30 Aralık 2018 Pazar

BİR EĞİTİMCİNİN BOZKIRDAN BOZKIRA SAVRULUŞU


O yılda eğitim sona ermiş, öğrenciler ve öğretmenler tatile girmişti. Uzun bir yaz tatilinin sonunda da her yıl olduğu gibi eğitim öğretim hazırlıkları başlamıştı. Eylül güneşinin parıltısında öğretmenler kendilerine verilen seminer çalışmalarını bitirmenin çabasındaydı. Seminer çalışmasının bitiminde okullarda eğitim öğretim başlıyordu.
Öğrencilerin olmadığı bir okul, yapraklarını dökmüş ağaç dalı gibidir. Okulun koridorları, bahçesi sessizdir çıt çıkmaz, her yer sessizliğe bürünür.
Öğretmenlerin görev yerlerinin değiştirilmesi genellikle yaz tatilinde yapılırdı. Bulundukları görev yerinden başka bir yere atananların kimisi üzülür, kimisi sevinirdi. Uzun yıllar çalıştığı yöreye, yöre insanına alışanların ayrılması zor olur, bir hüzündür yaşanırdı. Sinan da bu hüznü yaşadı. İnsanın belli bir süre sonra alışıp benimsediği bir yerden başka bir yere gitmesi zor oluyor. Öğretmenlerde, öğrencilerde, velilerde hüzünleniyor öğrenciler öğretmenlerinden ayrılmanın sıkıntısını yaşıyordu.
Seminer çalışmalarının devam ettiği güneşli bir eylül sabahında  müstahdem Mehmet Efendi Sinan'a okul müdürünün yanına gitmesini istediğini söyledi. Sinan elindeki kâğıt kalemi masanın üzerine bırakıp müdürün yanına gitti.

Kapıyı açıp odasına girdiğinde okul müdürü ayağa kalkıp boş sandalyelerden birini gösterdi. Yüzünde Sinan'ı neden seslediğine dair en ufak bir ipucu yoktu, donuk ve ifadesizdi. Resmi fakat üzüntülü ve hüzünlü bir sesle ağır ağır konuşmaya başladı.
"Hoş geldin sayın hocam, buyurun oturun".
Gösterilen sandalyeye otururken "hoş bulduk müdür bey beni seslemişsiniz" diyerek aynı resmiyetle cevap verdi Sinan.
Müdürün yüz hatlarındaki donuk ifadede en ufak bir değişiklik olmadı. Orta boylu, kıvırcık saçlıydı müdür. Kahverengi gözleri, her daim etrafına kuşkuyla bakardı. Kalın kaşlarının altında parlayan iri gözlerinden bir şey anlaşılmıyordu. Bir süre maun makam masasının arkasında gözlerini kısıp kayıtsızca önündeki evrakları inceledi. Çekmecelerden birini açtı. İçinden bir tomar evrak çıkardı. Evraklardan birini eline aldı. Evirdi çevirdi. Tekrar tekrar okuyor gibi yaptı. Okuduğuna anlam veremiyormuş gibi yüzünü buruşturdu. Derin bir nefes aldı. Kısa bir sessizlikten sonra üzüntüyle başını salladı. İronik bir şekilde ürkeklik ve kırılganlığı üzerinden atmaya çalıştı.  Davranışları sıkıntılıydı. Sanırsın ya kendisine güveni yoktu, ya da kimseye güvenmiyordu.
Sinan sessizce müdürün hareketlerini ve mimiklerini izliyordu. Dakikalar birbiri ardına geçmeye, Sinan sıkılmaya başlamıştı. Ne söyleyecekse bir an önce söylese de işimin başına dönsem diye düşünüyordu. Bir an sessizliğe bürünen müdürün düşünceli hali Sinan'ın merakını iyice artırmaya başlamıştı.
Daha fazla dayanamayan Sinan "müdür bey buyurun, bir şey mi söyleyeceksiniz bana" diyerek müdürün yüzüne baktı.
Okul müdürü bir şeyden çekinir gibi bir iç sıkıntıyla konuşmaya başladı.
"Hocam uzun yıllar birlikte çalıştık. Elimizden geldiğince eğitime katkı sağlamaya, çocukları en güzel şekilde yetiştirmeye özen gösterdik. Zorluklara birlikte göğüs gerdik. Acı tatlı günler yaşadık. Tüm çabamız eğitim öğretimin daha iyi hale gelmesi, öğrencilerimizin başarılı olması içindi. İşte hayat bu maalesef. Bir gün gelir birkaç satırlık yazı ile eğitimcilerin görev yerleri değiştirilir. Yıllardır yöreye, yöre insanına, öğrencilere alıştınız. Bırakıp gitmek kolay değil. Lakin elden bir şey gelmiyor. Üzülmek de manasız. Çünkü sonucu değiştirmez. Yine de üzülmemek elde değil. Yeni görev yeriniz hayırlı olsun. Başarılar diliyorum. Emek verip yetiştirdiğiniz öğrenciler ve bizler sizi unutmayacağız." Bunları söylerken Sinan'ın yüzüne bakmamış, gözlerini duvardaki saate çevirmişti. Hüzünlü bir andı.

Uzunca süren sessizlik içinde, her ikisi de bir süre kendi dünyalarına dalmışlardı. Kendi seçtikleri patikalarda, yol haritasında yürümüşler, deyim yerindeyse etrafı dikenlerle kaplı zorlukların üstünden gelmişlerdi.
"Anlıyorum sizi müdür bey. Hepimiz eğitimin birer neferiyiz. Bugün burada yarın bir başka yurt köşesinde görevimize devam ederiz. Zor olan öğrencilerimden ayrılmak olacak."
"Haklısın sayın hocam. Kim bilir sonraki yıllarda bizler nerede görev yaparız. Lakin neresi olursa olsun, gittiğimiz her yer vatan toprağı. Vatan evlatlarını her yerde yetiştirmek, hayata hayatın zorluklarına hazırlamak görevimizdir. Bu bağlamda yeni görev yerinizde başarılar dilerim."
"Teşekkür ederim müdür bey" deyip belli etmemeye çalıştığı bir iç sıkıntısıyla, Sinan müdürün odasından çıktı. Zor bir gün olacaktı. Belki sonraki günlerde zor olacaktı. Alıştığı yöreden ayrılmak kolay olmayacaktı elbette.
O gün Sinan için zor bir gün oldu. Okullar açıldı açılacaktı. Kış için ihtiyaç olan  odunları alıp kırdırmıştı. Havalar soğumaya başlamıştı. Güz güneşinin son ısısı da yakında yerini soğuğa ve ayaza bırakacaktı. Oysa ki gideceği yerde aynı ihtiyaçlar tekrar karşısına çıkacak, yeniden ihtiyaçlarını almak zorunda kalacaktı. Diğer yandan yöreye alışmıştı. Hem öğrencilerinden ayrılmak da istemiyordu.
Benzer düşünceler Sinan'ın zihnini meşgul etti gün boyunca. Mesai bitiminde öğretmen arkadaşlardan müsaade isteyip eve gitti. Dışarıda kimse gözükmüyordu. Zili çaldı, kapıyı eşi açtı. Sinan'ın solgun yüzünü gören eşi bir an telaşlandı.
“Yüzün neden solgun, bir şey mi oldu?”
“Telaşlanacak bir şey yok. Tayinimiz çıkmış.”
Bir an duraksayan eşi telaşlanacak bir sorun olmadığını duyunca rahatladı.
“Sağlık olsun" dedi "Üzüldüğün şeye bak. Kaç senedir buradayız. Ömür boyu burada kalacak değiliz ya. Nasılsa bir gün başka bir yere tayinimizi yapacaklardı. Nasip bu seneyeymiş” diyerek kenara çekildi. Sinan içeriye girdi.
Her zaman olduğu gibi eşinin destek vermesi Sinan'ı rahatlatmıştı. Doğru söylüyordu. "Nasılsa gün gelecek başka bir yere tayinimiz çıkacaktı." Sinan'ı asıl düşündüren şey ise gelecek günlerde havaların giderek soğuyacak olmasıydı.
Çocukların gürültüsü üzerine eşi yanlarına gitti. Sinan yüzünü yıkadı, kurulandı, giysilerini değiştirdi. Buzdolabında rakı şişesini çıkardı, bir tek doldurdu, ayaküstü bir yudum aldı. Hücrelerine doğru bir sıcaklık usulca yayılmaya başladı. Şimdi daha iyiydi. Çocukların bulunduğu odaya geçti. Odaya girince gelip sarıldılar. İkisi iki yandan sevgiyle yüzüne baktılar. Daha çok küçüktüler. Televizyonda çizgi film vardı, en çok sevdikleri şeydi çizgi film izlemek. Ne kadarda masumdu çocuklar, ne kadar ilgiye muhtaçlar diye düşündü. Rakı iyi gelmişti. Bir tek daha doldurdu, her yudumda biraz daha rahatladı.
Zaman su gibi akıp gitmiş, dışarıda hava kararmaya başlamıştı. Çocuklarının doğumunu, taşrada çektikleri çileleri, zorlukları, ev taşımanın zahmetlerini, taşra hayatına uyum sağlayamamanın sıkıntılarını düşündü.
Yıllar öncesi yaşadığı sıkıntılar bir filim şeridi gibi gözlerimin ününde akıp gidiyordu.
Kars’ta görev yaparken nişanlanmış bir yıl sonra da evlenmişti. Evlendikten sonra, bir kat yorgan, bir bavul, üç beş parça eşya ile görev yerine gitmişlerdi. Sinan daha önce uzun bir süre kaldığı için yörenin iklimine alışmıştı. Lakin eşi için sert iklim koşulları sorun olabilirdi. Bir yandan ihtiyaçları karşılamadaki zorluk diğer yandan ikliminin ağır şartları nedeniyle görev yerinin değiştirilmesi için dilekçe vermişti,. Yaz geçmiş, güz geçmiş kış gelmişti. Dilekçesinden bir haber yoktu. Memurun haftada bir ilçeden getirdiği resmi yazıları bir çırpıda karıştırıyor tayiniyle ilgili yazının olmadığını görünce umutsuzluğa kapılıyordu.
Her seferinde Sinan'ın umutsuzluğunu gören memur;
"Hocam bizler size siz de kasabamıza alıştınız. Tayininiz çıkmasa sevineceğim neredeyse. Fakat görüyorum ki siz gitmeyi kafaya koymuşsunuz. Allah yolunuzu, bahtınızı açık etsin. Kış şartları olmasına rağmen kararnameniz gelir gelmesine de korkarım ki aman vermez karakışa, dondurucu soğuklara kalırsınız. Siz yine de burada kalacakmışsınız gibi bolca tezek alın. Soğukla baş etmenin tek çıkar yolu budur."

Haklıydı memur arkadaş. Ne diyebilirdi ki. İçindeki olup bitenleri anlatmak kolay değildi. O bu kasabanın çocuğuydu. Doğup büyüdüğü kasabanın zorluklarına alışmıştı.
"Alışmasına alıştım buraya. Yıllardır  kasaba ve civar köy çocuklarını elimizden geldiğince hayata hazırlamanın mücadelesini verdik. Lakin bu seneye kadar hep tek başınaydım. Artık sorumlu olduğum bir ailem var. Ailemi de düşünmek zorundayım. Sizin anlayacağınız, ben kendimi değil eşimi düşünüyorum. Korkarım ki bir gün buradaki zorluklara, zalim kış şartlarına dayanma gücünü kaybedecek."
"Hocam gün gelir o da alışır merak etmeyin."
"Hayatta neyin  ne olacağını hiç kimse önceden bilemez. Hiç bir şeyin garantisi yoktur. Sözün gelişi bir örnek vereyim. Ağır kış şartlarında kasabanın dışına çıkmanın olanağı yok. Yollar kapanır günlerce. Temel gıda maddelerini önceden az çok stokluyorsun. Ya günlük tükettiğimiz ekmek ilçeden gelmiyor mu? Hadi sizler ekmeğinizi kendiniz yapıyorsunuz. Bizim bu olanağımız da yok.
Öte yandan yollar kapalı iken bir rahatsızlık sonucu doktora gitmenin zorluğunu düşün. Ben bunları eşimin de yaşamaması için tayin istedim. Biliyorsun ki yıllarca burada kaldım, ah demedim, sızlanmadım. Artık dediğim gibi düşünmem gereken bir insan var. Benim çilemi onunda çekmesini isteme gibi bir hakkım yok."
"Çok iyi anlıyorum hocam sizi. Siz de haklısınız. "
"Kuşkusuz" dedi Sinan.
"Siz de durumun farkındasınız. İnsan tasarladıklarını ve tasarlayacaklarının hesabını iyi yapmalı. Zamanında önlem almalı ki sonradan pişman olacağı durum olmasın. Unutma bu sözümü. "
Aradan günler geçmiş, memurun dediği gibi tayin kararnamesi soğukların insanı iliklerine kadar zangır zangır titrettiği, evin içinde bile helkelerde bulunan suyun buz tuttuğu, tezeklerin yavaş yavaş tükenmeye başladığı bir günde gelmişti.
İyi ki de gelmişti o kış günü tayin kararnamesi. Yoksa doğunun dondurucu soğuklarında eşi büyük sıkıntı çekecekti.
Not: Çalışmamda Sinan karakteri beni simgelemektedir.

21 Aralık 2018 Cuma

BİR İSYANDI HÜCRELERİME SİNEN

Yalanlarla kuşatıldığında bedenim
Bir bulut gözyaşlarımı taşır
Duygularım savrulur yaprak yaprak
Seninle büyür yaşamın her anında
Yüreğimde sevdan
Dudaklarımda yas
Güller arasına armağanım o
Hatırla ne olur
Her gece
Öfkeden
Katran karası gözlerden uzakta
Umudu içinde taşıdım acısa da yüreğim
Bahçenin sakin uzak köşesinde
Duvara yaslandım saatlerce
Bir yumruktu boğazıma tıkanan
Bir isyandı hücrelerime sinen
Bedenimde kalan tek şey candı
Kader ağlarını örmeye başladığında
21.12.2011/ Hüseyin Güzel

20 Aralık 2018 Perşembe

YAŞAMAK


İnsanca yaşamayı öğrenebiliriz
eğer insanlığa yakışır biçimde
bakabiliyorsak dünyaya,
savaşın acımasızlığını 
görebiliyorsak,
özgürlüğü bir hava gibi
içimize çekebiliyorsak,
gerçeklerin anlamını
dağların doruğunda
buluşan bulutlara anlatabiliyorsak.

18 Aralık 2018 Salı

KARS VE DEĞİŞMEYEN TANRI MİSAFİRLİĞİ

                                                   Çıldır Gölü

Değerli bloğ yazarı Nurten Demirel'in "Kars'taki Tanrı Misafirliğimiz" yazısını okuyunca, yıllar öncesi Kars'a ilk gittiğim günlerde yaşadıklarım ve yaşadığım misafirperverlik geldi aklıma.
Sayın Demirel'in yazısında Kars bağlamında Anadolu insanının, yabancı birine sıcak yaklaşımını samimi bir şekilde anlatması ve yaşadıkları, hala o yörede yabancı birine gösterilen güler yüzün devam ettiğini, metropollerde bozulan ve görülmesi çok zor olan bu yaklaşımın kırsalda varlığını sürdürmesini, görmek güzel bir duygu.
1979-1985 yılları arasında Kars Çıldır ilçesine bağlı Doğruyol(Cala) köyü ile Aşık Şenlik (Suhara) kasabasında görev yaptım.
O yıllarda daha yaşımız 20.
Yaşam deneyimiz çok az.
Yöreye geldiğimiz de (benim yaşımda, benim gibi göreve yeni atanan iki öğretmen ile birlikte göreve başlamıştık) karlı ve soğuk bir Kasım günüydü.
Kars'tan çıkıp Doğruyol(Cala) köyüne gittiğimizde, kar yağmış, hava dondurucu bir ayaz ile etrafı kasıp kavuruyor adeta.
Çıldır minibüs şoförü yabancı olduğumuzu anlayınca  sorular sormuş, bizde öğretmen olarak köye atandığımızı söylemiştik.
Şoför, karlı ve soğuk bir öğleden sonra, köye gelen bu genç öğretmenlerin durumuna acımış olacak ki.
"İndiğinizde ilk gideceğiniz yer ilerideki bacası tüten bina olsun. Orası kahve. Köylünün bir kısmı oradadır şimdi. Soğukta bolca çay içer sohbet ederler. Derdinizi onlara anlatın. Belli ki ne kalacağınız yer var bu kış gününde ne yiyeceğiniz bir lokma ekmek ne de içeceğiniz bir tas su. Gidin oraya onlar size yardımcı olur." demiş bize yol göstermişti.
Kahveye girip, gürül gürül tezek yanan sobanın başında toplanmış, sohbet edip çaylarını yudumlayan insanlara selam verip kendimizi tanıttığımızda, kahvede bulunanlar arasında bir hareketlenme olmuş, sobanın başında bize yer açılmış, sıcak çay, tabağın yanına konan bir kesme şekerle gelmişti.
Hem sobanın ısısı hem de sıcak çay içimizi ısıtmış, az da olsa rahatlamıştık.
Kahvede bulunanlara öğretmen olduğumuzu, köye atandığımızı, kalacak bir yere ihtiyacımız olduğunu söyledik.
Verdikleri cevap " hele bir durun. Bugün artık akşam oldu. Siz yorgun ve açsınızdır. Üşümüşsünüz. En iyisi bugün misafirimiz olun. Yarın ne yapacağınıza karar verirsiniz" .
Haklıydılar.
Elimizde sadece birer bavulla gelmiştik.
Çaresizdik.
O gün ve ertesi gün okulun memuru bizi misafir etti.
Memur arkadaş o köyün yerlisiydi.
Evlerine gittiğimizde yaşlı anası bizi güler yüzle karşılamış, buyur etmişti.
O gün "ilk kaz" yemeğini de orada yedik.
Kaz Karslılar için vazgeçilmez bir lezzettir.
Misafirlerine ısrarla ikram ederler.
Doğu insanı misafirperverdir.
Yabancıya sahip çıkar yol gösterirler.
Metropollerin varoşlarında dahi çoktan unutulan misafirperverliğin hala varlığını sürdürmesi, Anadolu insanının kırsalda değişmez bir yaklaşımı.


12 Aralık 2018 Çarşamba

SOĞUK BİR İSTANBUL GÜNÜNÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ


Zorunlu ve önemli olmadıkça İstanbul sokaklarına çıkıp serseri mayın gibi dolaşmayı sevmem. Çoğu insanın yaptığı gibi herhangi bir AVM'ye gidip günü kafeteryada geçirme alışkanlığım da yok.
Lakin bunu yapan insan sayısı hiç de azımsanmayacak kadar.
Soğuk ve ayaza aldırmadan caddelerde, meydanlarda banklara oturup kayıtsızca etrafı seyredenler, kendi aralarında sohbet edenler de az değil.
Şu günlerde soğuk kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladı.
Soğuk ve ayaz, durmadan yağan yağmur dahi insanları bu alışkanlıklarından vazgeçiremiyor.
Oysaki kitap okumak, gazete ve dergi okumak, bir şeyler  öğrenmek etrafı boş gözlerle seyretmekten daha faydalı değil mi?
Soğuk deyince aklıma geldi.
Bir kaç gün önce, günün her saatinde İstanbul'un en yoğun insan trafiğine sahne olan Ataköy metro istasyonu ve Metrobüs duraklarının kesiştiği üst geçitte sırtını duvara yaslamış bir çocuk dikkatimi çekti.
Sekiz on yaşlarında ya var ya yok.
Eli ve yüzü soğuk ve ayazda morarmış.
Ayakları çıplak, ne bir çorap ne bir ayakkabısı var.
Bir elinde yarısı yenmiş bir simit diğer elinde ufak bir karton kutu, dileniyor.
O yaşta, o acı, o sıkıntı, yaptığının belki de ne olduğunun farkında değil.
Çocuğun dilenmesine hangi ana baba razı olur?
...
Sokaklarda amaçsızca dolaşmak yerine sıcak evinde oturup eline aldığı bir kitabı, bir gazeteyi okumak şu kış gününde bence yapılması gereken en iyi davranış olacaktır.
Ha kimler için bu geçerlidir.
Elbette belli yaşa gelmiş, emekli olup köşesine çekilmiş insanlar için.
Yoksa çalışan, iş güç sahibi olanlar için değil.
Onlarda okumalı elbette.
İşlerinden fırsat buldukça ve en azından hafta sonlarında.
...
Lakin, çoğu insan kitap filan okumuyor.
Genç yaşlı.
Herkes elinde son  model İphone sosyal medya ile yetinmeyi benimsemiş.
...
Kasım ayında İstanbul Beylikdüzü'nde  bulunan devasa fuar alanında "hayatı edebiyatla kuşatmak" teması ile TÜYAP 37. Uluslararası İstanbul Kitap fuarı yapıldı.
Bir önceki yıldan farkı yok.
Kısacası değişen bir şey yok.
Fuara giden üst geçitte insanlar zorlukla yürüyor.
O kadar kalabalık.
Kalabalığı görünce insan seviniyor.
Okuma tutkusu olanlar fuar alanına akın ediyor diye.
Lakin, kitap stantlarına gidildiğinde durumun hiç de öyle olmadığı görülüyor.
Fuar alanında bulunan kafeterya ve AVM'lerde  zaman geçiriyor çoğu.
...
İnternet sayesinde sınır tanımayan, her paylaşıma, doğru ya da yanlış, boş ve saygısızca yorum yapmayı marifet sayan ülkemiz insan profilinin ne denli değiştiğini görmek...


4 Aralık 2018 Salı

BOZKIRDAN KAÇIŞ


İnsanın sadece kendisi için yaşaması bencillik ve haksızlıktır.
Zamanı geriye sarıyorum.
Yıllar öncesinin bozkırına.
Geçen zaman ve yaşananlar önce bulanık, sonrasında duru görüntülerle zihnimde beliriyor.
Bozkırın her çocuğu gibi benim de bir amacım var.
Okuyup bir meslek sahibi olmak.
Sarısıcağın kavuruculuğundan, ayazın keskin şamarından, yokluğun sıkıntısından, zor yaşam koşullarının yoruculuğundan kurtulmak.
Ne ki bu kolay değil.
Tıpkı yaşamda hiç bir şeyin kolay olmaması gibi.
Eğitimin önemini bilen, eğitim ve aydınlanma ile çocuklarının bozkırın direncini kırıp uzaklara gitmesini isteyen bir ana baba.
Çektiğim sıkıntıyı çocuklarım çekmesin diyen bir gülüş bir inanç onlarınki.
Onlar kendileri için yaşamadılar.
Gönülleri çocukları için çırpındı.
...
İlkokul ve liseyi ilçede okudum.
Tek gözlü, daracık bir evde.
Ev demeyelim, tek göz bir odada.
Büyükannem, ve kardeşimle birlikte.
O oda hem yatak odası, hem mutfak, hem oturma ve ders çalışma yeriydi.
Bir köşede üst üste dizili kışlık yakacak.
Diğer köşede yataklar, bir diğerinde kap kacak.
Ne bir masa ne tek sandalye.
O günleri nasıl aştık anlatamam.
Söyleyeceğim tek şey, bozkırdan aydınlığa ulaşmanın verdiği dirençle ulaştık lise yıllarının sonuna.
...
Bir gün babam yanına çağırdı.
Ağabeyinin yanına gideceksin dedi.
İçim içime sığmıyor.
Özlemişim ağabeyimi.
Trafik cümbüşüne.
Koca koca yapılara.
Çocukluğumun bozkırından Ankara'ya.
Adımlarım ürkek, yüzüm solgun, yaprak döken sonbahar gibi dirençsiz.
Öyle ya.
Yeni bir yer, alışık olmadığım.
Her yer beton, tek tük yol kenarlarında ağaçlar.
Mevsim sonbahar.
Bir serinlik, bir rüzgâr, havada kömür kokusu, toz duman,is.
...

23 Kasım 2018 Cuma

AYRIMCILIĞIN DÖŞEDİĞİ TAŞLARA TAKILMAMALI İNSAN



Çeşitli coğrafyalarda dolaşalım.
Zihnimizde kurgulayıp sorgulayalım ve ayrımcılık konusunu kısaca ele alalım.
Tercih sebebi olmasa da çeşitli coğrafyalarda yaşayan insanlar arasında ayrımcılık vardır ve ne yazık ki yaşananlara bakıldığında her zaman insanoğlunun özünde, varlığında olacağı görülmektedir.
Yaşamın her alanında; sevgide, kültürde, ekonomide, insanın renginde, düşüncede, yaşamda, kadın erkek varlığında, semt ve okul bağlamında, zengin fakir ikileminde, kent merkezi ile varoşlar arasında, yeşille mavi arasında.
Bu bağlamda insanların yaşamı bir gül bahçesi olmaktan uzaktır.
Oysa ki ayrımcılığın döşediği taşlara takılmadan yaşamak için olağanüstü bir gayret sarf etmeliyiz.
Bazen ciddi biçimde sendelesek de bunu başarmak zorundayız.
Ayrımcılığı yaygınlaştıranlara, insanlar arasındaki sevgi, saygı ve birliktelik anlayışına engel çıkaranlara karşı da; insan hak ve hukukunu kendisine rehber edinerek mücadele etmek durumundadır insanoğlu.
Bunu başarmak için evrensel müziğe, edebiyata, kültürel gelişime, ekonomik ve siyasi işbirliğine önem verilmeli; ırkçılığa, insanları ötelemelere, yok saymalara, küçük düşürücü ithamlara karşı koymalı, olaylara doğru yorum getirilmeli.
Hiç kimse hiçbir zaman içinde biriken öfkesini yönelteceği, yaşananlardan sorumlu tutacağı diğerine ihtiyaç duymamalıdır.
Öteki kavramı yerine biz kavramı daima öncelikle dikkate alınmalıdır.
Diğerini öteleyerek hiç kimse kahraman olamaz, olamamıştır da.
Önemli olan insanların birbirini anlaması, sevgi, saygı, anlayış ortamında ve müştereklerde birleşmesidir.
Her türlü yıkıma, bağnazlığa, ötekileştirmeye, ayrımcılığa karşı karşılıklı anlayışı, birlikte yaşamanın taşlarını döşemeli, geleceği bu bağlamda inşa etmeliyiz.

15 Kasım 2018 Perşembe

KALDIRIMLARDA İNSAN SELİ


Başımı camdan uzatıp gökyüzüne bakıyorum bir süre. Uzaklarda bir kuş sürüsü kanat çırpıyor özgürce.
Kim bilir belki de gün geçtikçe yok olan yaşam alanlarına bakıyorlardır.
Belki de büyük bir keyif alıyorlardır kanat çırpmaktan.
Yol kenarlarında, kaldırımlarda akan insan seli.
Koşuşturuyorlar acele ile. Belli ki gün bitmeden işlerini tamamlamanın aceleciliği var üzerlerinde.
Oysaki gün henüz daha yeni başlıyor. 

Simitçiler tezgâhlarını çoktan açmışlar.
Açlığını bastırmanın en kolay ve ucuz yolu simit almak.
Simitçi tezgâhlarının etrafı hiç boş kalmıyor.
Eski ve yıpranmış giysilerle kaldırımlarda ilerleyenlerin çoğunun elinde birer simit var.
Sıcak çorba tüten lokantalar ise müşteri bekliyor.

Güneşin fazlaca etkili olmadığı bir kasım günü sokaklarda volta atıyorum.
Tarifsiz düşüncelere kapılarak. Annelerinin elinden tutmuş çocukları düşünüyorum.
 Düşündükçe, yaşananları gördükçe yoksulluğun pençesinde kıvranan çocukların geleceğinin nasıl biçimleneceğini anlamak kolaylaşıyor.
Ya düşündükleri gibi olacaksın ya da düşündükleri gibi biçimlendirecekler seni.. 

9 Kasım 2018 Cuma

BİR MİLLETİN VAR OLMA MÜCADELESİNİN ÇELİKLEŞMİŞ İFADESİDİR


Mustafa Kemal Atatürk, her an yüreklerimizde varlığını sürdürecek kadar büyüktür.
Büyüklüğünü anlamak için yok olmakta olan bir milletin nasıl ve hangi zor şartlarda kurtarıldığına bakmak yeterlidir.

Mustafa Kemal, sadece Kurtuluş Savaşı sırasında askeri anlamda emperyalist güç odaklarına karşı verdiği müthiş mücadele ile değil; savaş sonrasında siyasi, kültürel ve ekonomik anlamda da aldığı önlemlerle ve yaptığı uygulamalarla da büyüklüğünü kanıtlamıştır.
Mustafa Kemal bir direniştir.
Bir milletin var olma mücadelesinin çelikleşmiş ifadesidir.
Vefa ve namus borcumuzdur.
Varlığımız, bağımsızlığımız, yarınlarımız, onurumuz, toprağı vatan yapan düşüncemiz, bilgimiz, enerjimiz, aydınlanmamız ve erdemimizdir.

Bu nedenle Mustafa Kemal’in bize sunduğu gerçek zenginliğimizin, özgür birey olma erdeminin, bağımsız ve çağa uygun yaşam tarzımızın öneminin bilincinde olmalıyız.
Bu zenginliklerimizin ve Mustafa Kemal’in milletimize kazandırdığı kavramların, devrimlerin ve değişimlerin ayırdında olmalı onlara sıkı sıkıya sarılmalıyız.

O’nun vurguladığı gibi; düşünce, bilgi, beden yönünden güçlü ve yüksek karakterli birey olmalıyız.
Emanet ettiği cumhuriyete, fikirlerine ve düşüncelerine sahip çıkmalıyız.

O’nu yaşıyor ve yaşatıyor olmalıyız. 

7 Kasım 2018 Çarşamba

ÖFKE VE KİN DOĞRULUĞUN SINIRLARI DIŞINDADIR


Montaigne şöyle der  “Öfke ve kin doğruluğun sınırları dışındadır; bu tutkular yalnız işlerine akıllarıyla bağlanamayan insanların işine yarar. Doğru ve temiz işler hep ölçülü ve ağırbaşlıdır. Ölçü olmayan yerde kavga, gürültü ve haksızlık vardır.
Doğru yol uğrunda kendimi ateşe atabilirim; ama elden gelirse başkalarını yanmaktan korurum. Montaigne şatosu gerekirse herkesin evi ile birlikte yansın; ama gerekmezse kurtulmasına sevinirim. İşimin bana verdiği imkanlarla onu korumaya çalışırım.”
İnsan yaşamında gündem o kadar hızlı, bazen o kadar coşkulu, bazen o kadar kırıcı ve baş döndürücü bir hızla değişmektedir ki yetişmek ne mümkün. Yaşamın hay huyunda gidip gelenlerin bir kısmı çıkara ve bencilliğe başvururlar. Kurnazca asıl niyetlerini açığa çıkarma cesaretini göstermeden hareket ederler. Bu harekete cesaret dememeliyiz. Öyle gayretli kimseler vardır ki, bütün arzuları diğerlerine eziyet etmektir.
Onları bu çabaya iten şey nedir o halde?
Amaçları mı?
Yoksa çıkarları mıdır?
Beyinlerinde sakladıkları “ savaş “ senaryosu gerçekten nedir?
Ya da ego tatmin merkezlerinde büyüttükleri şey dikkate alınmama karşısında saldırganlık mıdır?
Ne yazık ki, çevremize baktığımızda kimi; yükselme, dikkate alınma, liderlik oluşturma, emir verme, kendisi gibi düşünmeyenleri aşağılama ya da hakaret etme, düşüncelerindeki garipliği başkalarına aktarma tutkusu olanlarla karşılaşırsınız.
Montaigne diyor ki Öfke ve kin doğruluğun sınırları dışındadır; bu tutkular yalnız işlerine akıllarıyla bağlanamayan insanların işine yarar.”
Tutku nedir peki?
Bence tutku insan gövdesinde var olan ve atılmayı bekleyen bir safradır. Bu öyle bir safradır ki, yolu tıkanmadıkça, içinde bulunduğu insanı hareketli, atılgan, canlı ve diri tutar. Ancak, yolu tıkanır da akmak için mecrasını bulamazsa işte o zaman gerçek yüzünü gösterir.
Peki ne yapar?
Saldırganlaşır, yakıcı ve acı verici bir ağrıya dönüşür.
Yükselme, dikkate alınma ve söz söyleme hakkı elde etmeye çalışan insanlar, eğer önleri açık ve ilerleyebiliyorlarsa acı verici, saldırgan değil, aksine beceriklidirler. Aksi durumda ise saldırgan kimlikleri harekete geçer, etrafında olan bitenleri hazmedememe, kötü görme, gibi bir çıkmaza düşerler.
Ve yine Montaigne der ki “doğru yol uğrunda kendimi ateşe atabilirim; ama elden gelirse başkalarını yanmaktan korurum.”
Doğru olan nedir?
Montaigne’in dediği gibi “doğru yol uğrunda kendini ateşe atmak mıdır?”
Bencilce çıkarlarımızı korumak için harekete geçmek ve etraftakileri görmemek, insanları yok saymak, insanları kendi amaçlarımız doğrultusunda kullanmak mıdır?
Yoksa akıl, bilim, kültür, sanat sevgisi gibi hasletleri oluşturmak, insanlara yardımcı olmak, etrafa azim ve kararlılık aşılamak mıdır?
Her ne isen o sun aslında.
Seni senden iyi anlayabilen yine sensin.
Önemli olan o aklı yerinde ve insanlığın mutlu geleceği için kullanmadır.
Bence gerisi boştur vesselam.
Mevlana der ki:
    “Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız
    
 Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir...
.......
    
 Güneş olmak ve altın ışıklar halinde 
    
 Ummanlara ve çöllere saçılmak isterdim
    
 Gece esen ve suçsuzların ahına karışan 
    
 Yüz rüzgarı olmak isterdim....”
........
“Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi ol, tevazuda toprak gibi ol, öfkede ölü gibi ol, her ne olursan ol, ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”
.......
“Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.”
İnsanoğlu arasında dostluklar, iyilikler daim olsun derim.
Bencillikle, duyarsızlıkla, anlaşılmaz tutkularla bir yere varılamaz.