25 Mayıs 2016 Çarşamba

AMİNA FİLALİ'NİN TRAJEDİSİ

Şafak vakti Sahra Çölü'nün batı sınırında, kum tepelerinin üzerinde sisin son gri filizleri gökyüzünün içinde kıvrılıyor. Bir Alaca Doğan, üzerinde akasya topluluğunun bulunduğu yükseltiye doğru uçuyor.  Çöl Tilkisi, son bir gayretle yakınlardaki su kaynağına doğru yol alıyor.
Zor doğa koşullarında hayat devam ederken 15 Mart 2012 günü Fas'ın  Larache kasabası  16 yaşındaki Amina Filali'nin intiharı ile sarsıldı.
Olay sonrası gelen tepkiler ülkede kadınların yaşamak zorunda olduğu sorunları gündeme getirdi. Bu sorunların başında tecavüz olayları ilk sırada yer alıyordu.
Amina Filali tecavüze uğramış, tecavüzcüsüyle evlendirilmiş, evlendirildiği tecavüzcüsü şiddet ve tecavüze devam etmiş, çocuk yaştaki Amina'da daha fazla dayanamayarak intihar etmişti.
Fas yasalarına göre 18 yaşından küçük kadınların evlenmesi yasak. Ancak bazı özel durumlarda buna izin veriliyor, hatta teşvik ediliyor. Amina Filali olayı bunun en bariz örneğidir.
Peki o özel durum nedir?
Elbette ki tecavüz.
Fas  Ceza Yasası'nın 475. maddesine göre, 18 yaşından küçük bir kızı kaçıran, taciz ya da tecavüz edenler mağdurla evlenirse ceza almıyordu. 
İlgili yasa sözde her iki tarafın rızası ile uygulanıyor. Lakin gerçekte burada tek taraf var.
Çünkü tecavüzcüsü ile evlenmeyi reddeden kadınlar ve aileleri suçlu kendileriymiş gibi toplumsal baskıya , dedikoduya maruz kalıyorlar. Bakire olmayanlar saygı görmüyor.
Kadının ailesi de bu durumda zorunlu olarak namus adına tecavüzcüsüyle evlendirmeyi kabul ediyor.
Tecavüzcüsü de kaçırıp döverek ırzına geçtiği Amina'yı almaya hazır.
Yargıcın önerisi, genç kızın tecavüzcüsü ile evlenmesi.
Çaresizce yargıcın önerisini kabul ediyor.
Amina'nın kaderine razı olmak ve geriye kalan ömrünü tecavüzcüsüyle geçirmekten başka çaresi yok.
Amina artık kocasının (tecavüzcüsünün) mülkiyetinde.
Gördüğü şiddet  nedeniyle ne ailesinden ne de devletten yardım isteyebiliyor.
Tecavüzcüsüyle 7 ay evli kalan Amina daha fazla dayanamayıp fare zehri içerek intihar ediyor.
**********
14 Ocak 2016'da TBMM'de bir meclis araştırma komisyonu kuruldu.
"Aile Bütünlüğünü Olumsuz Etkileyen Unsurlar ile Boşanma Olaylarının Araştırılması ve Aile Kurumunun Güçlendirilmesi İçin Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi İçin Meclis Araştırma Komisyonu."
Komisyonun hazırladığı  rapor taslağında yer alan öneri kabul edilirse  çocuk istismarcısının tecavüz ettiği çocukla 5 yıl boyunca sorunsuz ve başarılı bir evlilik sürdürmesi halinde denetimli serbestlikten yararlanması öngörülüyor. Eğer istismarcı 15 yaşın altındaysa, istismar suç olmaktan çıkarılıyor.
Bu durumda ailelerin 15 yaş altı  çocuklarını fiilen evlendirilmelerinin yolunu açıyor.
Oysa el bebek gül bebek yetiştirdiğimiz çocukların acımasızca tecavüze uğramaları sonrasında tecavüzcüleri ile evlendirmeleri yaşanan travmayı hafifletmez. Hayallerini, geleceğini, yaşamını, eğitimini alt üst eden bu olayın kabul edilmesi olanaklı değildir. Çocuk istismarcılarına gerekli ceza verilmelidir. Eğer komisyonun önerisi  kabul edilirse tecavüzlerin önüne nasıl geçilecek?
Canı sıkılan gitsin bir çocuğa tecavüz etsin. Çocuk hayatında en büyük travmayı yaşasın. Psikolojisi bozulsun. İnsanlara olan güveni sarsılsın.  Buna rağmen çocuğun tecavüzcüsüyle evlenmesinin yolu açılsın.
Bunun kabul edilebilir bir yönü var mı?
Bu şeklide gerçekleşen bir evlilik sağlıklı bir evlilik olabilir mi?
"Bir kereden bir şey olmaz" zihniyetini bir kenara bırakalım. Çocuklarımıza sahip çıkalım. Çocuklarımızın istismarcılarına gerekli caydırıcı cezaları vermek yerine tecavüzcüsüyle evlendirilmesinin yolunu açmayalım.




18 Mayıs 2016 Çarşamba

KARIN TOKLUĞUNA MAHKUM EDİLENLER

Anadolu köylerinin, kasabalarının ve o köylerde kasabalarda yaşayan on binlerin bugünkü geldiği konumdaki durumları ve açmazları, Anadolu topraklarını vahşi kapitalizme ve onun işbirlikçilerine kurban edenlerin uygulamalarının sonuçlarıdır.     
Anadolu’yu “anlamaz, görmez, duymaz” benzetmesiyle çoraklaştıran zihniyetin bu duruma gelinmesinde yadsınamayacak rolü vardır.
Bir zamanlar öğrencilere ders kitaplarında “Türkiye dünyada tarım ürünleri bakımından, kendi kendine yeten yedi ülkeden biridir” gerçeği öğretilirdi. Maalesef artık o gerçekte tarihin tozlu sayfalarında yerini almıştır.
Yine bir zamanlar tarım imkânları yeterli olan, ekilen ürünlerde yeterli verim alınan ve mısır, pirinç, buğday ambarı olan ülkemizde gıda krizi yaşanıyor olması; basiretsizliğin ve kapitalizmin ülkemiz tarımı ürünlerine koyduğu kotanın kaçınılmaz sonucudur.
İnsanın benliğine sızan yoksulluk korkusu ve güven kaybı insanlarımızı yerinden yurdundan etmiş, büyükşehirlerin varoşlarında yaşama savaşı vermeye itmiştir. Köyünden kasabasından kopan insanlar, göç ettikleri şehir merkezlerinde yoksulluğun pençesinde kıvranırken “asgari ücretin” dar kalıplarına hapsedilmiş durumdadır.
Karın tokluğuna mahkûm edilenlerin bir kısmı sosyal güvencenin dahi ne olduğunu bilememenin eşiğine getirilmişler; çalıştıkları işyerlerinde sosyal güvenceye alınmalarını dahi, işten atılırım korkusu ile dile getirememektedirler.
Hatta öyleleri var ki asgari ücretin altında çalışmalarına ve çalıştıkları süre yaklaşık bir yılı geçmesine rağmen aldıkları ücretin artırılmasını dahi isteyememekteler (her altı ayda bir asgari ücretin belirlendiğini düşünürsek).
Anadolu’nun değişik coğrafyalarında yaşayan insanlarımızın bir kısmı tarım ile iç içedir. Bir zamanlar Anadolu köylüsü hem kendilerinin, hem de toplumumuzun gıda ihtiyacını giderecek ürünü rahatlıkla üretirken gelinen noktada “feryat” etme durumunda ise insan ister istemez yıllardan beri uygulanan yanlış ve dışa bağımlı tarım politikalarının yanlışlığını sorgulama gereğini duymaktadır.
Örneğin bir Eskişehir'in bir Sivas’tan, bir Kırşehir’den, bir Erzurum’dan farkı yoktur. Yani yaşama mücadelesi veren diğer şehirlerimizin dağ köyleri ile ova köyleri ile orman köyleri ile Eskişehir'in köyleri aynı kaderi paylaşmaktadır.
Bu açmazdan kurtulmanın çaresi ise, dışa bağımlılıktan kurtulmaktan geçer. Devletimizin, dayatılan kapitalist uygulamaların değil ülkemize uygun tarım ve ekonomik politikaların hayata geçirilmesi yönünde karar almasından geçer.
Ülke nüfusu hızla şehirlere akmakta bu bağlamda da köylerimiz boşalmaktadır. Çünkü köylerde gelinen noktada toprağı olanların dahi mazot ve benzeri harcamalar yüzünden çiftçilik yapabilme olanakları zora girmiştir.
Diğer yandan uygulanan yanlış su kullanımları sonucu, su havzalarında var olan yer altı su seviyesi düşmüş, yanlış sulama nedeni ile tarım topraklarının bir kısmı çoraklaşmış, erozyona açık konuma getirilmiştir.
Aşırı hayvan otlatma nedeni ile meralarda ki bitkilerin aşırı tüketilmesi, meraların yok olma aşamasına gelmesine neden olmuştur. Yani ülkemiz bir yandan da hızla çölleşme yolundadır.
Sorunlar fazladır. Ancak zamanında ve yeterli önlemler alındığında sorunların üstesinden gelmemek için bir sebepte yoktur.
Ülkemizin bir şekilde tarım, orman ve su konusunda “yol haritası” çizmek zorunda olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır.
“İnsanlara balık vermekten çok, balık tutmayı öğretmek” gerektiği gerçeğini yabana atmamak gerekir diye düşünüyorum.
Sorunlar bellidir. Önemli olan bir şekilde o sorunların ortadan kaldırılması, köylerimizin ve kasabalarımızın göç vermekten çıkarılması,  yetiştirilen ürünler ve yapılan hayvancılık ile kendi kendine yeter konuma getirilmesidir.


15 Mayıs 2016 Pazar

OSMANLICA HEVESLİLERİ


Kimi yazıların altına yapılan yorumları bazen üzülerek okuruz. Yapılan yorumlarda yorumcunun düşüncesini öğreniriz. Yorumcunun dünya görüşünü, hayata bakış açısını, bilgi ve becerisini öğrenmenin kısa yoludur aynı zamanda o yorumlar.
Bir internet sitesinde dilimiz hakkında yapılan bir yorum dikkatimi çekti. İlgili yorumda bakın ne deniyor. “Şu anda konuştuğumuz dilin Türk dili ile bir alakası yoktur. Hatta uydurukçadır, bir dil bile değildir. Öz Türkçemiz yüzyıllarca kendi mecrasında gelişen, büyüyen Osmanlıca işte gerçek Türkçedir. Zengin akıcı bir dildir. Olgunlaşmış cihanşümul bir lisan olmuştur. Günümüz uydurukçası Redd-i Miras hakkını kullananların dayatmasından başka bir şey değildir.”
Redd-i Miras hakkını kullananlar söyleminde belli ki 1928 ve 1932 yıllarında dil konusunda yapılan çalışmalar kastediliyor, kabullenilemiyor bir türlü. Halkın yüz yıllarca kullandığı ve kullanmaya devam ettiği Türkçe uyduruk denilerek küçümseniyor.
Uydurukça dediği dil konusunda neden yukarıdaki satırları yazanın canı bu kadar yanmıştı?
Türkçenin halkın kahır çoğunluğun anlayamadığı Arapça ve Farsça kökenli sözcük ve gramer kurallarından arındırılıp Türkiye Cumhuriyeti’nin ortak milli lisanı olarak yazı ve konuşma dili haline getirilmesi  canının yanmasının nedeni olabilir miydi?
Son birkaç yıldır tarihimiz konusunda sistemli ve aralıksız bir saptırma kampanyasının yürütüldüğü bilindiğinden, resmi tarih saplantısı olanların böylece dilimizle de sorunlu oldukları anlaşılıyor. Halkın benimseyip konuştuğu öz Türkçe yerine Osmanlıcanın hayal edildiğini görüyoruz.
Ulusal kültürümüzün temel taşı olan Türkçemiz, bizi birbirimize bağlayan, kültürümüzün kök salmasını ve gelecek nesillere aktarılmasına  hizmet eden en önemli varlığımız, geçmişle geleceğimiz arasında en güçlü bağdır.
Mustafa Kemal Atatürk, "Milli his ile dil arasındaki bağ çok  kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması milli hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır"  diyerek dilin bir ulus açısından ne kadar önemli olduğuna vurgu yapmıştır.
Yüzyıllardır Anadolu coğrafyasında halkın konuştuğu dilin şu an kullandığımız Öz Türkçe olduğunu söylemek için, “Karacaoğlan’ın, Yunus Emre’nin, Köroğlu’nun, Pir Sultan’ın, Aşık Veysel’in” ve yüzlerce halk ozanının “Deyişlerinde, Koçaklamalarında, Türkülerinde Fıkralarında, Hikayelerinde” kullandıkları dile bakmak yeterde artar bile.
Osmanlıca “Farsça, Arapça ve Türkçe” karışımı bir dildir. Osmanlıca ile yazılan yazıları, yazıldıkları dönemde bile halkın anlayamadığını söylemek abes olmasa gerek. Osmanlıca ile yazmış olan Divan edebiyatı temsilcilerinden “Nabi’nin, Nedim’in, Şeyh Galib’in” ve onlarcasının yazdıkları şiirleri Türkçe konuşan Anadolu halkının tam manası ile anladığını ileri sürmek olası değildir.
Örneğin Şeyh Galib’in ”Bir eşek var idi zayıf-ü nizar/ Yük elinde kat-ı Şikeste vü zar” dizelerini sözlük olmadan Anadolu halkının dün de bugün de anladığını iddia edecek var mıdır acaba?
Bu konuda tarih profesörü Salih Özbaran ne diyor “… Kendisi de sizinkinden farklı bir dil kullanmamakla birlikte, Kanuni Sultan Süleyman döneminin saray diliyle konuşup yazmamayı kuşaklar arasındaki kopukluğu derinleştirme, dolayısıyla ulusu değişmez iççağrısından saptırma gibi görenler var. Bir tansık gerçekleşse de o dil geri gelse, her birimiz başımıza bir kavuk, sırtımıza bir kaftan geçirsek, cümle küffar önümüzde diz çökecek.”   
Tarihimize ve dilimize yapılan saldırılar 29 Ekim 1923’ün sonuçlarının kabul edilmemesinin dışa vurumudur. Cumhuriyet sürecinin yok sayılması isteğinin bir sonucudur. Cumhuriyetle beraber bu ülkede yerleştirilen çağdaş değerlerle, tarihle, dille hesaplaşma girişimleridir.
Türk tarihi ve Türk dili Osmanlı özlemi uğruna yağmalanıyor. Yok sayılmaya çalışılıyor. Nefret tohumları ile filizlenenler bir dönem Anadolu halkına kazandırılanları yok etmeye çalışıyor.
Gerek televizyonlardaki sohbetlerde, gerekse gazete köşelerinde kendine “dil ve tarih uzmanı” sıfatını yakıştıranlar dilimizi ve tarihimizi buharlaştırma çabasındalar. Dilimiz ve tarihimiz tahrip edilmeye, amacından saptırılmaya, yalan ve yanlış şeyler öğretilmeye çalışılıyor. Ne yazık ki bu millete en büyük kötülüklerden biride bu yolla yapılıyor.
Ulus olmanın en önemli hasletlerinden biride tartışmasız o milletin kullandığı dildir. Dil bir ulusun vazgeçilmezlerindendir. Dilimizi hoyratça hırpalamakla bir yere varılacağını sanmıyorum.
13 Mayıs 1277 tarihinde Türkçeyi resmi dil ilan eden
Karamanoğlu Mehmet Bey “Bugünden sonra divanda, dergâhta, bergâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır” diyerek dilimize sahip çıkarken, 21 yüzyılda dilimiz hakkında söylenenler düşündürücü değil mi?
Cehaletin, vurdumduymazlığın, yönlendirmenin, sorumsuzluğun, aymazlığın boy attığı topraklara mı dönüştü benim Anadolu’m?
Bunca kin ve nefreti, ikiyüzlülüğü, çocuklarımızın konuştuğu dil’i yerden yere vurmayı gerçekten hak ediyor muyuz?