Beton gibi
olmuş sert toprağı çapalamaktan, karasabanla sürmekten yılmayan gençlerin mecburen
gurbetin yolunu tutmasının sonucunda, sıla özleminin, ana baba, yavuklu, evlat
hasretinin insan ruhunda bıraktığı tahribatın boyutlarının ne denli etkileyici
olduğunu konuşmalardan anlıyordu dinleyenler.
Bir
zamanlar gözü gibi koruyup duasını eksik etmedikleri tarlalarıyla,
bostanlarıyla, bahçeleriyle eskisi gibi ilgilenememelerinin, yaban otlarının
talan ettiği tarlaları, bağ ve bahçelerini uzaktan seyretmenin yarattığı düş
kırıklıkları bedenlerinde onulmaz sarsıntılar yapıyor olmalıydı.
Gurbette
yaşam zordur. Ben bu zorluğu öğretmen okulunda öğrenciyken yaşamıştım.
Bulunduğun yerde tanıdık bir sima yoksa, derdini söyleyeceğin bir insan yoksa
sıla özlemi insanı derinden etkiliyor.
Sevdiklerini
bırakıp gurbete beş on kuruş kazanmak için gidenlerin, gittikleri yerde
karşılaştıkları zorlukları, çalıştıkları inşaatlarda kaldıkları barakalardaki
sefilliklerini, tandırda pişen ekmeğin sıcaklığına hasretlerini, uzun zamandır
dillendiremedikleri düşüncelerini otobüsün yoğun sigara dumanı
havasında dile getirmeleri insanı derinden etkiliyor.
Bir süre
sonra yol çizgileri akarken sesler azalmaya başladı. Uzun süre sohbet eden
yolcular anlatacaklarına ara verip gözlerini kapattılar, gidecekleri yeri
düşündüler, belki de sılayı. Kim bilir belki de gurbeti. Kimi geride bıraktığı
evlenme çağına gelen oğlunu, kimi fukaralığı, kimi
yeni evlendiği eşini, kimisi sevgilisini, kimisi de gurbetten dönünce köyünde,
kasabasında yarım bıraktığı işini tamamlamayı, kimisi de yaşlı anasını babasını
kim bilir.
Yol
çizgilerinin başlangıcında bıraktığım ana ve babamı, küçük kardeşimi,
yaşantılarını, umutlarını, sevdalarını, kaygılarını, bozkırın acımasızlığını,
insanların çıkarcılığını, anlaşmazlıklarını düşündüğüm gibi.
Lise
yıllarımı, sevdalarımı, çaresizliğimi, parasızlığın, açlığın, hor görülmenin
belleğimde bıraktığı onulmaz yarayı düşündüğüm gibi.
Pabuçlarımı
eskittiğim, tozunu yuttuğum okul bahçesinin uzak duvarına sırtımı dayayıp
gözyaşlarımı içime akıttığım zamanları. Bir yumruk gibi boğazıma tıkanan,
bukalemunların, fosillerin, duygu tacirlerinin söyledikleri yalanları. Saf ve
temiz duygularımı kız arkadaşımla birlikte okul sıralarında bırakışımı.
Nazlarımın ıslak seher yeli ile savruluşunu. Boynumu büküp gelecek düşlerimi
dirsek çürüttüğüm kitaplar arasına çaresizce terk edişimi. Hücrelerimin en
derinine sinmiş isyanımda hissettiğim acılarımı. Duygularıma tüm çabalarıma
rağmen hakim olamayışımı.
Bitmesini
istemediğimiz çocukça bir rüyaydı bizimkisi. Gecelerin hiç olmamasını, pas
tutan düşüncelere ışık, kör karanlığa aydınlık olmasını istercesine narin ellerimizi birbirinden ayırmaya korkarak
düşlemiştik geleceği.
Hiç
unutmuyorum bir gün okulun arkasında bulunan ağaçlıkta gölgenin serinliğinde,
gözlerimi rüzgarın hafifçe hışırdattığı ağaç dallarından ayırmadan, yaklaşmakta
olan ayak seslerini umursamadan sırtustü uzanmışken gelmişti yanıma.
Gözlerindeki
parıltı her daim beni rahatlatmıştı. Yine o parıltı vardı gülümseyen
gözlerinde.
"Bil
bakalım dedi dün gece ne yaptım?"
"Bilmem"
dedim "kitap mı okudun?"
"Evet"
dedi "yalnız okuduğum bir roman ve ya hikaye değildi en güzel Hasan
Hüseyin Korkmazgil şiirleriydi."
"Ne
güzel bir seçim yapmışsın. bende severim Korkmazgil şiirlerini. Hem kendi
toprağımızın yetiştirdiği bir şairdir o."
"Evet"
dedi "Hele o eşine yazdığı şiirler yok mu insanı alıp götürüyor başka
dünyalara."
Haklıydı.
Şair hiç tanımadan, yüzünü görmeden aşık olduğu sevdiğine ne de güzel şiirler
yazmıştı. Hasret kokan, aşk ve sevgi kokan.
"Sen
ne yaptın anlatsana" diye gözlerime baktı.
Nasıl
anlatabilirdim ki dün gece nerde olduğumu ne yaptığımı. Akşamın
alacakaranlığında evden çıkışımı. Ayaklarımın beni serseri mayınlar gibi
sürükleyişini. Evlerinin ışık sızan penceresinin altına gelip saatlerce, çıt
çıkarmadan ışık sönene kadar bekleyişimi. Nasıl anlatabilirdim ki.
Bekledi ki
konuşayım. Duruşu, yürüyüşü, davranışları o kadar güzel ve etkileyiciydi ki. Yanı
başımda anlat diye ısrarlı bakışları.
Dayanamadım
ne yaptığımı, nerde olduğumu anlattım ona. Anlattıkça yüzü kızarmaya, gözleri
nemlenmeye başlamıştı.
"Ne
olacak bu halimiz söylesene ne yapacağız "
"Bilmem"
dedim bakışlarımı uzaklara çevirerek "bilmem."
Gerçekten de
ne olacağını bilmiyordum. Sadece ona olan tutkumun vazgeçilmezliğini
biliyordum.
Babası okulumuzda
öğretmendi. Babam ise kol gücü ile tarlasında, hayvanlarının peşinde rızkını
çıkarmaya çalışan biri.
Bu durumda
kavuşmak olası mıydı bilmiyordum.
Bilmek
istemiyordum.
Babası
oldukça sertti.
Acımasızdı.
Sabah okula
geç kalan öğrencileri okulun giriş kapısında elinde sopa ile beklerdi,
gelenlere ceza verirdi.
Bu beni
korkutuyordu. Bunu ona söylemem hem imkansız hem de doğru değildi.
"Bilmem"
deyip sustum.
"Biliyor
musun" dedi, "şiirleri okurken hep seni düşündüm, geleceğimizi."
Beni
düşündüğünü söyleyince, bende dün gece evlerinin penceresinden dışarıya sızan
loş ışığın aydınlattığı perdenin arkasında bir kez dahi olsa gölgesini görmek
için saatlerce beklediğimi, onu düşündüğümü tekrar ettim. Yanakları elma
kırmızısına döndü. Gözlerini kaçırdı.