşkanı Davud yeni bir anayasa kabul eder. Ancak gelişen olaylar ve Moskova’dan uzaklaşma çabaları sonunda, Moskova Davud’tan kurtulmanın zamanının geldiğine karar verilir.

Sonuçta 27 Nisan 1978 günü ordu ve sivil destekçileri bir kez daha iktidar değişikliği ile Davud’u alaşağı ederler. Ancak Moskova yakın takipten hiçbir zaman ayrılmaz. Afganistan’da oluşan olaylara müdahil olur. Sonuçta Afgan Cumhurbaşkanı Hafızullah Âmin’in ABD’ye yakınlaşma çabaları, hükümetin ayaklanmaları bastırmada yetersiz kalması ve nihayet Afganistan’ın mücahitlerin eline geçme tehlikesinin belirmesi sonucunda 27 Aralık 1979 tarihinde Sovyet komandolar bir kez daha Afganistan’ın stratejik kurumlarını ele geçirir ve Babrak Karmal’ı iktidara taşır.
1978 yılındaki kanlı darbeden Sovyet işgaline, 1990 yılındaki şiddetli iç savaş koşullarından boğucu Taliban yönetimine kadar yıllar boyu cefa çeken çoğu Afgan şehir ve kasabaları bu süreçte harabeye döner.
1994 sonbaharında ortaya çıkan Taliban’ın üç yıl gibi kısa bir sürede tüm muhalifleri tasfiye edip iktidarı ele geçirmesi ve uygulamaları tüm dünyada geniş yankı yapar.
Acıların en büyüğünü  Afgan halkı çeker.
Taliban’ın uygulamaları karşısında şaşıran batılı ülkeler Taliban’dan kurtulmanın çarelerini araya dursunlar, bu arada Taliban’ın özellikle kadınlara, eğitime, çağdaşlaşmaya, modern yaşam koşullarına karşı aldığı tavır ve kimi uygulamalar Afgan halkının sinmesine ve uygulamaları benimsemesine neden olur.
Biz burada Afganistan’da iş başına gelen hükümetlerin uygulamalarını yermek ya da onaylamak amacında değiliz.
Ancak yukarıda kısa bir özetini verdiğim Afgan tarihindeki köşe taşlarını ve sonuçlarını da iyi yorumlamakta ve gelinen noktada özellikle kadınlara ve kız öğrencilere yönelik kimi uygulamaları da iyi tahlil etmekte yarar vardır.
Benim bu yazıyı yazmama neden olan haber “Taliban’a inat, okula döndüler” başlığını taşıyor ve basında yer alıyordu.
Her ne kadar Taliban yönetimi ve Molla Ömer işbaşında değilse bile kırsalda hala etkinliklerinin sürmekte olduğu bilinen bir gerçektir.
15 Ocak 2009 tarihini taşıyan İlgili haberin detayı ise şöyle idi.
“Afganistan’ın Kandahar eyaletinde iki ay önce yüzlerine asit atılarak saldırıya uğrayan kız öğrenciler, buna rağmen okula gitmeyi sürdürüyor. Atılan asit nedeni ile yüzü ağır şekilde yanan 17 yaşındaki Şamsiya, gözünün etrafındaki yaralar yüzünden okumakta güçlük çekmesine rağmen, öğrenimine devam etmekten vazgeçmemiş.  Annesi okuma yazma bilmeyen Şamsiya, “Bana bunu yapanlar kadınların eğitim görmesini istemiyor. Bizim aptal olmamızı istiyorlar” diyor.  Pakistan’ın kuzeybatısındaki Svat Vadisi’nde hâkimiyet kuran Taliban militanları, kızların okula gitmesini ve müzik marketleri yasakladı; berberlere de sakal tıraşı yapmamaları için baskı uyguluyor.”
Afganistan’da yüzüne asit atılıp yaşamları zora sokulmaya çalışılan Şamsiya ve diğer kız çocuklarının suçu nedir?
Bu çocukların suçu okuma yazmayı öğrenmek istemeleri midir?
Okula giden kız çocuklarının okumasının engellenmesindeki amaç nedir?
Taliban’ın Afganistan’da kadınlara ve kızlara yapmak istediği şey yoksa Şamsiya’nın cümlesinde mi gizlidir?
İyide Afganlı kadınlar ve kızlar -okuma yazmayı öğrenip-  dini bilgileri ve Kuran-ı Kerim’i okuyup öğrenmek isterlerse ne olacak?
Burka ile yüzlerini gizlemek zorunda kalan, giyim ve kuşamlarına karışılan, evden dışarıya bir akrabası olmadan çıkmaları pek olanaklı olmayan bu kadınlar ve kızlar gerekli bilgileri nasıl ve nerede alacaklar?
Soru sormayı gerektiren bir durum varsa o sorular uzar gider. Ta ki sorulan sorulara gerekli yanıt alınana kadar.
Dolayısıyla,
Çağdaş yaşam normlarının ve demokrasi uygulamalarının Afgan halkı ile buluşması yine Afgan halkının vereceği kararla mümkün olacaktır.
Ya geçmiş yaşam koşullarının ve uygulamaların devamı ile yaşam bulurlar ya da modern dünyanın uygulamaları ile kucaklaşırlar.
   


27 Aralık 2016 Salı

AFGAN KADININA TALİBAN REJİMİNİN KOYDUĞU YASAKLAR

Taliban Afganistan'da 1996 yılı eylülünde başkent kabil'i ele geçirdiğinde öğretmenlerin ve doktorların yüzde ellisinden fazlası kadındı.
Çalışan kadınlar kalabalık olan ailelerine bakmakla yükümlüydü.
Taliban yönetimi ele aldığında kadınlara yönelik yasaklar getirdi.
Çalışmaktan alıkonulan kadınlar dilencilik yaparak ailelerinin geçimini sağlamaya başladı.
Başka da çareleri yoktu.
Taliban'ın Afganistan kadınına getirdiği yasakların bırakın insan hakları ile uzaktan yakından ilgisini Afgan kadınını kıpırdayamaz duruma getirmiştir.
Afganistan'ın şu anda içinde bulunduğu durum Taliban rejiminin bir sonucudur.

İlk başlarda barış ve huzur ortamı gelecek diye umutlanan halkın büyük bölümü Taliban yönetimi konusunda iyimserdi.
Ülkede tek bir grubun yönetimi ele almasıyla, özledikleri, yıllarca hasret kaldıkları huzura nihayet kavuşacaklarını sanıyorlardı.
Eski Devlet Başkanı Necibullah'ın Hindistan'a kaçmayı başaran (Necibullah Taliban tarafından idam edilmiştir) yardımcısı Abdülkerim Hatip bu konuda bakın ne diyordu: "Mücahit döneminde Kâbil'de her örgütün kendi kuralları ve yasaları vardı. Şimdi (Taliban yönetimini kastediyor) ise tek bir yasa, tek bir düzen olacak. Bugün Afgan halkının en tatlı hayali barış ve huzurdur. Ülkeyi hangi örgütün yönettiği kimsenin umurunda değil, Yeter ki barış olsun."
Eski Devlet Başkanı yardımcısı böyle düşünüyordu.
Lakin kısa sürede yanıldığını hem o hem de Afganlılar anlayacaktı.

Ortaçağ beyinli bu adamların Afgan Kadınına yönelik çıkardığı yasaklara göz atıldığında.
Kadınların çalışması yasaklandı.
Kadınların okula gitmesi yasaklandı.
Kadınların erkek doktor tarafından tedavi edilmesi yasaklandı.
Burkasız dışarıya çıkmaları yasaklandı (Suudi Arabistan'da da Abeyesiz kadınların dışarı çıkması yasak)
Dışarı çıkacak kadınların yanında erkek akrabalarından birinin olması gerekiyordu (Suudi Arabistan'da da bu geçerli.)
Sesini ailesi dışında birinin duyması yasaklandı.
Yürürken iskarpinleriyle ses çıkarması yasaklandı.
Afgan kadınlarının yüzüne kezzap atılması sıklıkla haberlere konu olur.
Nedeni ne ola ki bir kadının yüzüne kezzap atılarak tanınmayacak hale getirilmesinin?
İşin tuhaf tarafı kadınların doktorluk yapması yasaklandı,
Kadınların erkek doktor tarafından tedavisi de yasaklandı.
Eee bu durumda hastalanan bir kadını kim tedavi edecek ?
İktidarlarını pekiştirmek için, kadınlardan durduk yere, burkalıyken, çarşaflıyken dahi tahrik olanlar (yürüyüşünden misal) kadınlara bu yasakları koyma yolunu seçmişlerdir.




                                                                       

25 Aralık 2016 Pazar

VİCDAN

Eski Yunan trajedilerinde kimsenin yaptığı yanına kalmaz.
Trajediyi anlatan yazarın istediğidir belki de o.
Her ne olursa olsun  bu vicdan muhasebesi yapan için geçerlidir.
Kaba ve duygusuz olan için yaptıklarını vicdan muhasebesinden geçirmek olanaksızdır.
Çünkü o kendince doğru olanı yapmaktadır.
Ve ne yazık ki doğruyu araştırma gereğini bile duymaz.
Ona göre tek doğru kendisidir.
Bu düşüncede olanın vicdan muhasebesi yapması beklenebilir mi?
Vicdan duygusunun temelinde, cezalandırılma korkusu yatar.
Bu korkuyu içinde hisseden başkasına zarar vermekten de korkar.
Vicdansızlık yapan, vicdanını rahatlama yolunu da bulmuştur.
Bu farklı kültürlerde ve anlayışlarda da farklı şekildedir.
Bir insanı öldür, ırzına geç, bedava denecek ücretle çalıştır emeğini sömür, rant için kırk takla at sonra da git vicdanen huzursuzum de kendini aklamaya çalış.
Örneğin Katoliklerin günah çıkarması gibi.
Bu  başkalarının hakkını gasp edenlerin sıklıkla başvurduğu bir yoldur.
Kendini kandırmanın ve yaptıklarından kurtulmanın bir yolu olarak görülür.
Lakin, vicdan duygusu yüzyıllar boyunca ne yaparsanız yapın insanı rahat bırakmamıştır.

Bu duygu gerçeği görmekle, yaptıklarından pişman olup bir daha yapmamakla, bilgiyle çoğalır.

24 Aralık 2016 Cumartesi

PATARA


Patara, Lykia'nın ana limanıydı. Geçmişi İÖ. 2000'li yıllara uzanan kent, Büyük İskender'den sonra Lykia'nın başkenti oldu. Kaş ilçesi sınırlarına dahil olan kentin kumsalı denizkaplumbağalarının önemli yuvalama alanı.

IHLARA VADİSİ


Ihlara Vadisi, dik kaya duvarlarına oyulmuş mağara evleri, kiliseleri ve yamaçlarına kurulmuş köyleriyle, içinden geçen Melendiz Çayı ve ona eşlik eden yeşil bahçeleriyle bir mucizeler dehlizi. Aksaray'ın Güzelyurt ilçesindeki vadi, konuklarını eşsiz bir rüyalar alemine sürüklüyor.

22 Aralık 2016 Perşembe

EKONOMİNİN KÜRESEL AYAĞI GERÇEĞİNİ DE UNUTMAMAK LAZIM



Analizi yapılan ekonomik verilere göz atıldığında karşımıza çıkan önemli açıklamalardan biri doların Türk Lirası karşısındaki artışı diğeri ise dış ticaret açığı.
Türk Lirası, dolar karşısında bu yıl %34 değer kaybetti.
Dış ticaret açığı azalması gerekirken bu yıl bir önceki yıla göre %29 arttı.
Dolayısıyla şirketlerin dolar cinsinden borçlarını karşılama olanaklarının da zayıfladığını söyleyebiliriz.
Türkiye ekonomisinin büyüme hızı, son yıllarda ilk kez % -1.8 oranında geriliyor bu gerilemede iç tüketimdeki azalmanın etkisi söz konusu.
Bugün gazetelerin ekonomi sayfalarına düşen önemli bir haber vardı.
"Türkiye ekonomisi çöküyor" manşeti ile yayınlanan haberin kaynağı Commerzbank'ın raporu.
1870 yılında Hamburg'da kurulan bankanın merkezi Almanya'nın Frankfurt kentinde bulunuyor. Banka uluslararası bankalar statüsünde.
"Commerzbank, TUİK'in açıkladığı büyüme verilerini mevsimsellikten arındırdı.
Ekonomistlere göre bu hesapla Türkiye ekonomisi yılın üçüncü çeyreğinde bir önceki çeyreğe göre % -4.5 oranında küçüldü.
TUİK ise ekonominin yıllık bazda %-1.8 oranında küçüldüğünü açıklamıştı."
Raporda sonuç itibari ile söylenmek istenen durum önümüzdeki aylarda çok sert aşağı yönlü revizyonların olacağı.
Umarım raporda açıklana tahminler gerçekleşmez.
Ekonomi bir ülkenin can damarıdır.
Gelir ve geçim kaynakları ekonomik verilerle doğru orantılıdır.
2007'den bu yana dünya ciddi bir ekonomik sıkıntı içinde kriz dalgalarıyla savruluyor.
Ekonominin küresel ayağı gerçeğini de unutmamak lazım.
Ekonomi küresel ekonomiden bağımsız değildir.
Ülke ekonomilerini etkileyen faktörler arasında, demokratikleşme, insan hakları, rekabetçi ve serbest piyasa ekonomisi ile bağımsız kurumların varlığı unutulmamalıdır.
2007'den bu yana kapitalist ülkeler tarafında kurulan liberal dünya düzeninin sac ayaklarının sarsılması sonucu belirsizlik ortamının gelişmesi de piyasaları etkilemektedir.
Dünya genelinde ülkelerin borç yüküne ve gelir dağılımına bakmak yeterli.
Toplam hasılası 70 trilyon dolar olan dünya ekonomisinin liberal düzeninde, 2002 yılında  62 trilyon dolar olan toplam borç stoku 2007'de 112 trilyon dolara yükselmiş.
Sonuç 2007 mali krizinin patlaması.





20 Aralık 2016 Salı

MERAK ETME TÖKEZLEMEZLER

Orta boylu, gecesini gündüzüne katıp yağmura, çamura, soğuğa aldırmadan günlük işleri bitirmeye çalışan, kavruk yüzlüydü babam. Kahverengi gözlerinde insana dostluk ve güven veren bir sıcaklık vardı. İri burnunun kusurunu bıyıkları gizliyordu. Yılların yorgunluğuna rağmen dik duruşundan bir şey kaybetmemişti. Uzun yıllar büyük bir özveri ile mücadele etmişti. O mücadelesi yılların yıpratıcılığına rağmen devam ediyordu. Öte yandan kırsaldaki yaşamı ile hesaplaşması hem yitip gitmiş  kuşağa , atalarına bir saygı duruşu hem de gelecek kuşağa yol göstericiydi.
Ocağın üzerindeki yemek tenceresini indiren annem yer sofrasını hazırlarken babama bakarak " yeter artık bırak çocuklar yemeklerini yesinler. Günün yorgunluğunu çıkarsınlar. Başladın yine vaaz vermeye." diye çıkıştı.
Annemin serzenişine aldırmayan babam sofranın başında her zamanki aldırmazlığıyla konuşmaya devam etti.
"Yahu bir sus kadın. Ben çocuklar hayatın zorluklarını, gel gitlerini görsünler, doğruyu yanlışı birbirinden ayırt etsinler, zalimin yanında yer almasınlar, haklının ve muhtacın yanında dursunlar, gelip geçici günü birlik kararlar yerine yaşamlarını zora sokmayacak kararlar alsınlar istiyorum. Hayat kolay değil. Kolay olsa bu sıkıntılar yerini rahat bir yaşama bırakmaz mı? Hayatın yolu dikenlerle, taşlarla döşeli. Mühim olan o dikenlere taşlara takılıp tökezlememek."
"Merak etme tökezlemezler." diyen annem küçük kardeşimin dağılmış dalgalı ve uzun saçlarını düzeltti.
Bedeni, yanan ocakta tezeklerin alevlere teslim olması gibi, yorgunluğa yenik düşen babam sustu. Günün kızılca kıyametinde yaşadığı şok yeterince güçlü olmalıydı ki sofranın kalkmasıyla sırtını ağır aksak ocağın kenarına yasladı. Yüzünde ki derin çizgiler yaşadığı zor yaşam koşullarının dışa vurumuydu. Yıllarca tarlada tapanda karın tokluğuna çalışmış, çocuklarını yetiştirmek, okutmak, kimseye muhtaç etmemek için gecesini gündüzüne katmıştı. Tek derdi bin bir zorlukla yetiştirdiği çocuklarının da çektikleri sıkıntı ve çileyi çekmemesiydi. Ceketinin yan cebinden tütün tabakasını çıkardı. Sigara kağıdından bir yaprak kopardı. Baş parmağı ile işaret parmağı arasına yerleştirdiği sigara kağıdını hafifçe çukurlaştırıp içine bir miktar tütün koydu. Sardığı sigarayı ispirtosunu eksik etmediği çakmağı ile yaktı. Sigarasından derin bir nefes alırken dikkatle yüzümüze bakıyordu. Öfke yoktu bu bakışlarda, yılgınlık yoktu, hayata dair nefret de yoktu, sadece tökezlemeden büyütülen çocuklarına olan sevgi vardı.
Sorunlarla başa çıkamıyorum, çözümsüzdür düşüncesi ile yan gelip yatmamıştı. Üstesinden gelemediği sorunları salt düşünmek, çözümsüz kalıp acı çekmek yerine, üstesinden gelmek için çok şey yapmıştı. Yaşamak ve var olmak için gidebileceği başka bir yer olmadığının bilinci ile, zorlukları, acıları kendi içinde boğmuş, yazgısına boyun eğmeyip mücadele etmişti. Bu anlamda az da olsa düşlerini gerçekleştirmenin mutluluğu yüzünden okunuyordu.
"Çok üzgünüm size ömrüm boyunca rahat bir yaşam veremedim" diye duyulur duyulmaz bir sesle tekrarladı. "Koca ömrümde elde ettiğim maddi değeri olan pek bir şey yok.  Yapabileceklerimin en iyisini, en doğru olanını yaptığıma inanıyorum. Zamanın yenileştirici labirentlerinde insanlar yeni ve bilinmedik gelişmelerin peşindeler. Bu gelişmelere ve yeniliklere uyum sağlamak lazım. Elbette bu gelişmeler hayatı kolaylaştırırken bilinmedik sorunları da karşımıza çıkarıyor. Ezilip yok olmamak için hayata sıkı tutunmalısınız. Başarmak için çözüm bekleyen sorunları çözümsüz bırakmamalısınız." Bunları söylerken gözleri nemlenmişti.  Başımızı öne eğdik. Duygusal bir ortam oluşmuştu. Her birimize dokunsan ağlayacaktık.

Söylediklerini dikkatle dinlemiştik. Kaderin çizdiği yolda yürürken bizler için elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışmıştı. Varlıklı olup da huzuru bulamayanların olduğu bir ortamda çok şükür huzurluyduk. Kendini bile tanıyamamış olanların, başkaları hakkında söz sahibi olması, bunu söylerken söylediklerine kendisinin de inanması, hayatla nasıl mücadele edileceğinin dahi farkında olmamasının aksine bugüne kadar çok şey başarmıştık.

10 Aralık 2016 Cumartesi

KÜLTÜREL DEĞİŞİM


Ataköy metro istasyonuna bakan kahvehanedeyken geçmişin yaşam anlayışından da söz açıldı. Araç trafiğine kapalı meydanın dört bir yanında kümelenmiş, müşteri bekleyen, iş yerlerinin çevresinde geç saatlere kadar meydanı boş bırakmayan insan selinin kültürel değişiminden de…
Geniş sundurmanın altında üst kısımları hasır küçük bodur iskemleleri, tozla kaplı masaları ile kahve düzeni açtırmıştı kültürel değişim konusunu.
Batının dizayn edip üretimini yaptığı ürünlerin zaman içinde doğuya taşınmasını benimsemiş, bir bakıma kabullenmiştik. Ne de olsa gelişmişlik denince aklımıza batı geliyordu. Doğuya özgü olan pek çok şey de batıda kendine yer bulmuştu. Kahvehane düzeni de bunlardan biriydi.  Doğunun kültürel yapısı her yerdeydi artık.
Meydan ayakkabı dükkânları, oyuncakçıları, sokağın köşesinde “eski kitap alınır” ilanı ile dikkati çeken sahafı, kuyumcuları, döviz büroları, dönercileri, telefon satan işyerleri, ayakkabı tamircisi, terzisi, dershaneleri,  AVM ve banka şubeleri ile kalabalığı kendine çekiyor. Az ileride bulunan E-5 karayolunda akan trafiğin gürültüsüne alışmış milli piyango satıcıları, seyyar satıcılar, dilenciler, simitçiler ekmek parasını çıkarmanın peşindeler. Ve son günlerde sayıları gittikçe artan Suriyeli ve Afrikalı göçmenler.
Günün her saatinde hareketliliğini koruyan, sabahları ve akşamları artan kalabalığı ile üst geçitteki yaya trafiğinin bıktırıcı görüntüsü genç kadınların ve erkeklerin rahatça sohbet ettikleri, sigaralarını tüttürüp, Red Bull’larını yudumladıkları cafe önlerine konmuş masalara çok yakın. Bazı erkeklerin atkuyruğu var, bazılarının kulaklarında küpe. Çarpıcı rujları ve umursamaz figürleri ile dikkati çeken, ellerinde son model telefonları ile durmadan mesaj yazan genç kızlarda ise hızma.
Anne babaların büyük umut bağladıkları gençler… Aynı zamanda ailenin eğitimi, kültürel anlayışı bağlamında, ençok baskı altında kalanlar. Onlar artık eski ile yeniyi bir araya getiren bir dünya da yaşıyorlar.  Dün ile bugün arasında bağlantı kurulduğunda, bildiklerimizin artık demode olduğunu düşünüyorlar. Toplumdaki trendlere daha uyumlu olan gençler modern hayatın labirentlerinde anne babalarına rehberlik ediyorlar.
Kokoreçten Pizza Hut’a, Tantuniden McDonald’s’a kimlik değişiminin yaşandığı,  “Men and Women like to smoke and drink beer, wine and whiskey” (Erkekler ve kadınlar sigara içmeyi, birayı, şarabı ve viskiyi sever)  anlayışının tavan yaptığı; diğer içeceklerin pabucunun dama atıldığı kültürel dönüşümün varlığına şahit oluyoruz. Kırsalın yaşam anlayışının yerini varoşların eğreti gecekondu anlayışına terk ettiğine de.
Değişim o kadar hızlı gerçekleşmiş ki, insanlar geçmişin gelenek ve göreneklerini öğrenemeden Nevizade benzeri sokaklarda gördükleri davranışları benimsemişler. Büyüklere ve yaşlılara saygı hak getire. Vicdanlar poşetlenmiş vaziyette. Kimsenin kimseye yardım edesi yok. “Her koyun kendi bacağından asılır” sözünü benimseyenlerin sayısı gittikçe artıyor.
Öte yandan, “eskiden babalar emir verirdi, ama şimdi babalar evlatlarını dinliyor”  anlayışını benimsemiş, kültürlü, yaşadığı çevreye duyarlı gençlerin olduğunu bilmek insanın içini ferahlatıyor.
Farklı tarzlar ve etkilerden oluşan bir karışım, sokakların ve meydanların öne çıkan niteliklerinden. Doğuyla batının, zenginle yoksulun, dilenciyle seyyar satıcının, özel arabayla toplu taşım araçlarının aynı potada buluştuğu İstanbul yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde kozmopolit coşkusunu yok edememiş.
Görüntüye bakıldığında orta sınıf için endişeli bir sürecin olduğu görülür. Olanaklar ikiye katlandı, ama her bir olanaktan yararlanma ve hiç birini kaçırmama arzusu baskı yaratıyor. Elde edilen her şey, bunun en yenisi ve en iyisi olmadığı düşüncesinin yarattığı düş kırıklığını da beraberinde getiriyor.
Bencillik had safhada. Vurdumduymazlık, kitap ve gazete yerine internete bağlanan telefonların tercih edilmesi, bilgiye erişimi engelliyor. Devasa reklam ağının etkisi altında geleceğini sorgulamaktan uzak bir nesil yetişiyor. İnternet cafeler okul çağında gençlerle dolu. Fast food işletmeciliği tavan yapmış, yemek kültürü alışkanlığı yerini Chicken’daki baharatlı tavuk kanatlarına bırakmış.
Bir kaç yıl önce yenilenen bir eşya artık eskimiş görünüyor. Günlük konuşma ve yazma dilimiz, kültürümüz yozlaşıyor. Özgürlük duygusu, bazen daha çok, diğerinden geri kalmamak için verilen mücadeleyi andırıyor. Gereksiz olanı alma isteği harcama alışkanlığını körüklüyor. Bu durum kapitalizmin “daha çok harca”yönlendirmesine yarar sağlıyor. Alınan kullanılsa ya; işte o alışkanlık da yok. Vitrinlik malzeme alıyoruz evlerimize. Her taraf tıka basa kullanılmayan malzemelerle dolu…

8 Aralık 2016 Perşembe

TUZU KURU ONLARIN


Son zamanlarda sıkça rastladığımız tipler var
Pehlivan edasında adamlar
Sanırsın Kırkpınar yağlı güreşlerinde el ense çekiyorlar
Başlıyorlar ahkâm kesmeye, esip gürlemeye.
Kimi zaman kendi egolarını tatmin için…
Kimi zaman yalakalık için…
Kimi zaman da üst akıldan aferin almak için...
Söylemlerine baktığınızda boş konuştuklarını anlarsınız.
Ve gülersiniz…
Hem de acı acı…
Adamların derdi “laf olsun torba dolsun “ da ne olursa olsun!
Toplumun geleceğiymiş
Ekonomiymiş
Geçim derdiymiş
Eğitim, adalet, eşitlikmiş
Pek de dert etmezler bunları...
Tuzu kuru onların.
Toplum ne çekmişse bu tipler yüzünden çekmiştir.
Hem bir şey bilmezler, hem karşıdakini dinlemezler.

Bunların cahilleri bir yana okumuşları daha bir sorun esasında.

22 Kasım 2016 Salı

ÇOCUK GELİNLER VE YILLAR ÖNCESİNDE BİR ANI

Sulusepken yağan kar doğaya gelinliğini giydirirken minibüs hızla yol alıyordu. Motorunda çıkan homurtu ve siyah egzoz dumanı eşliğinde bacaları tüten dağınık taş evlerin olduğu yerleşimlerden geçti uzun süre.  Alabildiğine uzanan bozkırda ne bir ağaç ne bir canlı vardı. Sanırsın gizli bir el tekmil canlıları yerin altına çekmişti. Öylesine sessiz, öylesine dingindi etraf. Taşra kent, köy ya da kasabaları ulaşılmaz uzaklıktadır bir diğer bölgeye. Kırsalın bu tamamen kendisine özgü dünyasında, geniş yerleşim yerlerinden uzakta içine kapalı bir toplum yaşamı söz konusudur.
Amacımız ziyaret değildi. Öğretmen olarak ilk görev yerine gitmenin heyecanı vardı içimizde. Büyük bir merakla minibüs şoförüne arada bir soruyorduk “daha yolumuz çok mu ağabey”. Şoför arkaya dönüp gülerek “geldik geldik” diyordu her defasında. Saatler geçiyor köy bir türlü görünmüyordu. Ufukta devasa görkemi ile dağların dorukları ovaya bakıyordu. Tilkinin bakır döktüğü topraklardı buralar. Her şey şaşırtıcıydı. Meraklanmaya başlamıştık. Nasıl bir köyde görev yapacağımızı, kalacak yer bulup bulamayacağımızı düşünüyorduk. Gittiğimiz yer bir köydü ve karakış acımasız yüzünü göstermeye başlamıştı. Hiç kimseyi tanımıyorduk. Bozkırda yağan karın altında, ayazda, acımasız soğukta saatlerce dışarıda kalmak da vardı işin ucunda. Düşündükçe dişlerimin birbirine “zangır zangır” vurduğunu hatırlıyorum.
Bir yandan uçsuz bucaksız beyazlığı ve yol kenarında birikmiş kar öbeklerini seyrediyor, bir yandan da üşümemek için parkalarımıza sıkıca sarılıyorduk. Arabanın içi yavaş yavaş soğumaya, hareketsiz duran yolcular da üşümeye başlamıştı. İki arkadaştık. İkimizde aynı köyde görevlendirilmiştik.
Şoför “görüyor musunuz bacalardan çıkan dumanları” deyince gösterdiği yöne odaklandı gözlerimiz. Evlerin üzerinde dumanlar yükseliyordu. Hem de onlarcasında birden. Köyün yakınında ki gölün yüzeyi beyaz bir örtü ile kaplanmıştı. Sonradan öğrenecektik gölün yüzeyinin aylarca kalın bir buz tabakası ile kaplı kalacağını. Islak camın ardından yağan kar camı yalıyor, ben de cama yapışan kar tanelerini silecekmişim gibi elimi uzatıyordum. İçimden bir ses “umudunu yitirme” diyordu durmadan. Islak bulutlar vardı gökyüzünde. Uzaklardaki taş evler beyazlığın içinde bir görünüp bir kayboluyordu. Sırtını hafif meyilli bir yamaca yaslamış köyün etrafında seyrekte olsa söğüt ağaçlarının dalları kendini rüzgârın gizemine bırakmıştı.
Minibüsten indiğimizde gideceğimiz okulun yolunu soracak kimseye rastlamadık. Minibüs uzaklaşmış, kalan yolcularını bir başka köye götürüyordu. Soğuktu ve üşüyorduk. Epey bir bekleyiş sonrasında beyaz saçlı, kasketini kulaklarına kadar indirmiş, siyah paltosuna sıkıca sarılmış bir adama sorduk gideceğimiz yeri. Eliyle şapkasını hafif kaldırıp “aha şurada” dedi, umarsız. Kimsiniz, necisiniz arkadaş deme gereğini duymadan tekrar şapkasını indirip yürüyüp gitti. Adam gözden kaybolana kadar vurgun yemiş gibi kıpırdamadan durduk bir süre.
Ayak parmaklarımızdaki sızı üzerine tarif edilen yere doğru hızlı adımlarla yürümeye başladık. Gittiğimiz yer bildiğimiz okul binalarına benzemiyordu. Düz damlı beyaz badanalı bir yerdi. Duvarlarının sıvaları dökülmüş, giriş kapısı yer yer kırılmıştı. Tam bir virane görünümünde idi. Sonradan öğretmenler odasının damı çökecek öğle yemeğinde olan öğretmenler de ölümden kıl payı kurtulacaktı.
Köy tahminimizden de büyüktü. Evlerin arasında dışarıdan bakıldığında tabelası olmayan bakkal dükkânları ve kahvehaneler vardı. Öğrencilerimizin varlığı bize yetiyordu artık. Geçen zaman içerisinde yeni köyümüze de okulumuza alışmamız uzun sürmedi. İlk günlerde çektiğimiz büyük zorlukları, meşakkatleri, kırılganlıkları, yağan kar ve yağmur ile çamur deryasına dönen yollarda ayakkabılarımızın çamura bulanmasını, zorlukla yürüyüşümüzü, ahırdan bozma bir göz damda uzun süre kalışımızı, yağmur yağdığında damlamasını çoktan unutmuştuk.
Aradan aylar geçti. Kış gitmiş yerini bahara bırakmıştı. Etraf yeşillenmeye ağaçlar yaprak açmaya başlamıştı. Gölün maviliği çoktandır görünür olmuştu. Kışın o beyazlığından ve kar esaretinden eser kalmamıştı.
Sonra, hızla sürüp giden, alabildiğine monoton ve sessiz hayat sürüp gitti uzun yıllar boyunca. Bu hayat iç karartıcı bir masal gibi hatırımda halen. Şimdi geçmişin yaşanmışlıklarını gözümün önünde yeniden canlandırdığımda, kendim bile bütün bunların gerçekten böyle olduğuna güçlükle inanıyorum. Ama gerçekler geçmişin boğucu bir halkası olarak devam ediyor hala.
Birgün bir öğretmen arkadaşımız kardeşini köyde nişanlamak istediğini söyledi. Kızı babasından istemek için bizimde beraberinde gitmemizi istiyordu. Çaresiz kabul ettik. Ama bir şartımız vardı. Yörenin düğün geleneklerini ve kız istemenin usullerini bilmediğimizi ve önceden açıklamasını istedik. Gülerek kabul etti.
Kız evine gittiğimizde sıcak bir şekilde karşılandık. Bizi kadınlar, bebekler ve kız çocukları ile elli yaşlarında, kısa boylu, kirli sakallı bir adam karşıladı. Penceresi evin üzerinde olan, tavanı lepik denilen yassı taşlarla kaplı bir yerdi burası. Zemin halı kaplıydı. Adam yerdeki minderin üzerine oturdu. Sessizce bize bakmaya başladı. Gergin görünüyordu. Bizde etrafına sıralanmıştık. Kısa bir sohbetten sonra öğretmen arkadaşımız adama dönüp kızını kardeşi ile evlendirmek istediğini filan söyledi. Uzun uğraşlardan ve dil dökmelerden sonra baba kızını vermeye razı oldu. Çeyiz ve başlık konusu o sırada konuşuldu. Çeşitli beyanatlarda bulunuldu. Adam, asla bir babanın kızını isteği dışında evlendirmemesi gerektiğini söyledi. Erken yaşta doğum yapmanın risklerinden bahsetti. Evliliğe adım atmanın gelin açısından kolay bir durum olmadığını söyledi. Dağ köyünde bu düşüncelere sahip birinin olması insanın içini aydınlatıyordu.  Kadınlardan tek bir ses çıkmadı konuşma boyunca. Kenarda sessizce ve başlarını kaldırmadan oturdular. Kadınların söz hakkının olmamasını yadırgamıştık. Çünkü bizim oralarda böyle durumlarda kadınlara da söz verilir düşüncesi sorulurdu.
Gelenek gereği elinde kahve tepsisi ile evlenecek olan kız içeriye girdi. Bir an şaşkınlıktan küçük dilimizi yutacak olduk. Bu daha çocuk sayılırdı. Yaşının küçük olduğunu söylememişlerdi o zamana kadar. Sesimiz çıkmadıysa da nutkumuz tutuldu. Dilimiz damağımız kurudu. Bu bizim öğrencilerimizin yaşıtı idi. Lakin yapacağımız bir şey de yoktu. Adamın söylediklerini düşündük bir an. Öğretmen arkadaşımızın yüzüne baktık sessizce, gözlerimizde “neden buradayız” pişmanlığı okunuyordu. Birbirimize acı birer tebessümle baktık. Gözlerimizi yere indirdik.
Benzer şekilde kendi öğrencilerimiz arasında da bu tür yaşı küçük kız çocuklarının evlendirildiğini duyduk sonradan.
Yıllar sonra bir şekilde karşılaştığım bir kız öğrencim de küçük yaşta amcasının oğlu ile rızası olmadan evlendirildiğini, evlendiği ilk yıllarda çok ağladığını fakat çaresiz durumu kabullenmek zorunda kaldığını söyledi. “ Küçük yaşta evlendirilen mağdurlardan biriyim” diyordu konuşmamızın başında. “17 yaşında, arkadaşlarım okula giderken ben amcamın oğlu ile evlendirildim. Hiç tanımadığım, hiç görmediğim şehre getirdiler beni. Uzun süre ağladım. Yıllar sonra çocuk sahibi oldum,  tek tesellim çocuklarımdı artık benim için”  İçim burkulmuştu bu duruma. Gerçi aradan yıllar geçmiş, çocukları büyümüştü çoktan. Fakat konuşmasında hala bir pişmanlık içinde olduğu anlaşılıyordu. Eşini sevmeden başkalarının isteği ile evlendirilmişti. Benim de gözlerim dolmuştu bu duruma dinleyince açıkçası. İçinde büyük bir kırgınlığın hala devam ettiğini hissetmemek olanaksızdı. Çaresizliğin, büyüklerine söz geçirememenin kurbanlarından biriydi o da. O bir çocuk gelindi çünkü.
Şimdi kırklı yaşlarda. Çocuk gelin olarak çektiği sıkıntı ve acılı süreci geri döndürmenin olanağı yok. Ne yazık ki küçük yaşta zorla evlilikler binlerce kadının yaşamını elinden alıyor. Aile içi şiddet, yoksulluğun çaresizliği, cinsiyet eşitsizliği, genç kızların alınıp satılması insanın boğazında düğümlenip kalıyor. Kuşaklararası devam eden bu anlayışın sorgulanmaksızın yirmi birinci yüzyılda da devam ediyor olması en çok kadınlarla çocukları mağdur ediyor.
Daha oyuncaklardan uzaklaşabilecek kadar büyümeden, daha çevreyi ve yaşamın varlığını tam algılayamadan, evliliğin getirdiği sorumluluğa sahip çıkması istenen çocuklar hayatlarının baharında yaşlanmaktan kurtulamıyor. Okula giderken ya da sokakta oynarken, kendinden habersiz, isteği dışında yapılan pazarlıklar sonrası kendini bir adamın koynunda buluyor. Yaşananları bir kader olarak algılayıp çektiği acıları içine atmaya zorlanıyor ve bunun acısı yaşamı boyunca hiç geçmiyor.
Ülkemizde erken yaşta ve zorla yapılan evlilikler sadece Doğu ve Güneydoğu’da yaşanmıyor. Aksine tüm bölgelerde, çok az değişen farklı sosyal alışkanlıklar ve geleneklere dayalı olarak devam ediyor. Bugün çocuk gelinlerin görülme oranı % 28. Uçan Süpürge Derneği Koordinatörü Sevna Somuncuoğlu bu konuda gerçek rakamın acilen tespit edilmesi gerektiğini kaydediyor. Somuncuoğlu bu evliliklerin büyük kentlerde de olduğunu söyleyip şunları ekliyor “ Araştırmamızda ‘çocuk gelinler’in topluma olan etkisi ve dezavantajları üzerinde durduk Ama ‘çocuk gelinler’in gerçek sayısının belirlenip demografik yapının ortaya çıkartılması gerekiyor. Araştırma sırasında bize ‘bizim bölgemizde çocuk gelin yok, Doğu Anadolu Bölgesi’nde var’ diyorlar. Ama öyle değil. Türkiye’nin her yerinde ‘çocuk gelin’var. Hatta büyük kentlerde daha sık görülüyor.” Bu saptama benim yukarıda yazdıklarım ve şahit olduklarımın doğruluğunu kanıtlamaktadır.
Araştırma sırasında ensest ilişkiye de çok sık rastladıklarına dikkat çekiyor Sevna Somuncuoğlu. Açıklamasında “Türkiye’de ensest ilişkinin üzeri hiç açılmamış. Önemli olduğu gibi üzerinde hassasiyetle durulması gerekiyor. Araştırma yaparken şunu gördük. Türkiye’de ensest ilişki çok yaygın. ‘Çocuk gelinler’in de karşılaştığı ensestin üzeri hep, birinci el tarafından kapatılıyor.” Acı ama mide bulandıran gerçeğin varlığını araştırmaları sonrasında tüm açıklığı ile saptadıklarını belirtiyor Somuncuoğlu.
Cehalet, toplum baskısı, gelenekler, sosyal yaşamın vazgeçilmez kültür anlayışı öteden beri kadını ateş çemberinde tutuyor. Sorunun kökenine inilmiyor. Bu duruma direnen kadınlar ise acımasız “töre” illetinden yakalarını kurtaramıyor, bedelini hayatları ile ödüyorlar. Evlatlarına değer biçip, onlar üzerinden kazanç sağlayan, başlık parası gibi yasal olmayan uygulamalar çocukları daha da mağdur ediyor.
Erken ve zorla evlilik insan hakları ve çocuk hakları ihlalidir. Erken yaşta kendi rızası dışında ya da büyüklerinin rızası ile zorla evliliğe itmek bir şiddet türü olarak karşımızda durmaktadır. Bunun engellenmesi için toplumun bilinçlendirilmesi ve gerekli eğitimin verilmesi gerekir. Ayrıca yasalarda caydırıcı önlemlerin alınmasında yarar vardır.
Yasaların caydırıcı olmasında yarar vardır. Lakin son günlerde "tecavüzcüsü ile evlendirilsin" yaklaşımı kabul edilebilir bir yaklaşım değildir.
Tecavüze uğrayan çocuğun ailesi vicdanen huzurlu ve rahat bir biçimde çocuğunu tecavüzcüsü ile evlendirmeye kalkmaz.
Tecavüzcüden aile reisi olmaz.
Yapılan araştırmalara göre ülkemizde üç evlilikten biri çocuk yaşta yapılıyor. Çocuk yaşta evlendirme nedenlerinin başında yoksulluk, kalabalık ya da parçalanmış aile yapısı ve evliliği meşrulaştırmak için dayandırılan dini ve kültürel değerler geliyor.
Çocuklar, gelin gittikleri evde cinsel ve ekonomik anlamda hizmet eden bireylere dönüşüyor.
Çocuk gelinler ömür boyu istismar mağduru olup çıkıyor.




9 Kasım 2016 Çarşamba

İSTANBUL'DA YAŞAMAK - V


Deniz derken özgürlük gelir akıllara. 
Balıkçı barınaklarında anlatılan onlarca öyküsü, kendine has imbatı, meltemi, karayeli, lodosu olan. 
Denizin öykülerini dinleyenler, bozkırın yağmurla gelen kokusunu unutmuşlardır. 
Deniz, balık, zaman ve rüzgâr çoktandır dağın, vadinin yerini almış sohbetlerinde.
Kıyıya yakın alanlarda banklara otururlar gün boyu “rastgele!” seslerini dinleyerek.
Yorgundur bakışları. 
Alınlarındaki derin çizgiler “yaşlandınız artık” dercesine sitemkârdır. 
Kaderin kendilerini soktuğu bu cenderede sessizce etrafı seyrederler.
Gürültücü çocukların canhıraş bağırışları, mahalle sakinlerinin soluk aldığı parklarda kulakları tırmalar.
Sohbetlerinde geçmişteki anıları, köylerindeki yaşamları, sıkıntıları ve dertleri eksik olmaz. 
Gündemi irdelemek çoğu zaman “kaderci” yaklaşımlarla yapılır.
Anadolu'nun yoksul ve ücra köşelerinden, karlı dağların vadilerinden kopup gelmişler. 
Mehmet, Mustafa, Ömer, Satılmış amcalar ve diğerleri.
Zamanlarının büyük bölümünü parklarda geçiriyorlar. 
Nineler, torunlarına, bütün gün, anne babaları işten gelene kadar bakıyor. 
Onlara, bildikleri türküleri söylüyor, masallar anlatıyorlar. 
Çocuklar doğdukları andan itibaren aile büyüklerinin öğrettiği kültürle yetişiyor.
Yaşları 60'ın üstünde olan bu insanlar, toplumsal refahın ve toplum düzeninin ne denli önemli olduğu konusunda akıl ve mantık yürütüyor, karşılıklı tartışıyorlar. 
Parklar Hyde Park olmasa da, gününü parklarda geçirenlerce bu tartışmalar içselleştirilmiş.
Zaman ve mekan değişikliklerinin yanısıra, geçen yıllar boyunca radikal değişikliklerin yaşanmasına da şahit olmuşlar. 
İletişim ağındaki hızlı değişim bunlardan biri. Toplumun kutuplaşması ise diğer bir değişiklik.
Parklarda sorulacak "Nerelisin?" sorusuna verilecek cevap sıklıkla Erzurum, Gümüşhane, Sivas, Kastamonu, Kars, Diyarbakır’dır. Kısacası kadim Anadolu kentleridir.
Kırsal kesimden kente aktıklarında yabancı oldukları bir kültür dünyası, farklı bir yaşam tarzı karşılamış onları. 
Taşradan kopup gelmenin yeni adı varoşlardır onlar için. 
Fukaralıktan kurtulmanın adıdır ilk başlarda derme çatma gecekondular!

Fukaralık bu ya, yakasını bir kaptıran bir daha kurtaramıyor. 
Şehirde de sıkıca yapışmış yakalarına. 
Ata yurdunu arar olsalar da geriye döndüklerinde ne başlarını sokacakları bir ev kalmış, ne de işleyecekleri toprak. 
Evleri yıkılmış, tarlaları satılmış zamanında, bir göz gecekondu için.