24 Şubat 2016 Çarşamba

KÜLHAN-I LAYHAR MISINIZ BE KARDEŞİM !

“Bireysel ve toplumsal ilişkilerde en zor şey nedir? ” sorusuna verilecek  cevaplar, cevaplayanın düşüncesini yansıtacaktır. Cevaplardan bir tanesi sohbet ettiğiniz kişiyi tanıyıp tanımadığınıza dair olabilir mesela. İnsan daha önceden tanımadığı, davranışlarını, dünya görüşünü, değer yargılarını bilmediği biriyle sohbet ederken ölçülü davranmaya azami gayreti gösterebilir. Ölçünün kaçması durumunda da hava bir anda değişip, sinirler gerilebilir. İnsanın ruhunda huzursuzluk varsa gerilimin dozu daha da artar.
“Bu düşünce bir yanılgı, bir hatadır” diye düşünülebilir. Ya da “yerden göğe kadar haklısın” da denebilir. Tartışma kültürünü benimsemiş biri ile eli palalı birini elbette bir tutamayız. Diğerinin düşünce ve duygularına saygıyı kabullenmiş olanla külhanbeyi havasında olanı bir kefeye koymak doğru değildir.
Otobüs garajında olacaklar bir rastlantı, sıradan bir olay mıydı yoksa bilinçli yapılmış bir kurgu muydu? Neden kavga etmişlerdi? Önceden tanışıyorlar mıydı? Acımasız birer evsiz, yersiz yurtsuz, gözlerini kan bürümüş insanlar mıydı, yoksa sıradan garibanlar mıydı bilinmez… Bilinmez çünkü yaşanan arbede bir kaç dakika içinde olup bitmişti.
İnce belli küçük çay bardağı elimde dalıp gitmişken, bir anda bağrışmalar arasında sandalyelerin havada uçuştuğunu gördüm. İnsanlar neye uğradıklarını şaşırmış, olup bitenleri anlamaya çalışıyordu. Az önceki sıcak ortam yerini buz gibi bir havaya bırakmıştı. Arbede sonrasında iki adam yaka paça dışarı atıldı. Her ikisi de birer mezar taşı gibi dikilip kaldı öylece.  Ünlü Külhanbeylerinden Seyrekbasan Osman, Çiroz Ali, Leşçi Mehmet, Kavanoz Abdullah mısınız kardeşim. Yoksa Külhan-ı Layhar mısınız. Hadi diyelim sorumsuz ve vurdumduymaz bir yaşam sürdürüyorsunuz. Lakin birbirinize omuz vurmak, dirsek çarpmak size ne kazandırdı be kardeşim. Bu davranışınız olsa olsa “Külhanbeyliğinin acı sonucu” dur. İnsanın inanası gelmiyor. Sırtı pek , karnı tok olsalar derim ki hadi bir konuda anlaşamadılar. Oysa her gün, her ikisi de garaj bekçiliği yapıyorlar belli ki. Sohbet anında birbirlerinin sözlerine itiraz etmiş, incitici sözler sarf etmiş olmalıydılar… Kim bilir belki…
Gürültü patırtının bitmesiyle herkes masasına dönmüştü. Aklıma dahi getirmeyeceğim bir olaya şahit olmuştum. İnsan tanımadığı, belki de bir daha karşılaşmayacağı biriyle neden kavga eder ki? Velev ki tanışıyorlar. Kavgalarının sebebi neydi acaba?
Demek ki bal gibi kavga da oluyormuş gürültü de. Havada uçuşan sandalyeleri görünce bir anda sinirlerim gerilmiş, kargaşanın ortasında kalmıştım. Üstelik olayın ne olup olmadığını da bilmiyordum. İçerisi biraz sakinleşince garsondan çay getirmesini istedim. Uzun favorileri ve kısa kesilmiş saçlarıyla yorgun ve yaşlı izlenimi veren garson çayı getirdi. Çay tabağının kenarındaki şekerler yarıya kadar ıslanmış, dağılmak üzereydiler. Elime alınca dağılıp gittiler. Tekrar şeker alıp masaya geldim. “Böylesi  gereksiz bir olayı görünce dışarıda yaşadığınız stresi yanınızda getirmediyseniz dünyanın en huzurlu yeri insanın kendi evidir” diye düşündüm…
Kırsalda yılın bu zamanları sıkıcı geçer, kışın etkisiyle dışarıda pek durulmaz, insanların çoğunluğu baharın gelmesini ve işlerin açılmasını bekler. Gün geçtikçe bunalan insanların bir kısmının sinirleri gerilir, bir kısmı ise tevekkülle günlerin geçmesi için dua eder. Köyünde, kasabasında işlerini bitirenler büyük şehirlere gidip inşaat işlerinde çalışır, inşaatlarda yatıp kalkar, zor şartlarda para kazanmanın mücadelesini verirler.
Bu döngü, her zaman hüzünlendirmiştir beni. Ne zaman toprağa kırağı düşmeye başlasa yüreğime belli belirsiz bir keder çöker, kendimi o insanların yerine koyarım. Kimsesiz çocukların ve evsizlerin sokaklarda yaşamasını hatırlarım.
Kimsesiz çocukların ellerinden tutsam, gurbetin yolunu kurtarıcı görenlere sorsam… Hayatta beklentilerini anlatırlar mıydı? Anlatsalar, onları anlar mıydım? Acıyı, yokluğu, kimsesizliği karnı tok olan değil benzer acıları çeken bilir derler ya…

11 Şubat 2016 Perşembe

ÜÇ YAŞINDAKİ ÇOCUKLAR AMCALARININ YANINA...


Bilinçsiz bireylerin "algı yanılsaması" yaşaması kaçınılmazdır. Çabuk yönlendirilebilirler. Yönlendirme dediğimiz olgunun önüne kattığı bulutu sürükleme gücü, bireylerin hem kendisinden hem toplumsal değerlerden kopmasına ve sonuçta toplumsal değer yargılarının sorgulanmasında önemli rol oynuyor.
Yaşam kulvarında "yol haritası" çizilirken sıklıkla "keşke hiç bir şey bilmeseydim" konumuna gelinebiliyor.
Gelinen bu çelişki bilinçsizlik ile gerçekleri anlama arasında sıkışıp kalanların yol haritasına dönüşebiliyor.

Medya organlarında yer alan haberleri okuduğumuzda, yaşamımız ve geleceğimizi ilgilendiren konularda ne çok ahkam kesen olduğunu ibretle görüyoruz. O anda ilk akla gelen herhalde " adamlar ne çok şey biliyor(!)" veya " söylenenlerin doğruluk payı nedir ne değildir "  düşüncesi oluyor.
Veya doğru mu yanlış mı olduğunu sorgulamadan  sessiz sedasız olan bitenlere kayıtsız kalınabiliyor.
Ahlak bağlamında açıklamalarda bulunanların "bu kadarı da olmaz" dedirten söylemlerini kimi zaman ibretle okuyoruz.
Dolayısıyla bugün "üç yaşında çocuklar amcalarının yanına külotla çıkmamalı" haberi dikkatimi çekti.
Haber şöyle " '6 yaşında çocuk evlenebilir' sözleriyle tepki çeken Sosyal Doku Vakfı Başkanı Nurettin Yıldız, bu kez 3 yaşındaki çocuklarla ilgili konuştu.
'kız çocukları 7-8 yaşından itibaren tesettür şekli almalı', ' 3 yaşında kız çocukları amcalarının yanına külotla çıkmamalı'."
Ağzında emzikle yeni yeni yürümeyi öğrenen ve emekleyen, konuşmayı henüz öğrenme aşamasında olan bir çocuğun giyimi konusunda yapılan bu açıklamayı kabul etmek mümkün değildir.
Bireyler dört duvar arasına sıkıştırılmak isteniyor. Çocuklara bakış açımız bu olmamalı. Yaşam tarzımızı başkalarının belirlemesine müsaade etmemeli. Yapılan açıklamaların çağdaş yaşam normlarına, insan haklarına, çocuk haklarına uygun olup olmadığına bakmalı. Algı yanılsamasına olanak tanımamalı.

9 Şubat 2016 Salı

İKİ ARKADAŞ



İki arkadaş; biri uyanık, diğeri saf balık lokantasına gitmişler. Uyanık olan safa: 
“Balıkları bölüşeceğiz, kafaları sana, gövdeleri bana” diyerek yemeği bölüşüm kuralına koymuş.
Bir süre sonra balık kafası yemeye çalışsa da aç kalan saf, itiraz edecek olmuş.
“Balığın gövdesini hep sen yiyorsun” diye.
Uyanık, balığının gövdesini yutarken
“Bak akıllanıyorsun, balığın kafasını yemeye devam et” öğüdünü vermiş.
Geniş kitlelerin yaşamlarında, çevrelerinde, uzak diyarlarda, bağlarda, tarlalarda, dağlarda, şehirlerde, varoşlarda olan bitenlerin farkına varabilmesi için “balığın” kafasının yanı sıra “gövdesinin de” olduğunu görmesi lazım.

Uyanıklara yem olmamak için.

KIRIK AYNA


Kırılmış bir ayna gördüğünüz oldu mu hiç? Hani kazara asılı olduğu yerden aniden düşüp kırılanlardan. Ve o aynayı elinize aldınız mı yeniden? Aldıysanız nasıl bir görüntü ile karşılaştınız. Yüzünüzü parçalanmış olarak mı gördünüz? Bir bütün değil mi aynadaki yüzünüz? Hiç düşündünüz mü, kırık aynaya bakarken. Yüzünüzün parçalanmış olarak görülmesinin sorumlusu kırık ayna mıdır yoksa aynayı kıran ya da kırılmasına neden olan mıdır? Yoksa ayna bir hesaplaşma mıdır kendinizle?

MEMO



Koşmaya başladı, yüreğindeki korkuyla ve heyecanla. Karanlıktı dar sokaklar. Koşarken, başını geriye çevirdi. Kara bir surat. Kapkara bıyıklı. Tanıdık gibi geldi ona. Tanıyordu onu. Lakin nerede ve nasıl tanıdığını hatırlamıyordu. Caddeye çıkayım diye düşündü. Caddede müthiş bir uğultu vardı. Korna sesleri, motor homurtuları birbirine karışıyordu. Koşmaya devam etti. Çelik ve cam karışımı, binaya yöneldi. Birden soğuk bir şeye çarptı yüzünü. Alnı hafifçe kanadı. Bir ayna vardı karşısında. Çatlamıştı bir kaç yerinden. Aynada kendi yüzünü gördü. Korku dolu bir çift göz kendine bakıyordu. Yere oturdu. Ağlayan bir kadın sesi duydu. Annesi ağlıyordu. Son bir gayretle doğruldu. Kara bıyıklı adam yoktu. Belki de vardı. Ama o göremiyordu. Evlerini düşündü sonrasında. "Geri dönsem mi? Baksana annemde ağlıyor" dedi içinden. Kaç gecedir gözüne uyku girmiyordu. Karnı acıkmıştı. Hiç böyle aç kalmamış, elleri de kirlenmemişti. Artık o bir sokak çocuğuydu.

DÜŞÜNMEDEN YÜRÜDÜ GİTTİ



Hep gizli bir seyir içinde yüreği ile baktı yaşamın varlığına.
Yanlışları görmek istemedi çoğunlukla belki düzelir diye .
Bazen sevdiklerinin hatasını kat be kat abarttı kızgınlıkla.
"En büyük düşmanlar, en yakın dostların arasından çıkar" diye düşündü.
Başına amansız bir ağrı yerleşti.
Kararını vermişti.
Başını yukarı kaldırıp belli belirsiz bir sesle:
-Pekala gidiyorum,dedi...
Bedeni biraz sakinleşti.
Huzursuzca oturduğu yerden kalktı.
Dışarısı soğuktu.
Düşünmeden yürüdü gitti.

VE ÇEKİP GİTTİ YAŞAMDAN


Hazanla birlikte yapraklar sararmaya, gazel olup dökülmeye başladı. Uzun süre yaşam döngüsü tekmil canlıya şekil vermeye devam etti. Ağır aksak geçen günler sonrasında havalar aniden soğudu. Soğuk ve ayaz başkentin semalarında demoklesin kılıcı gibi salınmakta. Puslu havada insanlar her zamankinden aceleci. 
Parklar karla kaplı, yollar buz, sokaklar çamur deryası. Araba egzozlarından çıkan dumanlar, bacalardan çıkan kurumlar başkentin ufuklarında gezinmekte. Dışarı çıkmak ne mümkün. Buğulu camlardan gamlı yürekler dışarıyı seyretmekte. İnce kum gibi yağmakta olan kar, sokakları, caddeleri, çatıları beyaza bürüdü. Ağaç dalları kuş seslerine hasret.
Sessizce durduğu pencerenin önünde, dışarıyı iç sıkıntısı ile seyrederken yutkundu, acı acı gülümsedi. İsteksizce, fersiz bir şekilde arkasını pencereye döndü. İrade dışı atılan adımlarla odanın ortasına gelip durdu. Çaresizliğin hançerlediği adam, buruk bir hissiyatla, sessiz sessiz ağlamaktaydı.
Düşünceler yorgun zihnine kanlı bıçaklar gibi saplanıyor, tarifsiz acılar vererek açtığı yaranın üzerine olanca gücü ile iniyordu.
Sakalları intizamsız bir şekilde uzamış, yüzü her zamankinden solgun, alnında kabaran damarlar yüzündeki sıkıntıya eşlik ediyordu. Beklenmedik bir şekilde aldığı acı haber karşısında manen iflas etmişti. Hayat ne acımasız diye düşündü. Felek ne kadar kahpe, ne kadar zalim.
Umutsuz yaşanır mı hiç diye düşündü uzun uzun. Umut her daim yüreklerde olmalı dedi belli belirsiz duyulur duyulmaz bir sesle. Bir çiçek gibi bir sevda gibi açmalı umut, gözyaşları ile sulanmalı, gözyaşlarında hem acı vardır hem umut dedi yorgun bakışlarla.
Canından çok sevdiğinin yanında olmaması, göçüp gitmesi dünyadan umutları yok eder kimi zaman. Yüreğiniz katılır, ağlamak istersiniz ağlayamazsınız. Konuşmak istersiniz konuşamazsınız. Bakarsınız etrafınıza, görürsünüz lakin içinizdeki fırtınayı gösteremezsiniz. Belki bir yararı olmayacağını düşündüğünüz için, belki daha fazla acı çekmemek için, belki de anlamayacaklarına, iletişim kuramayacağınıza inandığınız için.
Geçmişi düşündü uzun uzun. Gün tükenmez oldu, bütün sinirleri gerilim içindeydi. Düşünceler tarifsiz acılar vererek açtığı yaranın üstüne olanca gücü ile inerken odanın ortasında ayrıldı. Kapıya yöneldi, merdivenleri indi, sokak buz dışarısı ayazdı. Aldırmadı yürüdü yürüdü… Aradan geçen zaman asırlar kadar uzun bir zamandı. Akşam iş dönüşü kalabalığı ile eve döndü.
Yaşam döngüsünü kim durdurabilmiş ki diye düşündü. Gideni, geçen zamanı bir an bile geri getirmek olası mı?
Asırlardır sezdirmeden tekmil yaşamdan bir şeyler alıp götürmedi mi zaman?
Beklentilerimiz, hayallerimiz, gülüşlerimiz zaman içinde yok olmadı mı?
Bizlere kalan sadece onurlu bir bakış, dürüst bir yaşam, acıya isyan değil midir?
Lakin son demde gerçekçi olmak lazım geldiği belleklerimizde yerini almalı değil mi? Anılarımız ve gelecek umutlarımız olmasa, geriye ne kalırdı ki?
Anılarımızı unutmadan, umutlarımızı kaybetmeden yaşam oyununu bozmaya yeltenmeden direnmeliyiz artık.
Yaşam budur işte. Yaşam gerçeğini görmeliyiz ve en önemlisi zaman gerçeğini görmeliyiz. Unutmamak gerekir ki herkes evreni sığdıramaz yüreğine, herkes daha büyük yağmurlar içinde var olamaz. Kocaman bir yüreği, kocaman bir yaşamı yüreğinin süzgecinden geçiremez.
Ve çekip gitti yaşamdan, kayıverdi ansızın sonsuzluğa.
Hiç yorgunum demedi, hiç hastayım demedi, hiç yüzündeki gülümsemesini kaybetmedi, hiç kimseyi üzmedi bildiğim.
Yaşam ona çok şey öğretmişti. Acıyı da mutluluğu da görmüştü ahir ömründe.
Kol kanat germişti çocuklarına. İlkokulu üçe kadar okumuştu. Çocuklarını okutmuştu yıllarca, cahil kalmasınlar istemişti.
Çocukları ah çocukları.
Hasta yatağında solgun yüzünü görünce hüngür hüngür ağlayan çocukları. Onun her şeyi idi onlar. O yine ağlamayın diyebilmişti hasta yatağında.
Her gidiş zamansız derler ya. Onun gidişi yaşlı da olsa zamansızdı. Kabullenmek zor olacak hem de çok zor.
Hazin bir tören oldu Karşıyaka mezarlığında. Kalabalıktı mezarlık. Komşuları, akrabaları, çocuklarının iş arkadaşları yerlerini almışlardı sessizce. Soğuk aman vermiyordu. Eşi omzuna aldığı şalın varlığına rağmen üşüyordu, üşüdüğünün farkında bile değildi, kızarmış gözlerinde gözyaşları durmak bilmiyordu.
Çocukları, torunları orada idi. Uzaklarda olan akrabaları ve torunları gelmişlerdi mezarına bir avuç toprak atmak için. Ataya son görevi yapmak için.
Büyük oğlu kimseyi indirmedi kabrin içine. Ortanca ile yüklendiler. Bize düşer dedi onu kabre indirmek. Kalabalık bir yas, bozulmayan bir sükûnet yeriydi. Herkes duygulu bakışlarla bakıyordu olan bitenlere. Kıbleye çevirdi. Başındaki düğümü çözdü elleriyle büyük oğlu.
Arada bir ses çınladı. “Ahiret yolculuğudur oğul” diyordu yanındakine. Devam etti duyulur duyulmaz bir sesle:
“Sen hiç baba oldun mu oğul?
Çocuklarına kol kanat gerdin mi hiç?
Onları küçük yaşta kan uykusundan uyandırmaya kıyabildin mi?
Bir babanın gülümseyen bakışlarına hiç şahit oldun mu?
Hiç çaresizlik gözyaşı döktün mü oğul?”
Mekânın cennet olsun babacığım. Nurlar içinde uyu ebedi uykunda. Unutma ki seni özleyenler peşinde gelecekler bir gün yanına…

6 Şubat 2016 Cumartesi

İNSAN HAKLARININ GELDİĞİ NOKTA



İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi insanın insana yaptıklarının bir sonucu olarak yayınlanmıştır. Bildirgenin ilgili maddeleri incelendiğinde bu daha iyi anlaşılacaktır.
Değişik coğrafyalarda yapılan katliamlar tarih boyunca devam etmiştir. Modern silah araç gereçleri ile tek tek değil toplu olarak insan yaşamına son verilmeye başladığında acı, zulüm, gözyaşı katmerleşmiştir.
Basiretsiz yöneticilerin elinde bir yandan savaş makineleri, diğer yandan doğa yapacağını yapmıştır.
İkinci Dünya Savaşı'nda Amerikalıların Japonya'nın Nagazaki ve Hiroşima kentlerine attıkları, insan dimağının kabul edemeyeceği bombanın sonucunda bir anda yüz binlerce masum insan yaşamını yitirmiş, şehirler ve çevresi harap olmuş, yaşanamayacak duruma gelmiş, yayılan radyasyon uzun yıllar sakat doğumlara sebep olmuştur.
Avrupa'yı kasıp kavuran faşist Hitler rejiminin saldırıları ile yine yüz binlerce insan yaşamını yitirmiş, gaz odalarında can vermiş, fırınlarda yakılmıştır.
Bugün yaşanan çatışmalarda kitle imha silahlarının kullanımının yasaklanması nedeni ile bu boyutta insan ölümleri gerçekleşmese de, insanların bulundukları coğrafyada sorunsuz ve huzurlu yaşam istekleri ellerinden alınmaktadır.
Afganistan, Irak, Suriye, Ruanda, Somali ilk akla gelen ülkelerdir. Bu ülkelerde insanlar ölüm pahasına başka bölgelere ve ülkelere göç etmektedir.
Yemen'de, Irak'ta, Suriye'de mezhep çatışmaları ötekine zulme varan boyuta ulaşmıştır. Çareyi göç etmekte bulmuşlar. Göç esnasında sığınmak istedikleri ülkeye giderken binlercesi yaşamını kaybetmiştir. kaybetmektedir.
Bunu kayıtsızca seyreden ve çatışmalara son vermek için yeterli çabayı sarf etmeyen ülkeler, silah satışlarında gelen milyarlarca dolara ellerini ovuşturmakta kan ve gözyaşı ile nemalanmaktadır.
İnsanları birbirine düşman eden, silah satan, savaş bölgelerindeki enerji kaynaklarını fütursuzca kullanan ülkelerin yayılmacı politikaları emperyalizmin ne denli acımasız olduğunun göstergesi değil de ya nedir.
Emperyalist ülkelerin kendinden olmayan diğerlerinde insanları kutuplaştırması, birbirinden nefret etmesine çabalaması elbette hedefi olan "böl, parçala, yönet" politikasına hizmet etmektedir.
Bu gerçekleri unutmamamız lazım. Ülkemizde oynanmak istenen emperyalist oyunları boşa çıkarmanın yolu, emperyal isteklerin ayırdın da olmamıza bağlıdır.