24 Ocak 2018 Çarşamba

VE ÇEKİP GİTTİ YAŞAMDAN

Hazanla birlikte yapraklar sararmaya, gazel olup dökülmeye başladı. Uzun süre yaşam döngüsü tekmil canlıya şekil vermeye devam etti. Ağır aksak geçen günler sonrasında havalar aniden soğudu. Soğuk ve ayaz başkentin semalarında demoklesin kılıcı gibi salınmakta. Puslu havada insanlar her zamankinden aceleci.
Parklar karla kaplı, yollar buz, sokaklar çamur deryası. Araba egzozlarından çıkan dumanlar, bacalardan çıkan kurumlar şehrin ufuklarında gezinmekte. Dışarı çıkmak ne mümkün. Buğulu camlardan gamlı yürekler dışarıyı seyretmekte. İnce kum gibi yağmakta olan kar, sokakları, caddeleri, çatıları beyaza bürüdü. Ağaç dalları kuş seslerine hasret.
Sessizce durduğu pencerenin önünde, dışarıyı iç sıkıntısı ile seyrederken yutkundu, acı acı gülümsedi. İsteksizce, fersiz bir şekilde arkasını pencereye döndü. İrade dışı atılan adımlarla odanın ortasına gelip durdu. Çaresizliğin hançerlediği adam, buruk bir hissiyatla, sessiz sessiz ağlamaktaydı.
Düşünceler yorgun zihnine kanlı bıçaklar gibi saplanıyor, tarifsiz acılar vererek açtığı yaranın üzerine olanca gücü ile iniyordu.
Sakalları intizamsız bir şekilde uzamış, yüzü her zamankinden solgun, alnında kabaran damarlar yüzündeki sıkıntıya eşlik ediyordu. Beklenmedik bir şekilde aldığı acı haber karşısında manen iflas etmişti. Hayat ne acımasız diye düşündü. Felek ne kadar kahpe, ne kadar zalim.
Umutsuz yaşanır mı hiç diye düşündü uzun uzun. Umut her daim yüreklerde olmalı dedi belli belirsiz duyulur duyulmaz bir sesle. Bir çiçek gibi bir sevda gibi açmalı umut, gözyaşları ile sulanmalı, gözyaşlarında hem acı vardır hem umut dedi yorgun bakışlarla.
Canından çok sevdiğinin yanında olmaması, göçüp gitmesi dünyadan umutları yok eder kimi zaman. Yüreğiniz katılır, ağlamak istersiniz ağlayamazsınız. Konuşmak istersiniz konuşamazsınız. Bakarsınız etrafınıza, görürsünüz lakin içinizdeki fırtınayı gösteremezsiniz. Belki bir yararı olmayacağını düşündüğünüz için, belki daha fazla acı çekmemek için, belki de anlamayacaklarına, iletişim kuramayacağınıza inandığınız için.
Geçmişi düşündü uzun uzun. Gün tükenmez oldu, bütün sinirleri gerilim içindeydi. Düşünceler tarifsiz acılar vererek açtığı yaranın üstüne olanca gücü ile inerken odanın ortasında ayrıldı. Kapıya yöneldi, merdivenleri indi, sokak buz dışarısı ayazdı. Aldırmadı yürüdü yürüdü… Aradan geçen zaman asırlar kadar uzun bir zamandı. Akşam iş dönüşü kalabalığı ile eve döndü.
Yaşam döngüsünü kim durdurabilmiş ki diye düşündü. Gideni, geçen zamanı bir an bile geri getirmek olası mı?
Asırlardır sezdirmeden tekmil yaşamdan bir şeyler alıp götürmedi mi zaman?
Beklentilerimiz, hayallerimiz, gülüşlerimiz zaman içinde yok olmadı mı?
Bizlere kalan sadece onurlu bir bakış, dürüst bir yaşam, acıya isyan değil midir?
Lakin son demde gerçekçi olmak lazım geldiği belleklerimizde yerini almalı değil mi? Anılarımız ve gelecek umutlarımız olmasa, geriye ne kalırdı ki?
Anılarımızı unutmadan, umutlarımızı kaybetmeden yaşam oyununu bozmaya yeltenmeden direnmeliyiz artık.
Yaşam budur işte. Yaşam gerçeğini görmeliyiz ve en önemlisi zaman gerçeğini görmeliyiz. Unutmamak gerekir ki herkes evreni sığdıramaz yüreğine, herkes daha büyük yağmurlar içinde var olamaz. Kocaman bir yüreği, kocaman bir yaşamı yüreğinin süzgecinden geçiremez.
Ve çekip gitti yaşamdan, kayıverdi ansızın sonsuzluğa.
Hiç yorgunum demedi, hiç hastayım demedi, hiç yüzündeki gülümsemesini kaybetmedi, hiç kimseyi üzmedi bildiğim.
Yaşam ona çok şey öğretmişti. Acıyı da mutluluğu da görmüştü ahir ömründe.
Kol kanat germişti çocuklarına. İlkokulu üçe kadar okumuştu. Çocuklarını okutmuştu yıllarca, cahil kalmasınlar istemişti.
Çocukları ah çocukları.
Hasta yatağında solgun yüzünü görünce hüngür hüngür ağlayan çocukları. Onun her şeyi idi onlar. O yine ağlamayın diyebilmişti hasta yatağında.
Her gidiş zamansız derler ya. Onun gidişi yaşlı da olsa zamansızdı. Kabullenmek zor olacak hem de çok zor.
Hazin bir tören oldu Karşıyaka mezarlığında. Kalabalıktı mezarlık. Komşuları, akrabaları, çocuklarının iş arkadaşları yerlerini almışlardı sessizce. Soğuk aman vermiyordu. Eşi omzuna aldığı şalın varlığına rağmen üşüyordu, üşüdüğünün farkında bile değildi, kızarmış gözlerinde gözyaşları durmak bilmiyordu.
Çocukları, torunları orada idi. Uzaklarda olan akrabaları ve torunları gelmişlerdi mezarına bir avuç toprak atmak için. Ataya son görevi yapmak için.
Büyük oğlu kimseyi indirmedi kabrin içine. Ortanca ile yüklendiler. Bize düşer dedi onu kabre indirmek. Kalabalık bir yas, bozulmayan bir sükûnet yeriydi. Herkes duygulu bakışlarla bakıyordu olan bitenlere. Kıbleye çevirdi. Başındaki düğümü çözdü elleriyle büyük oğlu.
Arada bir ses çınladı. “Ahiret yolculuğudur oğul” diyordu yanındakine. Devam etti duyulur duyulmaz bir sesle:
“Sen hiç baba oldun mu oğul?
Çocuklarına kol kanat gerdin mi hiç?
Onları küçük yaşta kan uykusundan uyandırmaya kıyabildin mi?
Bir babanın gülümseyen bakışlarına hiç şahit oldun mu?
Hiç çaresizlik gözyaşı döktün mü oğul?”
Mekânın cennet olsun babam. Nurlar içinde uyu ebedi uykunda. Unutma ki seni özleyenler peşinde gelecekler bir gün yanına…


 Not: Öyle anlar var ki insan yaşamı boyunca unutamaz...

10 Ocak 2018 Çarşamba

İNSAN YAŞADIKLARININ BEDELİNİ KENDİSİ ÖDER (3)

Hakan, anasının kendisi ile paylaşmak, anlatmak istemediği sorunun ne olabileceğine kafa yorarken anası, Hakan'ın ellerini avuçlarının içine aldı.
Gözlerinde hüznün, öfkenin çığlığı... Umudun çığlığı...
Usulca konuşmaya başladı.
"Oğul" dedi " artık büyüdünüz bazı şeyleri anlayacak, idrak edecek yaştasınız. Sizden bir şey saklayacak değiliz. Saklanacak bir şey de yok zaten. Lakin, sizlerin üzülmenizi istemediğimiz için bazı şeyleri sizinle paylaşmaktan kaçınıyoruz..."
Hakan merakla anasını dinliyordu...Dinlerken evin duvarları bağırıyor, ağlıyordu. Sert bir rüzgarın kaya duvarını dövmesi gibi öfkeliydi duvarlar.
"Oğul, biliyorsun yıl boyu ürettiklerimizle kıt kanaat geçiniyoruz..."
Çaresizliğin dışa vurumu ne büyük acıydı.
"Ne üstte var ne başta. Babanın kara lastikleri iyice yıpranmış, adamcağız yenisini bile almak istemiyor. Sen de okul kazandın. Sana ayrı bir masraf gerekir...Babanın günlerdir düşünceli olmasının sebebi bu..."
Neden insanlar yoksuldu, çaresizdi, yüzlerinde yılların çilesi, acısı vardı, neden yüzleri gülmezdi?
...
Hakan anasına bakıp gülümsedi.
Anasının avucundaki ellerini usulca çekti.
Söylenenleri biliyordu.
...
Anasının umutsuzluğu karşısında canı sıkılmış içinden, "Keşke, okulu kazanmasaydım da anam üzülmeseydi, keşke bu yokluk olmasaydı."
Elden gelen bir şey yoktu...
 Hem okuyup da ne olacaktı ki? Anasından ayrı kalacaktı okulu bitirdiğinde.
...
Kendisi de kaç gündür bu durumu düşünüyor, babasına okul ile ilgili düşüncelerini söylemek istiyordu.
Hazır anası karşısındaydı. Hem konuyu o açmamış mıydı? İçinden geçenleri söylemeli rahatlamalıydı.
"Biliyorum ana biliyorum üzülüp kendinizi harap etmeyin. Bir yol yordam buluruz. Kaç gündür bende sizinle bunu konuşmak istiyordum. Fakat babamı üzgün görünce bilmediğim başka bir şey sebebiyle babamın üzüldüğünü düşündüğümden bu konuyu bir türlü babama söyleme fırsatım olmadı..."
Anası şaşırmıştı Hakan'ın söylediklerine. Konuşurken yüzüne bakmıştı sorar gibi.
Hakan'ın konuşması sonrasında gözleri nemlenen ana, buruk bir sesle " Hiç kimse yoksullukla imtihan edilmesin oğul, evladına karşı boynu eğri olmasın. Kaç gündür babanla konuşuyoruz... 'Hakan yıllarca dirsek çürüttü. Çalıştı çabaladı, yokluk içinde okudu... Ders kitaplarını alamadığımız zamanlar oldu, arkadaşlarından aldığı  kitaplarla çalıştı. Yamalı pantolonla okula gitti. Çileyi dert etmedi. Benim neden harçlığım yok demedi. Okul kantininin yolunu bilmedi. İstediklerini bir türlü veremedik. Şimdi ise okuyabilmesi için para lazım.' Ne yapacağımızı biz de şaşırdık evlat"

...

4 Ocak 2018 Perşembe

İNSAN YAŞADIKLARININ BEDELİNİ KENDİSİ ÖDER (2)

Hakan böyle anlarda anasına sığınır, öğrenmek istediklerini anasına sorardı. Anasına güvenirdi, sığınacağı güvenli bir limandı onun için her daim ana kucağı.
Hakan'ın anası uzun boylu, ince zayıf, güzel bir kadındı. Gece demez gündüz demez çalışırdı. Gündüzleri tarlada bağda, bahçede eşine ve çocuklarına yardım eder, geceleri evde kalan işleri tamamlardı. Anadolu kadınının  çektiği çileyi onda görmek mümkündü. Yemenisinin altında iki  örük halinde siyah uzun saçları vardı. Ela gözleri çok güzeldi. Çocuklarına düşkündü, onlara her zaman güler yüzlü davranır, incinip kırılmalarına müsaade etmezdi.
Hakan'ın "bu durum beni üzüyor" demesi karşısında, babanın içine kapanmasının nedenini nasıl açıklayacağını bilemiyordu.
Ya Hakan kırılır, üzülürse, ya okumaktan vazgeçmeye kalkarsa o zaman ne yaparlardı, yaşanacak düş kırıklığının Hakan'a vereceği huzursuzluğu nasıl önleyeceklerdi o zaman.
Bunu göze alamazlardı. Evlatları onlar için her şeyden önemliydi.
Hakan nasıl da mahcup bakışlı, nasıl da içliydi. "Bu yoksulluk kader değil, bu yoksulluğun belini kıracağım bir gün" derdi anasına.
Hakan anasının  gözlerine baktı. Anasında da babasında olduğu gibi aynı durgun, aynı acı dolu bakışları gördü. Belli etmemeye çalışsa da  bir kederi vardı anasının belli ki.
Hakan anasının gözlerinin nemlendiğini de fark edince "neler oluyor" diye kendi kendine sordu.
"Bir sorun mu var? Varsa neden bizlerin bilmesini öğrenmesini istemiyorlar acaba? Yoksa babam hastamı, bizden bunu mu saklıyorlar?" diye bin bir türlü düşünce geçti aklından.
Anası Hakan'a dönüp, belli belirsiz bir sesle "oğul" dedi, " hayatta bazı şeyleri değiştirmek çok zor. Bazen istemesek de kadere boyun eğmek zorundayız. Elimizde gelse değiştiririz ama. Yoksulluğun gözü kör olsun. Yıllardır çalıştık çabaladık, sizleri en iyi şekilde yetiştirmek için çok uğraştık. Yine de size hak ettiğinizi veremedik..."
Anası lafının devamını getiremedi. İçinde tarif edemediği bir öfke vardı.
Göğsü inip inip kalkıyordu.
Sonunda daha fazla dayanamadı.
Gözlerinden yağmur gibi yaşlar yanaklarından aşağı süzülmeye başladı.
Hakan bir anda anasının hıçkırıklara boğulduğunu görünce ne yapacağını şaşırdı.
Koşup anasına sıkıca sarıldı.
"Ah anam güzel anam"  deyip o da başını anasının göğsüne dayayıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Hakan anasının neden ağladığını bilmese de, anasının ağlamasına dayanamamış gözlerinde yaşlar sel olmuştu.
Ana oğul sakinleşinceye kadar birbirlerine sarılıp göz yaşı döktüler.
...
Hakan hayata kahrediyordu...
Ana ve babasını bu yoksulluktan, bu çileli hayattan kurtarmak için var gücü ile çalışacağına kendi kendine söz vermişti.
Yeter ki okulu bitirip mesleğine kavuşabilsindi.
...
Hakan anasının yüzündeki çizgilere şefkatle dokundu.
Anasının sakinleşmesini bekledi.
Anası sakinleşip gözlerinden akan yaşları sildikten sonra Hakan'ın yüzüne baktı. Babasının üzüldüğü şeyi nasıl söyleyeceğini bilemiyordu. Ya Hakan üzülürse diye düşünüyor, söylemekten vazgeçiyordu.
Hakan anasının  bu ikircikli halinden iyice kuşkulanır olmuştu. Neler oluyordu da olan biteni kendisine söylemek istemiyordu anası. Oysa bugüne kadar olan bitenleri kolayca çocukları ile paylaşırdı.
Şimdi neden paylaşmak istemiyor, yutkunup duruyordu.
Hakan buna bir anlam veremedi. Terledi, yanaklarının kızardığını hissetti. Bedenini soğuk bir ürperti sardı. Anasından uzaklaştı, evin önündeki küçük bostanın duvarına yaslandı, yüreğinde fırtınalar kopmaya başladı.
Anası Hakan'ın bu durumunu fark edince daha fazla durumu Hakan'dan saklamanın faydasız olduğunu düşündü.



2 Ocak 2018 Salı

İNSAN YAŞADIKLARININ BEDELİNİ KENDİSİ ÖDER (1)

Her yazı okurunun aklında bir kaç cümleyle kalır. Bazen okur okuduğunu unutmaz, nasıl ki yaşadığı gelgitleri, hayatına şekil veren olayları unutamadığı gibi. Bazen insan çok şanslıdır. Sanki o yazı, o öykü, o roman size ulaşmak için doğru zamanı seçmiştir.
Bazen de doğru zamanı değil, doğru olmayan zamanı seçmiş, adını koyamadığınız bir duyguya hapsetmiştir sizi.
Her yazıda okur kendine göre gerçekleri bulur,  sorgular.
Her öykü, her roman yaşanmış ya da yaşanması muhtemel olayları ulaştırır okuyucuya.
...
Her insanın yaşamında mutlaka "yarım kalan" bir şeyler vardır.
Ya da "keşkeler", "olmaması gerekenler".
Sonuçta insan yaşadıklarının bedelini kendisi öder.
...
Bazen insan kendini yazar farkında olmadan. Bazen de yazdıkları bir kurgudur. Gerçekle kurguyu ayırt etmek ise okuyucuya düşer.
...
Bozkırın ortasında karlı bir günün akşamında gözlerini açmıştı, kan ter içinde çektiği acıları bir anda unutan anasının kucağına sarıp sarmalanıp verildiğinde Hakan.
Yokluklar içinde büyüdü.
Çocukluğunda acıyı da gördü, sevinci de, kimsesizliği de hissetti, sahipsizliği de. Etrafında olup bitenleri öğrenerek büyüdü. Kimi gördüklerini belleğine kazıdı, kimi gördüklerini sildi attı.
Babası, anası, kardeşleri benzer yokluğun, el emeği göz nurunun etkili olduğu ortamda yaşadı.
....
Hakan çok çalışkandı. Hırslıydı, bu zor yaşamdan kurtulmanın çaresinin okumak, bir meslek sahibi olmak olduğunu öğrendi sonraları.
"Ben de okuyup bu sıkıntılı hayattan kurtulacağım" düşüncesi küçük yaşta şekillenmeye başladı.
Her ilçe pazarına babasıyla birlikte gittiğinde yaz sıcağında dut ağaçlarının gölgesine atılmış masalarda okey oynayıp, çayını kayıtsızca yudumlayanlara "neden bunlar da bizim gibi sıcakta çalışmaz da ağaç gölgesinde zaman geçirir" diye hayretle baktığı zamanlar oldu.
...
"Ben hayata şanssız başlayanlardanım. İnsanlık anlayışım çocukluğuma dayanıyor. Aile sevgisinin ne demek olduğunu tüm zorluklara, acılara, sıkıntılara rağmen öğrendim. Bir kenara atılmak bana göre değil. Çocukluğumda çektiğimi sıkıntıları hayat boyu çekmek istemiyorum..." düşünceleri onu hiç terk etmedi.
...
Hakan okulda var gücü ile derslerine çalıştı. Olmayan, alamadığı ders kitabını, lise sonda üniversiteye giriş hazırlığı için dershanelerin çıkardığı soru kitaplarını arkadaşlarından aldı.
Hakan okulda başarılı bir öğrenciydi. Öğretmenleri de arkadaşları da onu severdi. O da okulunu, öğretmenlerini, arkadaşlarını.
...
Sıkıntılı günler bir biri peşi sıra geçip gidiyordu. Hakan üniversite sınavlarında başarılı olmuş, üniversiteyi kazanmıştı. Hem de en çok istediği bir bölümü.
"Eğitim Fakültesini"
Başarısına babası, anası, kardeşleri de çok sevinmişlerdi.

Aradan günler geçti. Yaz sıcağında yapılması gereken işleri bitirmişlerdi. Yeterli olmasa da yine de bereketli bir yıl olmuştu. Okulların açılmasına da az zaman kalmıştı.
Babasının üniversiteyi kazandıktan sonra düşünceli hali Hakan'ın gözlerinden kaçmamıştı.
Hakan artık bir çocuk değildi. Hayatın gerçeklerini görüp, anlayacak yaştaydı.
Bir gün dayanamayıp anasına sordu;
"Ana" dedi, bu seslenişte bir acı vardı belli belirsiz.
Anası sorgulayan gözlerle telaşla oğluna baktı;
"Buyur oğul" dedi " bir şey mi diyeceksin."
Hakan anasının gözlerinden gözlerini kaçırarak;
"Ana, ben üniversiteyi kazandıktan sonra babamda bir durgunlaşma var. Eskiden olduğu gibi konuşmaktan kaçınır bir hali var. Sanırsın kendinden kaçıyor. Bunun sebebi nedir? Beni bu durum üzüyor."
Anası Hakan'ın söylediklerini usulca yemenisi ile nemlenen gözlerini silerek dinlemiş, ne cevap vereceğini düşünürcesine bir süre sessiz kalmıştı.