Korkunç bir darbe yemişçesine girişte bulunan ocağın
başına yığılıp kaldım. Etrafı toz toprak içinde bırakıp, az sayıdaki ağaç
dallarının kırılmasına sebep olan, insanın içini mutlulukla dolduran bir gün
olmadığından, insan ister istemez telaşa kapılıp soğukkanlılığını kaybediyor. Bu
hayhuy içinde başıma çöreklenen şiddetli ağrının dayanılmaz hal alması da kaygımı
artırıyordu. Gürültüyle yanan ocağın başında gözlerimi kapatıp, umarsızlıkla,
lakin bin bir düşüncenin çarpışması ile boğuşurken gürültüyü duyan annem yanıma
geldi. Ocağın başında sararmış yüzümü görünce dizlerine vurarak ağlamaya
başladı.
"Oğlum ne
oldu sana? Neden yüzün sararmış?"
"Yok bir
şey anne"
Ana yüreği bu telaşlandı mı telaşlanıyor. Yemenisinin
ucu ile yanaklarına doğru süzülen damlaları silerek;
"Nasıl yok
oğul nasıl yok, yüzün sapsarı kesilmiş. Neyin var senin?"
Kadıncağızı daha fazla telaşlandırıp üzmemek için
yavaşça doğruldum. Yüzümde belli belirsiz bir gülümseme;
"Başımda önemsiz
bir ağrı var. Köyün içinde dolaşırken aniden başım ağrımaya, midem bulanmaya
başladı. Önemli bir şey olduğunu sanmıyorum. Üşütmüşümdür" dememin ardından yüzünde belli
belirsiz beliren bir rahatlama ile;
"Bugün
dışarıda kıyamet kopuyor. Başındaki ağrının sebebi bu olabilir. Evden çıkalı
epey oldu. Başındaki ağrıyı fazla düşünme, kötü bir ihtimal olduğunu sanmam.
Sana sıcak bir çay koyayım için ısınsın. Ayaklarını uzat biraz rahatla, bak
göreceksin kısa zamanda geçecek" diyerek dışı
ocağın ateşi ile kararmaya yüz tutmuş, eski ama evin vazgeçilmez çaydanlığı ile
ocağa su koydu. Çaydanlıktaki su kaynarken bende ayaklarımı uzatmış, başımı iki
elimin arasına alıp sırt üstü ocağın başına uzanmıştım. Uyumuşum. Kalktığımda başımdaki
ağrı azalmış, az da olsa rahatlamıştım. Ocakta etrafa yalımlar sıçratarak yanan
ateşin üzerine yemek pişirilen tencere konmuştu. Gün iyice çekilmiş, hava
kararmaya, dışarıdaki sesler azalmaya başlamıştı. İşlerini bitirenler birer
ikişer evlerinin yolunu tutmuş olmalıydı. Az sonra babam ve kardeşlerimde
gelirlerdi. Uyandığımı gören annem;
"Oğul"
dedi "yorulmuşsun,
epey uyudun, uyandırmaya kıyamadım, su kaynadı soğudu. Tekrar ısıtıp çay
demleyeyim, içer daha da rahatlarsın."
Çok geçmeden babam ve kardeşlerimde geldiler.
Yüzlerindeki ifadeden onlarında etrafın karmaşasından etkilendikleri belli
oluyordu.
Kavruk yüzlerinde beliren usanmışlıkla ocağın başına
oturdular. Bir süre gözlerini yanan ateşin alevinden ayırmadan susup kaldılar.
Suskunlularının ardında acı, mutsuzluk, huzursuzluk, korku, gelecek kaygısı
vardı. Bu kaygıların kişileri olduğu kadar toplumu da etkilemesi kaçınılmazdı.
Kırsalın yaşamında insanı etkileyen travmalar, yaşanan ağır hasarlardı
susmalarına neden olan.
Sararmış yüzüme bakan babam titreyen sesiyle "oğul" dedi, "okumanızı istedim sizlerin. Senin ve
kardeşlerinin. İstedim ki bizim çektiğimiz yokluğu ve sıkıntıyı sizlerde
çekmeyesiniz. Yaşam zorluklarla doludur. Gün gelecek belki de dikenler, taşlar
ayağınıza değecek. Zorluklarla ve sıkıntılarla karşılaşacaksınız. Gitmek, buradan
uzaklaşmak istediğinizi biliyorum. Uzaklara gidip yeni bir yaşam kurma
isteğinizde haklısınız. Sizlere ömrüm boyunca rahat bir yaşam sunamadım.
Çalıştım çabaladım, elimden gelenin en iyisini yapmaya uğraştım. Lakin
yapabileceğim bu kadar. Daha iyisini sizler yapacaksınız bundan eminim. Ancak bu
şu demek değildir. Okuyup buradan uzaklara gitmek rahat bir yaşam sürmenizi
sağlamaz. Nereye giderseniz gidin doğru yoldan ayrılmayın, muhtaca yardım edin,
yoksulu koruyun ve muhannete muhtaç olmamak için çalışın. Geldiğiniz yeri unutmayın.
Gittiğiniz yerde inşallah bizlerin çektiği sıkıntıları çekmezsiniz.
İnsanı yok
sayan, hiç bir insani ilişkiye değer vermeyen anlayıştan uzak durun. Güce
erişmek ve her daim güçlü kalmak yolunu seçmeyin. Samimi olmayan davranış içinde olmayın. Bu davranışı
benimseyenlerden uzak durun. Haksızlığa her daim karşı çıkmasını bilin,
haksızlık yapmayın. Kimseyi ötekileştirme yolunu tutmayın, aşağılamayın."