18 Temmuz 2017 Salı

KABAK İLE KAVAK AĞACI



Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. 
Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. 
Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş 
ve neredeyse kavak ağacı ile aynı boya gelmiş. 
Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa;
-Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?
-On yılda, demiş kavak.
-On yılda mı? Diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak.
-Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak!
-Doğru, demiş kavak. 
Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında 
kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye,
soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış.
Sormuş endişeyle kavağa:
-Neler oluyor bana ağaç?
-Ölüyorsun, demiş kavak.
-Niçin? 
-Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için.

9 Temmuz 2017 Pazar

ÖYLE ANLAR VARKİ TUTUNACAK DAL KALMAZ


Marquez, Dostoyevski, Gogol, Yaşar Kemal gibi anlatıcıların yazdıkları sayesinde insan topluluklarını birer birey olarak algıladık. 
Okuduğumuz roman ve  öykü kahramanları bulundukları toplumun bazen en acımasızı, bazen kaybedilen erdemlerin, kadim değerlerin sürdürücüsüdür.
"Kaybetmek" ve "kazanmak" bireylerin gerçeğidir.
Lakin "teslimiyet"karanlığa hapsolmaktır. 
Birey karanlığa hapsolmamalıdır. 
Yaşanan acı ne denli zorlu olursa olsun dik durmasını bilmelidir. İnsanın başında yaşamı boyunca çok farklı olaylar geçer.
Dayanılmayacak acıları çeker. 
Sevinçleri yaşar. Kaybettikleri "üzerine vurulan balyoz etkisi" yapar. 
Lakin "balyoz etkisini"  etkisiz hale getirmek yine ona düşer.
Öyle anlar vardır ki tutunacak dal kalmaz. 
Tutunulacak dal elimizin altında, gözümüzün önünde kayıp gitmiştir.
Ve işte tam da o anda, o kayıptan sonra, boşluğa düşmemek için kalan dalların birbirine sıkı sıkıya sarılması lazım. 
Etraftaki ayrık otları, kuru dal parçaları asla yaklaştırılmamalıdır. 
O kuru dal parçaları ve ayrık otları iyi tanınmalı asla pes edilmemelidir.

Yaşanan acı ne denli ezici olursa olsun insan o acıyı unutmadan, yaşananları unutmadan, ama akıllı ve bilinçli bir şekilde yaşamı devam ettirmesi için kendisine yeni yol haritası çizmelidir.

Bir Çin atasözü, "Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri oluşuyorsa, orada güneş batıyor demektir" der.
Güneşin batmaması için, karanlığın hakim olmaması için, aydınlığın devam etmesi için o küçük insanların büyük gölgelerinin oluşmasını önlemek gerekir.
Bunun yolu ise hiç kuşkusuz acı ve sıkıntılara, yok oluşlara rağmen, kaybettiklerimize rağmen dik durmaktan geçer.

7 Temmuz 2017 Cuma

VALLAHİ LAZİM SEN GENE BİLDİĞİN GİBİ İÇ


Hepsinin de hikayesi aynı. Birinin yaşamı diğerinden farklı değil. 
Genelde hayvansal ürünleri ve dağlarda toplanan otları yediklerini söylüyor Allahverdi amca.
Söylenenleri başıyla onaylıyor Kudret amca. “Çünkü” diyor “yiyecek başka bir şeyimiz yok”
Kahvede ilk dikkatimizi çeken çayı çok fazla içmeleri oldu.
Sorduğumuzda, “bizler alışmışız” dediler gülerek. “Soğuk havalarda çok çay içeriz. İçimizi anca ısıtır.”
Çayı kıtlama dedikleri yöntemle içtiklerini söylediler. Çay şekerini bardağa atıp çayın içinde eritme yerine şekeri, dillerinin kenarına yerleştiriyorlar. Bir kesme şekerle beş altı bardak çay içiyorlar böylece. Calada kaldığımız sürece ne ben ne de Meriç bir türlü alışamadık kıtlama çay içmeye.
Hamza dayı ak düşmüş sakalını elleriyle sıvazlayıp anlatmaya başladı, o kısacık dinlenme anında.
“Bakın hocalar” dedi gülümseyerek. Biz de meşhurdur “kıtlama” çay içmek.
Kaşlarımızı çatıp, dudaklarımızdaki gülücüğü gizlemeye çalışarak dinlemeye başladık Hamza dayıyı.
“Zamanın birinde“ diye başladı anlatmaya.
“Zamanın birinde Erzurum köylüklerinde bir tanıdığının yanına gelen misafire çay ikram ederler. Adam ne bilsin. Ortaya konan şeker tabağından iki şekeri alıp çay bardağına atar.”
“Eee” diye gülmeye başladı Binali Karadağ.
Hamza dayı bu. Zamanın acımasızlığına yıllarca dayanmış da “ah” dememiş.
Kahveci Binali’ye dönüp  “Bizim insanımız budur işte. Dinlemesini bir türlü öğrenemez!”
Binali mahcup gözlerini indirdi yere.
Hamza dayı devamla;
“Ev sahibi sesini, çıkarmaz misafire. İkinci çay doldurulur bardağa. Adam yine tam iki şekeri bardağa atacakken, ev sahibi adamın bileğinden yakalar.”
“Dur" der hışımla adama.
"Adam şaşkın kalakalır bir anda."
“Valla gardaş” der ev sahibi misafirine. “Bizim burada çay bardağına şeker atıp karıştırmazlar. Çayı senin içtiğin gibi içmezler. Bak göstereyim sana  diyerek şeker tabağından aldığı bir şekeri dilinin altına yerleştirir. Sonra da çayını yudumlar. Adam dikkatlice ev sahibinin yaptıklarına bakar."
“Olur” der. ”Madem öyle ben de sizin gibi yapayım bari”.
"Adam başlar çayını içmeye. Bir yudum çay bir şeker, bir yudum çay bir şekerle çayını içer. Ev sahibi iyice sinirlenir, kızarır bozarır. Çay tabağında şeker gitti gider derken. Üçüncü bardak çay gelir. Adam tam şekere uzanacakken, yine adamın bileğine yapışır ev sahibi.”
“Adamcağız şaşkınlıkla ‘ne oldu gene’ der.”
Ev sahibi gülerek “vallahi lazim” der. “Sen gene bildiğin gibi iç.”

Hamza dayının anlatımına kahvede bulunanlar hep birlikte güldük. Böylece Calada çay içmenin de adabını çaktırmadan bize anlatmış oldu Hamza dayı.

5 Temmuz 2017 Çarşamba

SENİN ALIN TERİNDEN

Emperyalizm ve Kapitalizm 
Senin alın terinden,
kanından,
canından besleniyor
Ucuz iş gücü,
örgütsüzlük,
iptidai çalışma koşulları
ve sonrasında yetersiz iş güvenliği
Nuh nebiden kalma beşer öğüten,
yakıp kavuran,
kolunu koparan,
sakat bırakan fabrikalar
Birer komut butonu ile havalanan,
yok eden savaş makineleri
Kabirlere mekân olacak
toprak parçası üzerinde
ölümün en hızlı manevralarını yapan kurşunlar,
şarapnel parçaları
Toprağa düşen cansız bedenler
Sönen ve söndürülen umutlar…
Vahşet, dehşet ve şiddet…
Afganistan'da,
Afrika kırsalında,
Irak'ta,
Suriye'de
Yemen'de…
Kozmik gökyüzünün altındaki tertemiz,
berrak sular
ve tatlı dağ esintilerinin uçuştuğu madenler…
Yer altı
ve yer üstü zenginlik kaynakları…
Çağlar boyunca sömürülen…
Günbatımı
ve gündoğumunun
yüzlerine vuran renklerini
ve tonlarını yansıtan işçiler,
köylüler,
kadınlar
ve çocuklar…
Bir iş bir ekmek,
Bir ekmek bir insan,
Bir insan bir aile,
Bir aile bir toplum anlayışı ile
Çökmekte olan kâbustan
uzak durmaya çalışanlar…
Ahtapot gibi kolları ile
dünyayı sarmalamaya çalışan emperyalizm…
Bitip tükenmek bilmeyen iştahı ile kapitalizm…
İşte iki kâbus...
Irak, Suriye, Yemen, Afrika halklarının sırtında
boza pişirmeye çalışan
savaş makineleri...
Afgan halkının uzun yıllar boyunca
içinde bulunduğu savaşı
ve zor yaşam koşullarını
bir türlü barış ve huzura kavuşturamayanlar...
Robotlaşma yolunda ilerleyen savaş baronları
İşte emperyalizm
ve kapitalizmin
dünyanın yoksul
ve gelişmekte olan ülkelerine
biçip giydirmeye çalıştığı gömlek
Ahmet’in,
Mahmut'un,
Hekim'in, 
Mario’nun, 
Frederick’in önemli olmadığı,
çıkarın gözetildiği emperyal yaklaşımlar...