Milli eğitim camiasında istenmeyen münferit
durumlar devam ede dursun, o tarihlerde düşüncelerine değer verdiğim Mehmet
amcanın, Recep ve diğerlerinin yaşadıkları ve hatta geçmişte yaşadıkları
sorunlar ve acılar gün içindeki sohbetlerde kendi aramızda dile geliyordu.
Bunlardan biride Recep ve ailesinin yaşadığı, acısı yıllar geçse de yürekleri
dağlamaya devam eden olaydı.
Recep’in anlatmaya takatinin bile
yetmediği olayı Mehmet amcadan dinlemiş bir insan olarak ailenin yaşadığı acıyı
yüreğimde hissetmiştim. Mehmet amca ile kahvenin önündeki çınar ağacının
altında oturmuş hem kahveci Muzaffer’in tavşankanı çayını yudumluyor hem de
laflıyorduk. Ilık bir akşamdı. Havada gri bulutlar vardı.
“Mehmet
amca Recep bu aralar görünmüyor, hasta filan olmasın.”
Mehmet amca kısık bir sesle:
“Yok,
be hocam hasta filan değil. Kardeşinin ölümü nedeniyle her yıl mezarın başında
Kuran okuturlar. Sanırım bu ara onunla meşgul.”
Recep’in kardeşinin ölümünü duymuş
lakin olayı etraflıca dinlememiştim o güne kadar. Tedirgin ve ürkek bir şekilde
olayı anlatmasını istedim Mehmet amcadan. Bakışlarındaki kararsızlığı içindeki
acının etkisiyle yenen Mehmet amca:
“Acı
bir olay hocam nesini anlatayım ki” diye iç geçirdi. Mehmet amcayı az çok tanıyordum. Anlat
dediğim anda duyduğu acı gözlerinden okunuyordu. İyice meraklanmıştım.
“Hele
bir anlat Mehmet amca”
diye üsteledim.
Dudakları yüksek dereceli bir
hararetin vücudunu yalayıp geçişiyle kuruyan Mehmet amca önce yutkundu. Kırık
bir hissiyat, yorgun bir yürekle anlatmaya başladı.
“Peki,
hocam” dedi
duyulur duyulmaz bir sesle. “Dinle o
zaman.” :
[…Yaz sonuna doğru bir sabah.
Recep’in kardeşi Burhan kasabada anne ve babasıyla birlikte sürünün içinden,
gözü kara besili bir koyun seçip, ağılın önündeki çınar ağacının altına serili
muşambanın üzerine götürdü. O gün kurban bayramıydı. Receple kardeşi Burhan
sabah erkenden kalkmışlar bayram namazı sonrasında kurbanlıklarını kesmek için
evlerine pek de uzak olmayan ağıla gelmişlerdi. Anne ve babada yanlarındaydı.
Kurban kesimini insanların hayvanlara olan saygısı çerçevesinde usulüne uygun
olarak Recep yapıyordu. Kurban kesimine verilen önem aynı zamanda kişinin
karakterinin de ölçüsü sayılıyordu çünkü.
Mekan, kasaba da Receplerin
evlerinin önü. Ağılları ile evleri arasındaki mesafe beş on adım. Etrafta diğer
evler. Kimisi betonarme, kimisi kerpiç. Kerpiç binaların sıvaları dökülmüş.
Hepsi aynı model. Az ilerde hayvanların topluca sulandığı çeşme ve genişçe bir
alan. Ağılın önündeki çınar ağacının dalları geniş bir alanı kaplıyor. Yılların
tanıklığını yaptığı koca gövdesinden belli. Dualarla kurban kesiliyor. Usulüne
uygun parçalara ayrılıp dağıtılacak kısım özenle ayrılıyor. Kurban derisi Türk
Hava Kurumu yetkililerine verilmek üzere tuzlanıp bir kenara bırakılıyor.
Burhan ise hiç konuşmadan, başı
yerde, Recep’e bakmadan kesilen kurbanı sessizce izliyordu. Hayvanları çok
severdi. Çınarın altında yanında duran annesinin elini tuttu bir süre.
“Boğuluyorum” diye fısıldadı. “Yüreğim sıkışıyor”.
Annesi korkuyla oğlunun eline
sıkıca sarıldı.
“Oğlum
neden?” diyerek
sonsuz bir kederle oğlunun yüzüne baktı. Oğlunun hayvanlara olan sevgisini
yakından biliyordu. Belli ki Burhan kesilen kara gözlüsüne kıyamıyordu. Sesini
de çıkaramıyordu.
“Kara
gözlüm bir daha dönmemek üzere ayrıldı ya” diyebildi duyulur duyulmaz bir sesle.
Annesinin içi burkuldu o an.
Sürünün içinden kara gözlü besili koyun seçildiğinde oğlunun tepkisizliğini
sezmişti. Burhan sanki bir sis bulutunun gerisinde hayal meyal görünüyordu.
Hüzün içinde sürünün ortasında dolanıp duruyordu. Kim bilir o an neler
düşünüyordu. Şaşkın olduğu sessizliğinden belliydi. Lakin kurban bayramında
kurban kesilmesi gerektiğine de inanıyordu. Çok şükür durumları iyiydi çünkü.
“Oğlum
biliyorsun ki kurban dinimizce hali vakti yerinde olanların yapması gereken bir
ibadet. Hem sürüde ne çok kara gözlü var baksana. Bu nedenle bizi suçlama,
kendini üzme.”
Burhan annesinin ne söylediğinin
pek farkında olmadan:
“Biliyorum.
Yalnızca kıyamıyorum işte!”
diye cevap verdi. Kardeşi Recep’e yardım etmeye başladı.
Sabah erkenden annesi, daha
önceleri çocuklarının hiç açık olarak görmediği işlemeli çeyiz sandığını açtı.
Anadolu’da çeyiz sandığının ayrı bir önemi vardı. Bayramlık giysiler, el emeği
göz nuru işlemeli danteller, oyalar bu sandıkta saklanırdı.
Anaları da o gün çeyiz sandığını
açmış, daha giysilerini giymelerine fırsat vermeden sandıkta yeni ve hiç
giyilmemiş elbiseleri çıkarmıştı. Sandıkta pijamadan pantolona, ceketten
gömleğe, kazağa kadar çeşitli giysiler vardı. Anaları oğullarının meraklı bakışları
arasında içlerinden özenle ütülenip katlanmış pantolon ve gömlekleri çıkardı.
Birini Recep’e diğerini de Burhan’a uzattı. Babaları az ilerde sessizce olan
biteni izliyordu. Ona da bir pantolonla bir de gömlek verdi. Baba ve oğullar
yarı şaşkın hareketlerini dikkatle izledikleri evin anasına teşekkür ettiler.
Giymek için diğer odaya çekildiklerinde sandığın büyük bir dikkatle
kilitlendiğini duydular.
Ana sandıkta titizlikle sakladığı
giysileri o gün hem kocasına hem de oğullarına vermişti. Mutluydu. Çocuklar ve
baba da. Burhan bir yandan bunları düşünüyor, bir yandan da kardeşine yardım
ediyordu.
İki kardeş her daim iyi anlaşırlar,
neşeli oyunlar oynayıp şakalaşırlardı. Birbirlerini kırdıkları görülmezdi.
Recep kardeşinin üzerine titrerdi. Onun zarar görmesine müsaade etmez, korur
kollardı.
Tek katlı, sıvaları yer yer
dökülmeye başlamış evlerinin yanında Süloların, Bodurların, Koçların, Kel
Alilerin evleri vardı. Orta yerde mal ve davarların sulandığı, oldukça geniş
bir alanda çeşme akıp duruyordu. Recep’in nişanlısı Fadimelerin evleri ise
biraz daha uzaktı. Recep henüz evli değildi. Düğünü sonbahara harman sonuna
yapacaklardı. Söz kesimi öyleydi.
Sülolarla pek anlaşamazdı iki
kardeş. Budak Mehmet kalleşin tekiydi. Zorunlu olmadıkça gidip gelmezler, konuşmazlar,
sadece selamlaşırlardı. Gizli bir anlaşmazlık yıllardır iki aile arasında sürüp
giderdi. Recepleri çekemezlerdi her nedense. Budak Mehmet Receple yan yana
gelmekten her daim kaçınırdı.
Burhan henüz daha çok gençti.
Ağabeyi Recep’in nişanlanmasına en çok o sevinmişti. Çünkü diyordu “yakında yeğenlerimi seveceğim”.
Mert ve yiğit çocuktu. Neşeyle ve
şefkatle konuşurdu. Yeri geldiğinde çekinmeden lafı gediğine koymasını bilirdi.
Altay’la sıkı dosttu. Tıpkı Recep gibi o da Altay’ı sever sayardı, güvenirdi.
Doğa tutkusu yanında hayvan sevgisi de fazlaydı. Her gün sürüyü sular,
ağılların bakımını yapardı. Her zaman güçlüydü. Az konuşurdu. Saçlarını her
daim kısa tutar, özenle tarardı. Gözleri kahverengi ve güleçti. Çok az
kaşlarını çattığına şahit olunurdu.
Baba sıklıkla sürüyü otlatmak için dağa
giderdi. Babasının en büyük yardımcısıydı. Daha çocukken bir gün babasıyla
birlikte dağa gitmişti. Efil efil esen kuzey rüzgârına dönüp kollarını açmış ve
temiz havayı ciğerlerine çekmişti. Daha o günlerde doğaya olan tutkusu
belliydi. O gün aniden gök gürlemiş, babası gülerek onu sımsıkı dizlerinin
arasında tutmuş ve:
“Korkma
bu her zaman olur. Hava da siyah bulutlar toplanır, kırlangıçlar sağa sola
kanat çırpmaya, rüzgâr sert esmeye başlarsa bu durumlarda bil ki yağmur
yağacak. Korkacak bir şey yok!” demişti.
Ağabeyi ile kırlara gider, üzüm
bağları ve kır çiçekleri arasında koştururdu. Kuru dere vadisinin her iki
yamacı granit kayalardan oluşuyordu. Dere yıllar önce meydana gelen Gediz
depremi sonrasında bir daha akmamıştı. Kayaların ve dere kenarındaki çakıl
taşlarının arasında kök salan otlar, çiçekler ve ağaçlar ise büyümeye devam
etti. Dere yatağının kenarına her gidişinde terk edilmiş değirmeni mutlaka
ziyaret eder tepedeki leylek yuvasını hayranlıkla seyrederdi.
Yüreği insanlık sevgisiyle dolu,
mert ve doğru sözlü, yalanı öğrenmemiş olan Burhan ailenin sondan ikinci
çocuğuydu. Kendinden küçük bir de kız kardeşi vardı. Kız kardeşini çok severdi.
Kırsala çalışmaya gittiklerinde kız kardeşinin yanlarında gelmesine razı
olmazdı. Yakıcı güneş altında yorulmasına üzülürdü. Bu durum onun aileye ve
kardeşlerine ne kadar düşkün olduğunun belirtisiydi. Evde pek oturmaz,
dışarının sihirli havası onu kendisine çekerdi. Evde olduğu zamanlarda kerpiç
duvarlar arasına sıkışmış bahçeye iner, ağaçlara ve sonra dallarındaki kuşlara
bakar dalar giderdi. Bahçede kendi eliyle diktiği çınar ağacının dibine her
sabah su döker, etrafını temizlerdi.
Bahçenin bir köşesinde üzüm asması
vardı. Asmadaki salkımların olgunlaşmasının ahengine kendini kaptırırdı.
Bahçenin uzak köşesinde anasının civcivleri büyüttüğü kümesin yanına gider
yemlerini ve sularını verirdi. Bahçe içerisinde sıkıntılarını gideremeyince
sokağa yönelir, kahvelerin oraya gelir, çınar ağaçlarının gölgesinde bir sandalyeye
oturur ve Recep’le Altay’ın olmaması halinde sessizce gelmelerini beklerdi.
Mehmet amca ise en büyük öğretmenleriydi. Çok sevdikleri okul müdürü de
yanlarına geldiğinde okey oynarlar, Burhan sessizce ve ilgiyle hem oyunu hem de
konuşmaları izlerdi.
Mehmet amca hayata ve yaşama dair
bildiği ne varsa anlatır, öğüt verir, her koşulda mert ve doğru sözlü
olmalarını; yoksula ve kimsesize yardım etmelerini söylerdi.
“İnsanoğlu
çakırdikenleri arasında açmış gelincik gibidir. Gelincik çakırdikenine nasıl
alışıyor, birlikte yaşamaya çalışıyorsa, bizlerde aykırı insanların arasında
davranışımızı dizayn edip sorunsuzca yaşamaya çalışmalıyız” derdi.
Ne kadar da haklıydı Mehmet amca.
Doğada vahşi yaşam kendi mecrasında devam
eder. Kurt ile kuzu, aslan ile ceylan, diken ile gül hep bir arada yaşar, var
olur. Güçlü ya da baskın olan güçsüzü kendi varlığının devamı için yok eder.
Böylece kendi varlığının ve soyunun devamını sağlar.
İnsanları diğer canlılardan ayıran
en önemli özellik “düşünebilme”
yetisine sahip olmasıdır. Bu bağlamda çakırdikeni ile yan yana yaşam alanı
bulan gelinciğin var olma mücadelesi elbette insan yaşamından farklıdır.
İnsanoğlu güçlü ise güçsüzü ezer, kendi yönetimine alır. Zalim kralın güçsüz
halka yaptığı gibi.
Lakin iyi ile kötü her daim yan
yana olmuştur, olacaktır. Bunu değiştirmenin olasılığı neredeyse yaşam
alanımızda yok denecek kadar azdır. İnsanın bir yanı zalimdir. Ben merkezlidir
her daim. İyileri bir yere kötüleri de diğer yere toplama lüksümüz olmadığına
göre, iyilerle kötüler olarak kategorize ettiğimiz grupları ya da bireyleri bir
arada yaşatmanın, sorunları en aza indirmenin çaresini aramalı ve bulmalıyız.
Sanırım Mehmet amcanın anlatmak istediği buydu.
O gün kurban kesilmiş, eş dost
ziyaret edilmişti. Havada bir dinginlik vardı. Burhan, kurban kesilirken içinde
bulunduğu kasvetli duygulardan kurtulmuş, gençliğin verdiği heyecanla
arkadaşlarıyla gezmeye, şakalaşmaya başlamıştı. Kimilerinin genç yaşta yorgun,
isteksiz ve sevgisiz oluşlarının aksine; yaşam doluydu, doğayı ve insanları
seviyordu. Duygu yüklü bir iç dünyası vardı. Bu duygusal yoğunluk günün her
anında, her davranışında gözlenebiliyordu.
Babası “oğlum akşamüzeri koyunları ve kuzuları çeşmede sulamayı ihmal etme!”
demişti. Hoş babası demese bile Burhan’ın aklındaydı zaten. Evleri ve ağılları
çeşmeye uzak sayılmazdı. Gün boyu anası kurbanlıkla uğraşmış, bir yandan da
bayrama gelenlerle ilgilenmişti. Ağabeyi Recep ise Altaylarla birlikte çoktan
kasaba içinde kaybolmuştu.
Anasının büyük bir çaydanlığı
vardı. Burhan ocakta yanan ateşin üzerinde çay demleyip içmeyi severdi. Hele de
anasının büyük çaydanlığında suyun fokur fokur kaynaması hoşuna giderdi.
Anasının ocağı yakıp kurban eti pişirmesi sonrasında kendine çay ziyafeti
çekmek için çaydanlığı ocağa sürdü. Yalın ve sevgi dolu gözlerle yanan ateşin
karşısına bağdaş kurup oturdu. Alevler büyük bir iştahla bacaya doğru
yükseliyordu. Anası az ilerde işini yapıyor, bir yandan da oğlunu meraklı
bakışlarla, garip bir gururla seyrediyordu. Çaydanlığı ocağa koyduktan sonra
anasına baktı. “Ana çay demliyorum. Sende
içer misin?” diye sordu. Anası büyük bir şefkatle ve gururla oğluna bakıp “sen demlersin de ben hiç içmez miyim oğul”
diye sitem etti.
Anası zoru severdi, evlatlarının
üzerine titrerdi. Mert kadındı. Paylaşmayı severdi. İlkokul üçe kadar okumuştu.
Küçüklüğünde de akıllı bir kızdı. Okumanın önemini bilirdi. Evlatlarının da
okumasını çok istemişti. Babası onu erken yaşta evlendirmişti. Çalışmayı,
kimseye muhtaç olmamayı ilke edinmişti. Oğullarına ve kızlarına verdiği öğüt de
bu yönde olmuştu.
“Çalışın,
hayatta kimseye muhtaç olmamaya bakın. Gereksiz yere masraf yapmaktan,
tembellikten kaçının. Komşu hakkını gözetin, muhtaç olana yardımdan çekinmeyin,
doğru olun, yalan söylemeyin”
Burhan anasının mücadeleci olduğunu bilirdi.
Yemek yemeye, bir yudum çay içmeye zamanı olmazdı. Sabah erkenden kalkar işleri
yoluna koyardı. Daha sonra kendilerini uyandırır, “tembeller hala mı yatıyorsunuz, gün kuşluk oldu “ diye söylenirdi.
Ocağın başına iki bardak koydu, çay
şekerini yerinden aldı getirdi. Ateşe iyice sokulup suyun fokurdamasını dinledi
bir süre. Sonra anasına seslendi:
“Ana
çay hazır, gel artık. Kalan işini sonra yaparsın.”
“Tamam,
oğul geliyorum. Sen bardakları doldura koy.”
Ana işini bırakıp ocağın başına
Burhan’ın yanına oturdu.
“Acıktın
mı oğul?”
“Yok,
be ana. Az sonra koyunları, kuzuları meydana götüreceğim. Akşam yaklaşıyor” dedi.
Yerinden kalktı, koyunları ağıldan
çıkarmak için eline ince uzun çubuğunu aldı. Evden çıkarken anasına sevgiyle
baktı. Anası akşam olmadan işleri bitirmenin telaşındaydı. Az ilerdeki ağılın
kapısını açıp koyunları ve kuzuları serbest bıraktı. Kapı açılır açılmaz bir
kısmı hışımla kendini dışarı attı. Belli ki ağılın bunaltıcı havasından kurtulmak
istiyorlardı. Burhan bu duruma gülümsedi. Kalanları da kendisi çıkardı. Öyle ya
her yerde bir çalışkanlar vardı bir de tembeller. Kalanlar ikinci sınıfı temsil
ediyorlar diye geçirdi içinden.
Budak Mehmet ve kardeşi de
koyunlarını çıkarmıştı. Diğer birkaç komşuda. Çeşmenin etrafında geniş ve kısa
otlarla kaplı geniş bir alan vardı. Yalaklarda koyun ve kuzularını sulayanlar
etrafta uygun bir boş alana gidiyorlardı. Lakin yine de sağa sola koşuşturan
kuzular komşu sürüye karışabiliyordu. Bu gayet doğal bir şeydi. Hayvan bu dur
demekle anlamaz ki. Burhanda kendi koyun ve kuzularını suladıktan sonra boş bir
alana götürdü. Bayram olması nedeniyle herkes kasabadaydı. Diğer günler
çeşmenin başında olmayanlar, kahvelerde olmayanlar, bir bakıma kırda, tarlada işini
bırakıp evde kalmışlardı. Bu durum kasabayı canlandırmıştı.
Burhan şaşkın şaşkın etrafa
bakınıyor, kalabalığa göz gezdiriyordu. Bayramlaşanlar, sağa sola koşuşturan
çocuklar, bayram ziyaretinin telaşıyla hızlı hızlı yürüyenler dikkati
çekiyordu. Bir kuş sürüsü havalandı az ilerde. Bir baykuşun sesi uzun süre
kesilmedi. Bir kadın eve gelmesi için çocuğuna bağırdı. Koyunların yeşil ot ve
çiçeklerle karınlarını doyurma telaşını seyretti bir süre.
Hem etrafı izliyor hem de
düşünüyordu. Yaşam savaşı nasırlı bir el ve kavruk bir yüz çizmişti insanlarda.
Üstte yok başta yok. Ayaklar yarı çıplak, çoğunluğunda cızlavet lastik
ayakkabı. Yaşam savaşı zorluydu. Ya kendi toprağında çalışırsın ya ırgatsın ya
da mevsimlik işçi. Toprakla uğraşmak bir yana, yoksulluk insanları zamanından
önce yıpratıyordu. Henüz otuzunda olan, ellisinde gösteriyordu. Örneğin Mehmet
amca yılların birikimi ile hayat mücadelesine devam ediyordu. Burhan’ın babası
da Mehmet amcadan farklı bir yaşam sürmemişti, sürmüyordu. Anası iki oğul verdikten
sonra bir de kızım olsun demişti. Burhan’da küçük kız kardeşini her daim
korumuştu. Yoksuldular, varlıkları birkaç koyun ve kuzu, bir iki parça tarla,
kıraç toprak, verimsiz.
Bu zorluklara rağmen anası da babası da çok
çalışırdı. Yeri gelir ırgatlık yaparlardı. Ürünlerini kendileri hasat ederdi.
Ürün fazlası olan yıllarda fazla kısım satılır ihtiyaçlar alınırdı. Karakış
bastırdığında çarşı pazara sık gidip gelme olanağı olmadığı için yazdan çuval
çuval patates, soğan; yeteri kadar çay ve şeker alınırdı. Alınan patates ve
kuru soğanlar da donmasın diye samanların içine gömülürdü. Saman patates ve
soğanları soğuktan ve dondan korurdu.
Akşam güneşi insan yüreğiyle
insafsız bir savaşa girmiş çınar ve çam ağaçlarının gölgelerini dize
getirmişti. Ufukta belirmeye başlayan kızıllık dalga dalga gök kubbeye
yayılmanın telaşındaydı. Havanın serinlemesiyle kımıldamaya başlayan yapraklar,
kanat çırpan kelebeklerin inip kalkışıyla renklenmişti. Bu anı tüm gücüyle
ciğerlerine çeken Burhan’ın genç ve körpe göğsü sevinçle inip inip kalkıyordu.
Elleri kusursuz ve düzgündü. Gözlerinde gülümseme eksik olmazdı. Uzun boylu ve
inceydi. Yanakları yaz güneşinin kavuruculuğundan nasibini almıştı. Duruşu ve
bakışları insan sevgisini yüreğinde duyumsadığını gösteriyordu. Bayramlık
giysileri o gün ona pek yakışmıştı. Gömleğinin uzun kollarını yukarı doğru
kıvırmış, eline ince bir çubuk almıştı.
Ellerini arkasına kavuşturmuş, başı
dik, bakışları geniş alanda otlayan koyun ve kuzularındaydı. Yan tarafta Budak
Mehmet ve kardeşinin sürüsü vardı. Budak Mehmet’in kalleşliğini bilirdi. Çıkarcı
ve nankör bir karaktere sahipti. Muhtaca yardım etmeyi sevmez, çalışsınlar
derdi. Gün ışığına pek yakın olmayan yüreği her zaman yosunluydu. Önsel olarak
kabul ettiği sorunları önemsemez, kafasında yarattığı algı çerçevesinde
değerlendirir, yargılar, kendisine ters düşen görüşler oluştuğunda; acaba
yanlışlık, yanılgı, gariplik bende mi diye sorgulamak gereğini duymazdı.
Kavrayamadığı gelişmelerin üzerinde durmak ona göre değildi. Haksızlıkları
daima başkalarının yaptığını düşünür, kendisini önemser, diğerlerini parya
olarak görürdü. Olan biteni irdelemez, gelişmeler çıkarına uygunsa gözü kapalı
kabullenirdi.
Kalleş insanların yürekleri
vücutlarına korku ve acımasızlık pompalar. Korkuyu duyumsadılar mı o an ne
yapacaklarını, nasıl hareket edeceklerini kestirmek olanaksızdır. Patlamaya
hazır serseri bir mayından farkları yoktur.
Budaklarla ne kardeşi Recep ne
kendisi anlaşamazdı. Çok eskiye dayanan bir anlaşmazlık nedeniyle aralarında
gizli bir çekişme vardı. Ne yazık ki bu durum iki aile arasında tahribata sebep
olmuştu. Yaşanan tahribat korkuyu beslemişti. Korku da şiddeti. Sonuçta ise
güvensizlik, ayrışma, umutsuzluk ve ötekileştirme yüreklere yerleşmişti.
Budak alanda bulunan sürüsünün yanında bazen
hızlı bezen yavaş adımlarla yürüyordu, ama öyle dosdoğru bir yürüyüş değildi
bu, zikzaklar çizerek yürüyordu.
Bazen diğer sürünün koyunlarını
elindeki değnekle kovalıyor, bazen de değneğine dayanarak parmaklarını iyice
sarartmış sigaradan derin nefesler çekiyordu.
Hiçbir şey düşünmediği yüzünden
belliydi.
Kemerli burnunun üzerinden batan
güneşin ışıklarına öylece bakıyordu.
Kardeşi Hasan ise elinde av tüfeği
ile sürünün diğer ucunda nöbetteydi. Sessiz ve dingin bir hali vardı. Ara sıra
alnına düşen saçlarını eliyle düzeltiyor ve etrafa bakıyordu. Sonrasında
isteksizce ağırlaşan göz kapaklarını kaldırdı, kavruk çehresiyle uyumlu, yorgun
ve neşesiz duruşuyla gölge ve ışık oyunlarının alacalaştırdığı alanda
bakışlarını gezdirdi. Sürüyü kolaçan etti. Burhan’ın iki küçük kuzusunun kendi
sürüsündeki koyunlar arasında dolaştığını fark etti. Kol yenlerini çabucak sıvadı, tüfeğinin
dipçiğini kuzulara vurmak üzere hazır hale getirdikten sonra yerinden fırladı.
Elindeki av tüfeğinin ağır dipçiğiyle yaptığı vuruşların çıkardığı sesler
etraftakilerde ve Burhan üzerinde korkunç bir etki yaptı. Darbeyi alan kuzular
önce yere kapaklanmış, sonra neye uğradıklarını algılama fırsatı bulamadan can
havliyle Hasan’dan uzaklaşmışlardı.
Akşamın alacakaranlığında güneşin
ısıtan esintisi yerini mavi bir ışıltıya bırakmış, kırlangıçlar gruplar halinde
kasabanın üzerinde kanat çırpmaya başlamıştı. Sokaklar tenhalaşmış, küçük
çocuklar günün yorgunluğunun etkisiyle alışılmış bir akşamı karşılamak üzere
evlerine gitmişlerdi.
Kasabanın büründüğü sessizliği
bozacak, akşamın keyfini kaçıracak hareketlenme ise Hasan’ın kuzu harekâtıyla
başlamıştı.
Önce bağırış çağırışlar duyuldu,
sonrasında bir el silah sesi ortalığı çınlattı. Kırlangıçlar gökyüzünde mavi
daireler çizerek uzaklaştılar. Koyun ve kuzular birbirine karıştı. Etraftaki
çınar ve söğüt ağaçlarının dalları hareketlendi, sürüler halinde geceyi
geçirmeye hazırlanan kuşlar tünedikleri dallarda çıkardıkları hışırtılarla
havalandılar.
Hasan yüreğini kaplayan hırs ve
kinin etkisiyle kendisine “kuzulara neden
dipçikle vurduğunu” soran Burhan’a namlusunu doğrulttuğu tüfeğin tetiğine
acımasızca basmış, çıkan saçmalar Burhan’ın şah damarını parçalamıştı.
Bağırış ve çağırışlar arasında
kulakları tırmalayan silah sesi, kasabayı çevreleyen tepelerde yankılanıp artan
bir yoğunlukta evlerin odalarında ve ağıllarda, meydanda duyuldu.
Şuursuzca atılan kurşunun hedef
tahtasında son bulması gereken yolu insan bedeninde son bulmuştu. Hiç yok yere
parmaklar tetiğe uzanmıştı. Şah damarı parçalanan Burhan oluk oluk akan kanın
sıcaklığıyla ve duyduğu acının etkisiyle evlerine doğru koşmaya başladı.
Vurulduğu an Budakların önünde yere düşmedi. Kaybolmakta olan mavi ışıltıya
baktı. Oyunları yarıda kalan çocuklar isteksizce evlerine gidiyor, gün her
saniye esintisini karanlığa bırakıyordu. Evlerinin önünde silah sesinin geldiği
yöne seğirten anasını gördü.
Anasına:
“Beni
Süloların(Budakların) Hasan vurdu” diyerek yere yığıldı.
Ana gözbebeği oğlunun yere düşmesi
karşısında şok olmuş, adeta söyleyeceği sözü çölde susuz kalmış ceylanın
çaresizliği gibi söyleyememiş, oğlunun üzerine büyük bir acıyla kapanmıştı.
Ciğeri kör bir bıçakla dilim dilim
doğranıyor, doğranan yere adeta tuz basılıyordu.
Yüreğinde hissettiği acının tarifi
mümkün değildi.
Oğlunu kollarının arasına almış,
koruma içgüdüsüyle telaş içinde feryat etmiş, boyun bölgesinde akmakta olan
kanı durdurmak için fistanını adeta parçalamış, kopardığı bez parçasını oğlunun
boynunda açılan kurşun deliğine tıkamıştı.
Lakin bu çaba bir fayda etmemiş,
kan olanca hızıyla boşalmaya devam etmişti. Ananın feryatları arasında Burhan
duyulur duyulmaz bir sesle:
“Ana,
beni doktora yetiştirin”
diyebilmişti.
Şuuru hala yerindeydi.
Acı tez duyulmuş, evlerinin önü
mahşer gününe dönmüştü. Telaş ve çaresizlik içinde Recep ve baba gözyaşları
içinde Burhan’ı ilçe hastanesine yetiştirmenin telaşındaydılar.
Karmaşa içinde feryatlar göğe
yükseliyor, çökmekte olan karanlığa dalga dalga yayılıyordu.
Baba araba bulmanın telaşı ile
feryat içindeydi.
Recep kardeşini yerde kanlar içinde
yatarken görünce adeta çıldırmıştı. Eline aldığı odunla çeşmeye seğirtti.
Çeşmenin etrafı ve alan çoktan boşalmış, koyun ve kuzular etrafta dolanıyordu.
Sülolar ortalıkta gözükmüyordu.
Çoktan kaybolmuşlar, girdikleri inlerinde yüzleri kireç gibi korkudan
titriyorlardı ihtimal.
Yüreğindeki acının yükü ile nereye
gideceğini, katilleri nerede arayacağını bilemeyen Recep Süloların evlerine
seğirtti. Ev iyice çökmekte olan karanlıkta bir hayalet sessizliğindeydi.
Recep’in seslenmesine ne bir ses ne bir nefes cevap verdi.
“Dünyayı
kafanıza göre kuramaz, yönlendiremez, işinize geldiği gibi davranamaz,
kuralları kendiniz koyamazsınız” diye acıyla bağıran Recep taştan bir sükûtun karşısında
hıçkırıklara boğuldu.
Sonra hıçkırıkları kesildi, boğazı
sertleşti, dudakları kurudu; susuz topraklarda gezinen ceylanların yağmur
görmemiş çatlak topraklarda kavrulması gibi yüreği kavruldu.
Tiksinerek baktı Süloların
evlerine. Sustu. Titredi, yüzü birden değişti, alev saçan gözlerini etrafta
gezdirdi. Bakışlarında korkunç bir öfke ve şaşkınlık vardı.
“Bugün
sen yarın bir başkası bildiğini okur. Bugün feryat eden ben, yarın sen olursun.
Ateşle barut barışmayan, yan yana gelemeyen iki düşmandır. Lakin bugün ateş
sizsiniz. Yarın barut siz ateş bir başkası olur. Yüreğimizi yaktınız bir hiç
uğruna” deyip
hızla evlerinin önüne geldi.
Bu arada Burhan, bir araç ile ilçe devlet
hastanesine gönderilmişti. Anası, öylesine dilsiz öylesine hareketsiz olan
biteni boş gözlerle ve acı içinde izliyordu. Söz söyleyecek takati yoktu, parça parça kopan bir kaya
parçası misali çaresiz kalmıştı.
Burhan arabanın içinde kanlar
içindeki başını usulca anasının dizlerine koymuş, kaybolmakta olan bilinci ile
mücadele içinde ara ara göz kapaklarını açıp kapamakta, anasının yanında
olduğunu görünce rahatlamaktaydı.
Anası bir yandan oğlunun saçlarını
okşuyor, bir yandan da şoföre yalvarırcasına:
“Yavrum biraz daha hızlı” diyordu.
Sonra oğlunun arabanın içine
akmakta olan kanını durdurmak için çırpınıyor lakin başaramıyordu.
Az evvel söylediğini unutup tekrar
şoföre:
“Daha
hızlı gidelim. Yol da ne kadar uzunmuş” diye bağırıyordu. Şoför feryat eden kadına derin bir
üzüntü içinde:
“Geldik ana. Az kaldı” diyerek teselli vermeye çalışıyor,
elinden geldiğince arabayı hızlı sürüyordu.
Kâbus ve acı dolu saatler
yaşanıyordu.
İlçenin soluk ışıkları görünmeye
başladığında yol çizgileri hızla tükendi. Devlet hastanesinin önüne
geldiklerinde dışarıda bir tek Allahın kulu yoktu. Arabadan hızla inen şoför
içeriye koştu. Birkaç dakika sonra pek de acele olmayan hareketlerle
hastabakıcılar ve bir hemşire sedyeyi arabaya yanaştırdı.
Burhan’ın akan kanı arabada göl
oluşturmuştu. Anasının dizine yaslanmış, bilinci iyice kapanmakta olan Burhan’ı
sedyeye aldılar.
Gırtlağında hırıltılar çıkaran Burhan
anasına son bir gayretle baktı.
Bakışında büyük bir huzur vardı.
Sanırsın anasına ağlama diyordu.
Hastanenin acil kısmına alınan
Burhan’ı muayene eden doktor:
“Şah
damarı parçalanmış. Benim yapabileceğim bir şey yok. Çok da kan kaybetmiş.
Ameliyat burada imkânsız. İl’de ki devlet hastanesine sevkini yapacağım”
Şoför:
“yol
oldukça uzak. Yaklaşık yüz elli kilometre. Bari bir ambulans verin. Çocuk çok
kan kaybetti. Burada kan yok mu? Çocuk kan kaybından hastaneye yetişemeden ölür” dediyse de ne ambulans verdiler
ne de kan.
Ambulans şoförünün olmadığını
söylediler.
Kan ise hiç yoktu.
Tartışmanın ne yeri ne de
zamanıydı. Acil bir durumda hastane yetkililerinin yaklaşımları karşısında
içten içe isyan eden şoför:
“Acele edin. Ne yapılacaksa bir an evvel
yapılsın”
Doktor hastabakıcılara dönerek
yavaş bir sesle:
“Hastayı
tekrar araca bindirin. Sarsılmaması için sıkıca bağlayın. Yapabileceğimiz başka
bir şey yok”
Araca tekrar alınan Burhan’ın artık
bilinci yerinde değildi. Başını anasının dizine göz kapaklarını bir daha
açmamak üzere koymuştu.
Ana bir yandan artık akmayan, sızan
kanını durdurmaya çalışarak şoföre olanca acısıyla yalvarıyordu:
“Güzel
oğlum, arabayı çabuk sür. Ne olur yavrum. Sen de babasın. Senin de evladın
var.”
Ağlamaktan göz kapakları şişmiş,
göz pınarları kurumuş ananın yakarışları karşısında şoförün yüreği
parçalanıyordu. Elinden geldiğince kararmış havada arabasını delice sürüyordu.
Lakin yapacağı bir şey yoktu. Kuş olsa da bir an evvel hastaneye ulaşsaydı. Ama
değildi işte. Bu kadar acı ve çaresizlik içinde kaldığını hatırlamıyordu.
“Ana sık dişini yolu yarıladık sayılır. Tez
zamanda hastaneye yetişiriz inşallah.”
“İnşallah güzel oğlum. Bak kan durdu. Eskisi
gibi akmıyor artık.”
Kanın neden akmadığını şoför
biliyordu. Biliyordu ki onca zaman akan kan artık Burhan’ın vücudunda
kalmamıştı. Bunu kadına nasıl söyleye bilirdi ki? Dili kurudu, lal oldu, tek
kelime etmedi. Edemedi.
Araba farının aydınlattığı yol
çizgileri dışında etraf zifiri karanlıktı. Gökyüzü yer yer bulutlarla kaplıydı.
Tüm dikkatini yola vermişti artık şoför. Tek amacı vardı. Bir an evvel
hastaneye yetişmek. Burhan’ın anasının ağıtlarını duymaz olmuştu. Aradan ne
kadar zaman geçti ayırdın da değildi artık. Lakin şehre yaklaştıklarını
biliyordu.
Uzaktan gökyüzünün aydınlandığını
fark etti. İşte dedi kendi kendine, şehir ışıklarının yansıması. Son bir
gayretle gaza bastı. Şehrin varoşlarına girmişlerdi artık. Gece olması nedeniyle
trafiğe takılmadan hastaneye geldiler. Arabayı “acil” yazan yere sürdü.
Arabanın homurtusu ile acilin
kapısına çıkan hastabakıcı ve hemşirelere:
“Bacılar,
kardeşler acele edin. Arabada tüfekle vurulan bir hasta var. Saatlerdir
yoldayız. Çok kan kaybetti çocuk” diye adeta feryatla karışık bir sesle
durumu kısaca açıkladı.
Aceleyle getirilen sedyeye alınan
Burhan’da en ufak bir kıpırtı yoktu. Anası ve şoför arkasından gözleri yaşlı
bakakaldılar. Ana ağlamamak için adeta dudaklarını ısırıyor, yüreği dilim dilim
doğranıyordu.
Çok geçmeden bekleme salonuna gelen
doktor şoförü yanına çağırdı. Ana uzaktan olan biteni izliyordu. Doktorla bir
şeyler konuşan şoför başını acıyla öne eğdi. Burhan’ın anasının yüzüne
bakamıyor, gözlerini kaçırıyordu. Ana bu durumu fark etti. Yoksa fidanına bir
şey mi olmuştu?
Hızla şoförün yanına yaklaştı.
Acıdan morarmış dudaklarını diliyle ıslattı. Sonra etrafına ürkek bir bakış attı.
Bekleme salonunda hastalarını bekleyen birkaç adam vardı. Onlarda yorgunluktan
olacak, kendilerini sandalyelere külçe gibi bırakmış, uyuklamamak için çaba
sarf ediyorlardı. Bekleme salonu dar uzun, genişçe bir yerdi. Duvarların
boyaları eskimiş, elektrik düğmelerinin etrafı siyahlaşmıştı. Yer parke
döşeliydi. Kapı kolları eskimiş, kapıları kapatmak için güç sarf etmek
gerekiyordu.
Şoföre:
“Oğul oğul” dedi feryat edercesine; “oğul doktor ne dedi?” diye sordu.
Şoför nasıl cevap vereceğini
düşünürken, bir yandan da yorgunluktan ve ağlamaktan ayakta durmakta zorlanan
anayı kolundan tutup dışarı çıkardı. Çiğnenmiş, seyrek otlarla kaplı toprak
parçasının az ilerisinde, iri kaldırım taşlarıyla döşeli, oturma banklarının
bulunduğu yere götürdü. Etraf sessizdi. Gece karanlığını aydınlatan sokak
lambasının izbe ışığında yüzleri zor seçiliyordu. Şoför ufak tefek, kara kuru,
kavruk yüzlü, siyah saçlı, gaga burunlu, siyah gözlüydü. Üzerinde rengi solmuş
bir ceket, yakası yıpranmış bir gömlek vardı. Pantolonu kısaydı. Ayak bilekleri
ve çorabı görünüyordu. Ayaklarında soğuksu marka lastik bir ayakkabı vardı.
Ana yüksek bir sesle:
“Oğul
doktor ne dedi?”
diyerek sorusunu tekrar etti.
Şoför feryat eden anayı
duymamışçasına uzun bir süre susarak dikkatlice etrafına bakındı. Etrafındaki
her şeyi ilk defa fark ediyor gibi gözbebekleri büyüdü, yüzü durgunlaştı,
bakışları sertleşti.
Gecenin ayazında, kısık gözleriyle “nereden
başlasam” dercesine etrafına bakınıyordu. Tüm vücudu zelzeleye tutulmuş
gibi titriyordu.
Ana durmadan “ nedir bu? Nedir bu başımıza
gelenler! “ diye acı acı inliyor, göğsünü yumrukluyor, hıçkırarak
ağlıyordu.
“ Namussuz alçak adamlar, kendileri
gibi bizi de mahvettiler. Allahınızdan bulursunuz inşallah tez zamanda”. Fare
kılıklılar, hamamböceği suratlılar” diye sızlanıyordu.
Şoför ananın yüzüne acı dolu bir
bakış fırlattı. Kızarmış alnında biriken teri eliyle sildi. Gecenin ayazına
rağmen boncuk boncuk terlemişti. Dudaklarını uzatarak yavaş lakin hınçla
konuşmaya başladı: “ Hayatın kime ne hazırladığını ne yazık ki, önceden bilemiyoruz. Ben
bu olan bitenleri gördükçe, bu dünyada aradığımı bulamadığımı söylemeliyim.
Huzuru bulamadım. Anlayış ve hoşgörüyü bulamadım. Yardımlaşmayı bulamadım.
Aksine insanların birbirleriyle sürekli savaşıyor olduğunu gördüm. İnsanlar
haklının değil, güçlünün yanında yer almaktalar. Fakat yine de umudumu yitirmek
istemiyorum.”
Ana şoförün söylediklerini can
kulağıyla dinliyor, lakin sorduğu soruya cevap verilmediğini görünce
hıçkırıkları artıyordu. Oğluna ne olmuştu? Yaşıyor muydu? Doktor kendisini
değil de neden şoförü yanına çağırıp bir şeyler söylemişti. Oğul kendi oğluydu.
Söylenecek bir şey varsa kendisine söylenmeli değil miydi? Yoksa kendisi kadın
olduğu için mi şoföre söylenmişti? Yok değilse perişan haline bakıp
söylenenleri anlamaz ya da söylenenlere dayanamaz diye mi düşünülmüştü?
Sorgulayan gözlerle bir kez daha “Oğul
doktor ne dedi?” diye sordu.
Gözleri nemlenen şoför seyrek otlarla
kaplı toprak parçasının az ilerisindeki banka külçe gibi yığıldı.
Ana
daha da bir şey sormadı. Hıçkırıkları ve gözyaşları birbirine karışıyordu. Gözyaşlarını
sildiği yemenisi ıslanmıştı. Oğlunun saatlerdir akıttığı kandan entarisi kızıla
boyanmıştı. Bunca kan akarda o çocuk sağ kalır mıydı? Feryatlarına ağıtları da
karışmıştı artık.
Kayıp
giden bir yıldız gibi oğlu kucağında kayıp gitmişti. Hiç yok yere oğlunu çeşme
başında vurmuşlardı. İnsan hayatı bu kadar ucuz muydu? Ruhları kararmış
olanlar, bir örümcek ağı gibi etrafı sarmıştı.
Gözlerini
kapadı. Etrafın loş ışığı sanırsın belirsizlik yaşatıyordu. Ayakkabılarını
çıkarmadan bankın üzerine kıvrıldı. Tüm duyguları körelmişti. Çektiği acının
tarifi yoktu. Sessiz, sakin bir bayram gününün akşamında, etrafta her şey
renkliyken, çocuklar topladıkları şekerlerini doldurdukları torbalarla sevinç
içinde evlerine dönerken; günün son
ışıklarıyla birlikte ağaçlara tünemeye hazırlanan kuşların can havliyle
bulundukları dalı terk etmelerine neden olan o bir tek tüfek sesi etrafı bir
anda yasa boğmuş, solgunlaştırmıştı.
Her
ölüm erkendir diye düşündü. Acıdır kalanlara. Bu bir ağıttır aslında
yaşamımızda. Oğlunun güler yüzünü düşledi. Ne kadarda canlıydı son günlerde.
Bir hayat fırtınası yaşıyordu. Zaman zaman kasırgalar kopuyordu yüreğinde.
Kayaları yerinden sökercesine esen rüzgâra direniyordu. Daha öncede
hırpalamışlardı. Lakin dik durmasını bilmişti. Eyvallah etmemişti. Yiğit
duruşunu çekemediler oğlumun.
Gecenin
koyulaşmış saatlerinde, kapanmakta olan gözkapaklarının üzerine kurşun gibi
çöken ağırlık, yüreğinden kopup gelen ağıtları daha da ağırlaştırıyordu.
Ölüm
artık geride kalanların sorunuydu. Acı, hüzün, ağıt. Gidene ağıt. Gidişi
kabullenememe gerçeği. Yüz yıllardır dillerden düşmeyen bir gerçek. Özlem,
özleyiş, feryat. Haksızlıklar haksızlıklar...