28 Eylül 2016 Çarşamba

YOK BİR ŞEY ANNE


Korkunç bir darbe yemişçesine girişte bulunan ocağın başına yığılıp kaldım. Etrafı toz toprak içinde bırakıp, az sayıdaki ağaç dallarının kırılmasına sebep olan, insanın içini mutlulukla dolduran bir gün olmadığından, insan ister istemez telaşa kapılıp soğukkanlılığını kaybediyor. Bu hayhuy içinde başıma çöreklenen şiddetli ağrının dayanılmaz hal alması da kaygımı artırıyordu. Gürültüyle yanan ocağın başında gözlerimi kapatıp, umarsızlıkla, lakin bin bir düşüncenin çarpışması ile boğuşurken gürültüyü duyan annem yanıma geldi. Ocağın başında sararmış yüzümü görünce dizlerine vurarak ağlamaya başladı.
"Oğlum ne oldu sana? Neden yüzün sararmış?"
"Yok bir şey anne"
Ana yüreği bu telaşlandı mı telaşlanıyor. Yemenisinin ucu ile yanaklarına doğru süzülen damlaları silerek;
"Nasıl yok oğul nasıl yok, yüzün sapsarı kesilmiş. Neyin var senin?"
Kadıncağızı daha fazla telaşlandırıp üzmemek için yavaşça doğruldum. Yüzümde belli belirsiz bir gülümseme;
"Başımda önemsiz bir ağrı var. Köyün içinde dolaşırken aniden başım ağrımaya, midem bulanmaya başladı. Önemli bir şey olduğunu sanmıyorum. Üşütmüşümdür"  dememin ardından yüzünde belli belirsiz beliren bir rahatlama ile;
"Bugün dışarıda kıyamet kopuyor. Başındaki ağrının sebebi bu olabilir. Evden çıkalı epey oldu. Başındaki ağrıyı fazla düşünme, kötü bir ihtimal olduğunu sanmam. Sana sıcak bir çay koyayım için ısınsın. Ayaklarını uzat biraz rahatla, bak göreceksin kısa zamanda geçecek" diyerek dışı ocağın ateşi ile kararmaya yüz tutmuş, eski ama evin vazgeçilmez çaydanlığı ile ocağa su koydu. Çaydanlıktaki su kaynarken bende ayaklarımı uzatmış, başımı iki elimin arasına alıp sırt üstü ocağın başına uzanmıştım. Uyumuşum. Kalktığımda başımdaki ağrı azalmış, az da olsa rahatlamıştım. Ocakta etrafa yalımlar sıçratarak yanan ateşin üzerine yemek pişirilen tencere konmuştu. Gün iyice çekilmiş, hava kararmaya, dışarıdaki sesler azalmaya başlamıştı. İşlerini bitirenler birer ikişer evlerinin yolunu tutmuş olmalıydı. Az sonra babam ve kardeşlerimde gelirlerdi. Uyandığımı gören annem;
"Oğul" dedi "yorulmuşsun, epey uyudun, uyandırmaya kıyamadım, su kaynadı soğudu. Tekrar ısıtıp çay demleyeyim, içer daha da rahatlarsın."
Çok geçmeden babam ve kardeşlerimde geldiler. Yüzlerindeki ifadeden onlarında etrafın karmaşasından etkilendikleri belli oluyordu.
Kavruk yüzlerinde beliren usanmışlıkla ocağın başına oturdular. Bir süre gözlerini yanan ateşin alevinden ayırmadan susup kaldılar. Suskunlularının ardında acı, mutsuzluk, huzursuzluk, korku, gelecek kaygısı vardı. Bu kaygıların kişileri olduğu kadar toplumu da etkilemesi kaçınılmazdı. Kırsalın yaşamında insanı etkileyen travmalar, yaşanan ağır hasarlardı susmalarına neden olan.
Sararmış yüzüme bakan babam titreyen sesiyle "oğul" dedi, "okumanızı istedim sizlerin. Senin ve kardeşlerinin. İstedim ki bizim çektiğimiz yokluğu ve sıkıntıyı sizlerde çekmeyesiniz. Yaşam zorluklarla doludur. Gün gelecek belki de dikenler, taşlar ayağınıza değecek. Zorluklarla ve sıkıntılarla karşılaşacaksınız. Gitmek, buradan uzaklaşmak istediğinizi biliyorum. Uzaklara gidip yeni bir yaşam kurma isteğinizde haklısınız. Sizlere ömrüm boyunca rahat bir yaşam sunamadım. Çalıştım çabaladım, elimden gelenin en iyisini yapmaya uğraştım. Lakin yapabileceğim bu kadar. Daha iyisini sizler yapacaksınız bundan eminim. Ancak bu şu demek değildir. Okuyup buradan uzaklara gitmek rahat bir yaşam sürmenizi sağlamaz. Nereye giderseniz gidin doğru yoldan ayrılmayın, muhtaca yardım edin, yoksulu koruyun ve muhannete muhtaç olmamak için çalışın. Geldiğiniz yeri unutmayın. Gittiğiniz yerde inşallah bizlerin çektiği sıkıntıları çekmezsiniz.
İnsanı yok sayan, hiç bir insani ilişkiye değer vermeyen anlayıştan uzak durun. Güce erişmek ve her daim güçlü kalmak yolunu seçmeyin. Samimi olmayan  davranış içinde olmayın. Bu davranışı benimseyenlerden uzak durun. Haksızlığa her daim karşı çıkmasını bilin, haksızlık yapmayın. Kimseyi ötekileştirme yolunu tutmayın, aşağılamayın." 

26 Eylül 2016 Pazartesi

MANÇURYA KOBAYI

Vural Savaş'ın "Aşk, Şiir ve Müziğin Coşkusuyla" kitabını okurken dikkatimi çekti "Mançurya Kobayları" deyimi.
Peki neydi bu deyimin anlamı?
Nerede ve kimler tarafından kullanılmıştı ve kullanılıyordu?
İlgili kitapta "zamanın CIA direktörü Allen Dulles, Princeton Üniversitesi'nde 1953'te şöyle bir konuşma yapmıştır" :
"Hedef 'insan zihnindeki savaşı' da kazanmaktır. Bu savaşın ilk cephesi propaganda, depolitizasyon ve sansür ile kitlesel sindirmeyi sağlamaktır. İkinci cephe ise bireyin beyninde kazanılacaktır; hedef beyin yıkama, zihin kontrolü, ideolojiyi değiştirme ve gerektiğinde birçok Mançurya Kobayı (Manchurian Candidate) yaratabilmektir." diye yazıyor.
Kısacası Mançurya Kobayı zihin kontrolünü sağlamanın yanı sıra  algı sistemine ve bilinçaltına yönelik yapılan bir takım operasyonlar zinciri olarak karşımıza çıkıyor.
Yabancı istihbarat örgütleri kullanmış.
Nazi Almanyasında da başvurulan bir yöntem.
Mançurya Kobayı ise Kore Savaşı'nda kalma bir deyim.
Kore savaşı sırasında Amerikalı askerlere Çinliler tarafından uygulanmış.
Günümüz dünyasında değişik coğrafyalarda yaşanan etnik, dinsel, ekonomik, iç savaşlara bakıldığında savaşan tarafların beyin yıkama yoluyla kendilerine taraftar ve savaşacak eleman temin ettiği gözlenmektedir.
Irak ve Suriye topraklarında yuvalanmış IŞID terör örgütünün gaddarca savunmasız insanlara eziyet ettiği, akıl almaz yöntemlerle katlettiği görülmektedir.
Bu katliamları yapanların sağduyulu ve mantıklı düşündükleri söylenebilir mi?
Her biri birer ölüm makinesi gibi öldürmeye ve yok etmeye odaklanmış.
Düşünme yetilerini kaybetmişler. Verilen emirleri yerine getirmek tek dertleri, insani duygularını da kaybetmişler. Adeta beyinleri yıkanmış. IŞID elemanlarının her biri adeta birer Mançurya Kobayı olarak savunmasız insanların karşısındalar.
Suriye'de, Yemen'de, Afganistan'da, Sudan'da, Nijerya'da her yerdeler.
Misal Nijerya'da Boko Haram terör örgütü. Savunmasız insanları katletmekte ve kaçırmaktadır.

Tüm bu olumsuzlukların önüne geçmenin yolu demokrasiden, insan haklarından, eşitlikten, özgürlükten, kardeşçe bir arada yaşamaktan geçer.

22 Eylül 2016 Perşembe

ŞORT GİYDİĞİ İÇİN TEKMELEDİLER

İnsan her yaşında ve yaşamının her döneminde bireysel ve toplumsal sorunlarla uğraşıyor. Sorunları bertaraf etmek, hayatını sorunsuz bir şekilde geçirmek için çaba gösteriyor.
Kimi zaman bu çabasında başarı elde ederken kimi zamanda çaresiz kalıyor.
Kaderin kargaşanın bitmediği ortama fırlatıp attığı birey, yakın ve uzak coğrafyalarda yaşanan savaşların, zorbalıkların, tiranca ideolojilerin özgürlüğünü tehdit ettiği bir zaman dilimini kendi iç dünyasında yaşıyor.
İşte tam da dünyada kitlesel bir yıkım yaşanırken kendi manevi ve ahlaki bağımsızlığını lekesiz korumak için mücadele veriyor.
Yakın ve uzak coğrafyalarda yaşanan tecavüz olayları, tacizler bitmek bilmiyor. Daha dün Konya'da oturduğu binanın asansörüne binmek üzere iken kendisini taciz edeni attığı çığlıklar ile yakalatan kadının iddialarına karşı tacizcinin basın mensuplarının "kadına cinsel tacizde bulundunuz mu?" sorusuna " Çek çek iyice çek. Ne tacizi? Edep var adap var" diyerek küfürler etmesi işin geldiği boyutun vahametini ortaya koyuyor.
Bayramın birinci gününde İstanbul Maslak'ta şort giyen bir hemşire saldırıya uğradı. Güvenlik kameralarına yansıyan olayda yediği tekme sonucu yüzünden yaralanan hemşirenin anlattıkları insanı dehşete düşürüyor.
Belediye otobüsünde kısa şort giydi diye yüzüne ansızın tekme atılan hemşirenin yaşadığı travma bir yana tekme atan çıkıp " her şey İslam hukukuna göre oldu" diye kendisini savunuyor. İyide tekme atma hakkını sana kim veriyor? Her önüne gelene tekme atma hakkına sahip misin? Çoluğumuz çocuğumuz sokakta gezemeyecek mi sizin yüzünüzden bu ülkede?
Bu olayın yankısı sürerken, fiziki saldırı boyutuna ulaşmasa da benzer bir olay Bursa Uludağ Üniversitesi metro istasyonunda yaşandı. "25 yaşlarında bir kadın ile 50 yaşlarında bir yolcu arasında yaşanan tartışma sırasında yolcunun kadına 'şortlu kadının başına gelenleri biliyorsun, kes lan sesini' " diyerek tehdit etmesi neler oluyor sorusunu bir kez daha gündeme getirdi.
Tarık Akan'ın vefatı sonrasında arkasından yapılan olumsuz yorumları da kabul etmek olanaklı değil. Tarık Akan'ı seversin ya da sevmezsin. Düşüncesine katılırsın ya da katılmazsın. Kimse çıkıp da katıl yada katılma demiyor. Sev ya da sevme demiyor. Lakin arkasından hakaret etmek niye?
Vefat eden bir insanın arkasından arsızca ve utanmazca yorum yapanlarla aynı kulvarda olmadığımız kesin. Bu kadar baskı ve ötekileştirmenin ne demokrasi ile ne de insan hakları ile bağdaşmadığı da.
Üzücü  ve istenmeyen durumlar yaşanıyor hala bu ülkede.
Adam çıkmış "perdesiz ev ya satılıktır ya kiralık" diyebiliyor. "3 yaşındaki kız çocukları amcalarının yanında külotla oturmamalı" diyebiliyor.
Adamlar 3 yaşındaki çocuktan tahrik oluyor mu demeli bu durumda? Bu durum nasıl değerlendirilmeli?
Yaptıklarıyla ilginç profil sergileyen, aydınlanmadan uzak, dar görüşlü, kendi kişisel egolarını pervasızca öne çıkaran kişilikler insanların demokrasi ve insan hakları çerçevesinde bireysel özgürlüğünü yaşamasını engelliyor.




18 Eylül 2016 Pazar

ZEYNEP


Sokağın sonuna bir an gözüm takıldı. Ta uzaklarda dimdik ayaktaydı Mehmet amcaların evi. Zeynep'i düşündüm bir an. Recebe vurgundu bir zamanlar. Lakin kader işte. Dayısının oğluyla evlendirilmişti istemese de Zeynep.
Kerpicin sıcaklığıyla dimdik ayakta duruyordu Zeyneplerin evi. Kahverengi- mor duygularını düşsel bir duyguyla yüreğinize sermiştir, yolun sonunda göz kırpan ev, alıp götürür sizi. Saçaklarında beliren mavi düşsel umudu serinliğinde yudumlar akşamın alaca karanlığında. Rahatlarsınız, hüzünlenirsiniz, umutlanırsınız o an; suları, bulutları, denizin maviliğini, ışığın yansımasını düşünerek.
Evrenin giz dolu müziğidir o an yaşananlar.
Ulaşabildiği her yeri, her kerpici, her taşı, her ağacı, her canlıyı güzel gösteren altın sarısı akşam güneşinin ışıkları altında kasabanın meydanının etrafını saran kahvelerden birinin kapısından girip boş masalardan birine doğru yürüdüm.
Okey şakırtıları ve yoğun gürültü arasında verdiğim selamı duyanların "hoş geldiniz hocam" söylemleri arasında söylediğim çayı masanın üzerine koyan kahveci hal ve hatırımı sorduktan sonra işinin başına döndü.
Kahvenin duvarları sanırsın dün yapılmış gibi boyalıydı. Duman kokusunu ve is lekesinin izlerini kaybetmek için bir kaç ayda bir kahvenin boya ve badanasının yapıldığını biliyordum.
Duvarları boyamakta ki amaç is ve duman izlerini gizlemekti.
Kahvede okey oynayanlar ve sohbet edenler arasında oturup sohbet ettiğim tanıdık biri olmayınca da kendi düşüncelerime dalıp gittim.
Ortaklar Köy enstitüsü mezunu Mehmet amcayla eşi Hatice ninenin yaşamını; kızları Zeynebi istemese de dayısının oğluna gönülsüzce vermelerini düşündüm.
Zeynep'in içinde bulunduğu durumu anımsadım.
Yirmi yıla yakın dayısının oğluyla evli kalan, bu zaman zarfında eşinin boş vermişliği, kahve ve içki düşkünlüğü, başka kadınlarla düşüp kalkma ve kazancını buralarda harcama alışkanlığı sonucu çocuklarına hem ana hem baba olmuştu.
"Yirmi yıl önce bir kadın olarak, gerçekleri görmek benim için zordu. Geçen yıllarda eşimin alışkanlıkları, saklı birkaç gerçekle yüz yüze gelmemi sağladı" diye dert yanıyordu Zeynep. "Mesela" diyordu "yıllar önce anam kardeşinin oğlunun kasaba dışında kentte yaşadığını, evlenip de kente yerleştiğimizde her şeyin daha güzel olacağını inandırmıştı beni."
"Lakin eşime duyduğum saygı zamanla yok oldu. Masumiyetini kaybetmişti çünkü eşim. Bakış açımızda değişiklikler vardı. O alışkanlıklarından vazgeçmeye yanaşmıyor, evin ihtiyaçlarına ayıracağı parayı başkalarıyla yiyip içiyordu. Uzun yıllar bu şekilde yaşadım. Boşanmayı ilk başlarda hiç düşünmedim. Çevre ne düşünür, anam babam ne der diye düşündüm, bağrıma taş bastım. Apartman temizliğine gittim, merdivenleri sildim, zenginlerin evlerini temizledim. Çocuklarımı kimseye muhtaç etmedim."
Zeynep'in bu anlatımları insanın yüreğini burkuyordu.
Yaşadıklarını "kader" olarak algılıyordu. Her ne kadar eşi eve bakmasa da, sorunlarla ilgilenmese de bu yaşadıklarını "kader" olarak uzun yıllar içinde taşıdı.
Yanıldığını ve yaşamın insanın kendi eliyle şekillendiğini anladığında ise aradan yirmi yıl geçmiş, kızları evlenme çağına gelmişti.
Yaşadığı acıyı anasına bir gün şu sözlerle açıklamıştı:
"İstemediğim bir evliliğe beni zorladınız. Geleceğime ben değil siz karar verdiniz. Hayır demeyeceğim dedim, kaderime boyun eğeceğim dedim. Başka da çare yoktu o yıllarda. Yıllardır yaşadıklarımın sonucunu siz vicdanınıza nasıl sığdırırsınız bilemem. Her an dudaklarınızda acı ve buruk bir tebessümle yaşayacaksınız. Beni düşündüren, babamın alnına sürülmek istenen kara lekenin babamı nasıl hırpaladığıdığıydı. Kararına hayır diyerek daha fazla hırpalanmasına gönlüm razı olmadı.
İşten çıkmasıyla babamın işini kaybetmesi, yeterli toprağa sahip olamayışımız benim hayatımı dönülmez noktaya getirdi. Eğitimimi yarıda kesmek zorunda kaldım. Yetmedi evlendirildim. Dayımın oğlu ile evlenmemi bana sormadınız bile. Yüreğimde taşıyacağım bir hançeri bana hediye ettiniz. Ömrünüzce bu vicdan azabından kurtulamayacaksınız bunu biliyorum."
Çünkü Zeynep'in gönlünde dayısının oğlu değil komşusunun oğlu Recep vardı. Lakin bunu kimseye anlatmadı, anlatamazdı, içine attı.

11 Eylül 2016 Pazar

ASLINDA SORARSAN HERKES ŞİKAYETÇİ

Mine Söğüt bir yazısında şunları yazıyor. "Yıllar önce, mimari usulsüzlüklere savaş açan bir derneğin üyeleri, yüksek yerlerdeki tanıdıklarına güvenerek yaptırdığı kaçak katlı (binayı) bir türlü yıktırtamadıkları nüfuzlu bir gazeteciyi alt etmek için dava açmaya hazırlanıyorlardı. Etkili olur diye gazeteciyle aynı apartmanda oturan ünlü bir yazardan da açılacak davaya müdahil olması için yardım istediler. Bir kafede buluşuldu. Olayın hukuksuzluğuyla ilgili detaylar yazara anlatıldı. Yazar anlatılan süreci sonuna kadar dikkatle dinledi. Hukuksuzluğuna ikna oldu. Ve "o kaçak katın bana hiçbir zararı yok. O yüzden bu davaya müdahil olmayı düşünmüyorum" diyerek toplantıyı bırakıp gitti.
Çok uzaklara gitti..."
Hukuksuz ve kaçak olarak inşa edilen bir binaya "o kaçak katın bana hiçbir zararı yok"  düşüncesi ile seyirci kalınması toplumsal ve bireysel duyarsızlığa iyi bir örnek. Bireyler şahsi çıkarlarını bir tarafa bırakıp toplumun çıkarlarını öncelikle  gözetmesi gerekme mi. Bugün o yazar soruna duyarsız kalır, yarın bir başkası  başka  bir soruna duyarsız kalır. Bu doğru bir yaklaşım değildir.
Bu sadece bir örnek. Yaşamın her anında yaşanan sorunlar diz boyu. Sokakta, caddede, toplu taşım araçlarında, parkta, trafikte uyulması gereken ve çok da zor olmayan kurallara itibar eden yok.
Kabadayılığa gelince ufak bir sorundan devasa sorun çıkartmakta da üstümüze yok. Misal seyir haline bir araç sollama yaptığında  "vay arkadaş sen beni nasıl sollarsın" deyip levyeyi eline alanın haddi hesabı yok. Maazallah külhanbeyliği kimseye kaptırmamak için elimizden geleni yapıyoruz.
Lakin, yardımseverliğin, yaşlıya büyüğe saygının anımsanmadığı bir kuşak yetişiyor. Ellerinde düşürmedikleri ve kim bilir ne zorluklarla alınan akıllı telefonlardan gözlerini ayırıp çevreye baktıkları bile yok.
Özellikle büyük metropollerde duyarsızlık tavan yapmış durumda.
Ataköy - Yenikapı metro hattını olduğu gibi, Ataköy - Uzunçayır Metrobüs hattını da sık kullanırım.
İlgili toplu taşım araçlarına engelliler, yaşlılar, hamile ve çocuklu kadınlar da binmektedir.
Oturma yerlerinde bu insanlara yer vermesi gerekenler kılını bile kıpırdatmaktan uzak, akıllı telefonları ile oyun oynamanın derdindeler. Çevrelerine dikkat ettikleri bile yok.
Vagonda ya da otobüste izlediğim gençler oldukça rahatlar.
Kimilerinin kulaklarında kulaklık kim bilir hangi sığ türkünün keyfini sürmekteler.
Aslında sorarsan herkes şikayetçi. Ama uygulamaya gelince "bana hiç bir zararı yok" varsın yaşlı, hamile, çocuklu, engelli olan zor şartlarda yolculuk yapsın bana ne düşüncesi yaygın gibime geliyor.




7 Eylül 2016 Çarşamba

İSTANBUL - SİNCAN


Bulutsuz gökyüzü altında Ağustos ortasına özgü, insanın vücudunu terden usandıran sıcaklar hakim. Güneş binaların arasına yansıyor. Sabah saat dokuz. Yolda yürüyenleri binaların gölgesine hapseden bir sıcak dalgası yüzümüze çarpıyor.
Metrobüs durağına kadar gölgeleri takip ederek yürüyoruz. Bunaltıcı havanın etkisiyle çok da ağır olmayan valiz gittikçe ağırlaşıyor. Otobüse bindiğimizde alnımızda biriken teri mendille silmemiz işe yaramıyor. Çünkü otobüsün kliması yeterli gelmediğinden bunaltıcı havanın etkisi geçmiyor.
Sıcak hava nem ile ortaklaşa sokakta yaşamı zorlaştırıyor.
Geçen ay Ankara'da yeğenimin düğününe gitmek için Sabiha Gökçen Havalimanına doğru Bahçelievler'den yola çıktık. Özel araç ile o yolu gitmenin bir anlamı olmayacaktı. İstanbul trafiğinin azizliğine uğramanın kaçınılmazlığı uçağı kaçırmamıza neden olabilirdi.
Bu bağlamda en iyisi Uzunçayır'a kadar Metrobüs ile gitmek, oradan da Sabiha Gökçen Havalimanına giden otobüse binmekti.
Sabah dokuzda yola çıkıp saat on iki de havaalanına varmak bıktırıcı olmuştu. Çıkış kapısında gerekli işlemleri yaptırıp uçağa bindiğimizde bir saatlik zaman daha geçmişti.
Sıkıntıdan ve stresten iyice bunalmıştık. Yaklaşık yirmi dakikalık rötarın ardından kalkan uçak yarım saat sonra Ankara Esenboğa Havalimanına indi.
Ankara İstanbul kadar bunaltıcı olmaz en azından nem azdır düşüncesi uçaktan inip binadan dışarıya çıktığımızda yanıldığımızı bize gösterdi. Bozkırın sarı sıcağı bunaltıyordu.
Havaalanından Ankara Kızılay'a Beltur otobüsü ile gittik. Oradan da Sincan'a gitmek için Emekli Sandığı Genel Merkezi'nin önünde kalkan otobüslerin bulunduğu durağa yöneldik. Lakin ilgili cadde boyunca mavi minibüslerin sıralandığını otobüslerden eser olmadığını gördük. Sorduğumuzda altı ay kadar önce alınan bir kararla belediyenin o durağı iptal ettiği söylendi.
Tek çıkış yolumuz kalıyordu. Sıhhiye'de bulunan Adalet Sarayı'nın önünden kalkan Sincan otobüs durağına gitmek.
Bindiğimiz taksi biz durağa getirip bıraktı. Bu seferde otobüs  bileti sorunu çıktı karşımıza. Toplu taşım araçlarında kullanılan kartım olmasına rağmen içinde yeterli para yoktu. Duraktakilere nereden doldurabiliriz diye sorduk. Metroyu işaret ettiler. Bıkkınlık veren bir durum devam ediyordu.
Sıcağın etkisiyle metroya gitmekten vazgeçtik. Özel Halk Otobüsüne bindik. Ankara Tren Garı'nın olduğu güzergahta yapımı devam eden Ankara Büyükşehir Belediyesi Kapalı AVM binasının önünde kapatılan yol nedeni ile servis yolundan giden araçların yarattığı sıkışıklık sonucu bir süre de orada bekledik.
Sonuçta ne mi oldu?
İstanbul'dan sabah dokuzda evden çıkan biz akşam saat beş buçukta Sincan'a ancak ulaştık.
Adı da hava yolu ile seyahat oldu!