28 Şubat 2018 Çarşamba

BAKIŞ ACISI


İnsan sıklıkla yazdıklarında kendisini anlatır. Yaşadıklarını, acılarını, sevinçlerini, mutluluklarını. Geride kalan sesleri, renkleri, hayal meyal sisler içinde kalan bir kaç yüzü. Belki de zamanın acımasızlığında silinmekte olan anıları.
Değerli yazar arkadaşımız Hanife Mert'in yazdığı "Düş Batımı" ve " Bakış Acısı" romanlarında da bu gerçeği görürüz. Yazar kendi yaşadıklarını kurgu ile harmanlayıp anlatır. Çoğumuz anlatılanlara yabancı değiliz aslında. O anlatılanlarda kendimizi, dolayısıyla geçmişimizi bir kez daha sorgulama fırsatı buluruz böylece.
"Bakış acısı" 80'li yıllarda başlar sorgulamaya, anlatmaya. 
Yazar, bu konuda şöyle der "Zaman, peşinden gelenlere aldırmadan, hedefine varmaya odaklanmış bir olimpiyat koşucusu gibi hızla geçiyordu. Takvimlerden kopanlar da bir daha asla geri dönmüyordu..."
Bu umut veren bir manzara değildir. Geride kalanların geri dönmemesi. Oysaki insan mutlu olmak ister. Bu hem kendi için hem de başkaları için yerine getirilmesi gereken bir durumdur aslında.
Bazen mutlu olmak da yetmez. Çünkü, çekilen acılarda, felaketler de, umutsuzluk da, hepimizin içine çektiği hava da vardır. Ve ne yazık ki giden bir daha geri dönmez geriye.
Bir yerde okumuştum yıllar öncesinde. "Issız bir adada yapayalnız yaşamak zorunda kalsanız hangi romanları yanınıza alıp götürürsünüz?" sorusunu. Ve ihtimaldir ki verilecek cevaplar sıklıkla "dünya edebiyatından, Fransız ve Rus edebiyatından" romanlara dair olurdu.
Burada amaç sağlam eserler hakkında okuyucuya bir fikir vermekti elbette.
"Bakış Acısı" da yayınlandığı Eylül 2017 tarihinden bugüne ilk baskı adedini bitirmiş, ikinci baskıya geçmiştir. Demek ki okuyucu ilgili romanı benimsemiş, sahafların tozlu raflarında arar duruma gelmiştir.
Bu bağlamda yukarıdaki soruya verilecek cevaplardan biri de edebiyatımızda hak ettiği yeri bulan "Bakış Acısı" romanı olacaktır.
Yazarın dediği gibi; "Geriye dönüp baktığımda uzun uzun seyredebileceğim film şeridine dönüşmüş umutlarım, anılarım, hayallerim, hayal kırıklıklarım, anılarım, sevinçlerim, hüzünlerim ve tüm yaşanmışlıklarımı gösteren bir şerit..."
İlgili romanı okurken, kendi geçmişimizi de bir kez daha film şeridi gibi hatırlayalım.
"Temelden sarsılan  insanlar"... Hangimiz sarsılmadık ki temelden.
Her dakika iç dünyamızı sarsan yaşadığımız ütopyayı içselleştirmek için, temelden sarsılan yol haritamızı bir kez daha sorgulamak için, edebiyatın yaşamımızda vazgeçilmez bir varlık olduğunu unutmamak lazım.
Bildiğimizi zannettiklerimizi kesin doğru kabul etmemeyi, yeniden değerlendirme yapmayı, savrulmadan, ütopyaya ve umuda ihtiyacımız olduğunu unutmadan kendi yaşamımızı da tekrardan sorgulamalıyız.


23 Şubat 2018 Cuma

HER FİDAN KENDİ TOPRAĞINDA NEFESLENİR



Meraklı bir yapımız var. Köylüsüyle kentlisiyle ateşle barut gibiyiz her nedense. Etrafımızda yaşayanların işleriyle, yaptıklarıyla, davranışlarıyla yakından ilgileniriz. Kendi davranışlarımızı mercek altına alıp irdelemek yerine başkalarınınkini irdelemeyi severiz. Oysaki bunlar zaaftır, eksikliktir. Bu durumda en sevmediği diken burnunun ucunda biter insanın. Hayallerini, geleceklerini, düşüncelerini yıkmaya çalışırlar. Oysaki her fidan kendi toprağında nefeslenir. Farklı topraklar ona göre olmayabilir.
Toplumda yaşayan bireylere düşen önemli görev ve sorumluluklar vardır. Bu görev ve sorumluluklar; hem kendileri, hem çevreleri, hem aileleri için çok önemlidir. Uyulması gereken sorumluluklar ihmal edildiğinde toplumda bir takım sorunların baş göstermesi kaçınılmazdır. Hata yapan illaki başkasının vereceği kararı uygulamak ve yandaşlık yapmak durumunda kalır.
Sağır, kör, acımasız olmamak, dümeni başkalarının eline vermemek lazım. Kendi yönümüzü kendimiz bulmalı, yürüdüğümüz yolda kendi izimizi bırakmalıyız.

21 Şubat 2018 Çarşamba

AĞLATAN KUPON




“Afganistan’da Dünya Yiyecek Programı çerçevesinde her gün bir konteynır yiyecek çocuklara dağıtılıyor. Savaş ve doğal afetler nedeniyle her gün 400 çocuğun bir milyon yoksul nüfusuna katıldığı ülkede yiyecek kuponunu kaybeden bir çocuğun gözyaşları yürekleri burktu”
Haber böyle. Ne denir ki! Yoksulun mekânı coğrafyalarda her gün her an her saniye yaşanan dramlardan sadece biri bu.  1980’li yıllarda dünyanın gündeminden düşmeyen Afganistan, 1979 Sovyet işgali ile kaosa sürüklendi. Yetmedi 11 Eylül 2001 günü teröristlerin ABD’de gerçekleştirdiği ikiz kuleler saldırısı ile tekrar gündeme geldi. ABD ve Nato birlikleri ülkede şu an.
1994 sonbaharında ortaya çıkan Taliban’ın üç yıl gibi kısa bir sürede Afganistan’da ülkenin yüzde 90’ına hâkim olması, uygulamaları sonucu Afgan halkı açlığın, sefaletin ve geri kalmışlığın acımasızlığında bocalamaya başladı. Taliban gitti. Lakin militanları Afgan halkına göz açtırmıyor.
Evet, ne denir ki’ Her toplum layık olduğu şekilde yönetilir derler. Olan yine yoksula olmaktadır. Emperyalizm ve savaş baronları ise ellerini ovuşturmakta. Afgan halkı ise bir lokma ekmek için aldığı kuponun kaybına ağlamakta.
Afganistan'daki çocukların yaklaşık yüzde 45'inin, anne karnından itibaren ciddi gıda yetmezliği çektiği ve bu nedenle ülkede yüksek oranda anne ve çocuk ölümleri yaşandığı uzmanlarca belirtiliyor.
Bir zamanlar çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapan ve yine bir zamanlar dünyanın en önemli ilim ve kültür merkezlerinden olan Afganistan'da, işgal ve iç savaşların getirdiği fakirlikten dolayı başta çocuklar olmak üzere ciddi sağlık, gıda ve beslenme sıkıntısı yaşanıyor.




3 Şubat 2018 Cumartesi

MAHALLENİN ŞÖVALYELERİ


Yıllar önce (Şubat 2012) başkent sokaklarında gözlemlediğim insan psikolojisini derinden etkileyen, sorgusuz sualsiz kabul gören "Yukarı mahallede söylenenin aşağı mahallede de kabul görmesi" durumunun değişip değişmediğini ilgili yazıyı tekrar yayımlayarak okuyucunun yorumlarına bırakıyorum...

Sedir ağaçlarının yaprakları altında duran hava kızıldı; otlar ışığın rengine bürünmüştü. Uzaklarda yansıyan ışıklarda müthiş bir dinginlik ve izleyeni alıp götüren bir korlaşma vardı. Sık dal hevenklerinden geçerek temizlenmiş, taze sedir yaprakları ile serinlemiş öylece kıpırtısız duruyordu. Işığın hüznü gözlerime vuruyor, akkelebekler gibi gök kubbeye doğru parıldayıp yükseliyordu.
Böylesi günde hüzünlenir insan. Kelimeler düğümlenir, sessizleşir bir süre. Hayatı düşünürsün. Varsılı, yoksulu. Arsızı, hırsızı. Erdemliyi, dürüst olanı. Sonrasında yalancıyı,  yalakayı, çıkarcıyı, üçkâğıtçıyı, goygoycuyu, ukalayı…
Her şeyi bilirim havasında ukalalar vardır. Bu zat-ı muhteremlere toplumun her kesiminde sık sık rastlanır. Rastlanır çünkü bu zatlar aşırı bir merak içinde tüm yeteneklerini ve meziyetlerini, akıllarını bir noktada toplarlar.
Çağdaş düşünce, aydınlanma kavramlarını teğet geçen, toplumun sorunlarına duyarsız olan bu ukalalar aslında yeterli düşünme kapasitesine de sahip değillerdir.
Yetersiz kapasitelerine rağmen “her şeyi” bilme ve öğretme telaşındadırlar. Mahalle ağzıyla “dedim ki dedi ki”  türü sınırlanmış kapasite ile çalışmayı pek severler. Densiz, yapışkan ve arsızdırlar.
Her olaya maydanoz olma durumunu asla kaçırmazlar. Karganın burnu misali burunları vardır.
Memur emeklisidir, çalışandır, işçi emeklisidir, bağ-kur’ludur şudur budur. Erkektir, kadındır. Kibarlığı konuşma olarak algılarlar. Aptalca davranışı onur sayarlar. Mekânları ya bir gecekondudur, ya da apartman dairesidir. Lakin alacakaranlıkla terk ettikleri evlerine gece yarısı girmek alışkanlıktır onlarda.
Mahalle yetmez bazen, mücavir alanlara uzandıkları da olur. Varsa böyle birkaç kişi mahallede alimallah koca mahallede tek bir gazete dahi satılmaz. Gazete satan bayilerde nal toplarlar.
Nerede bir olay var, nerede bir cenaze, mevlit var. Nereden bir AVM açılıyor, nerede kimler bir toplantı yapıyor, yeni bir mekân açıyor bunlardan sorulur. Kulakları camii hoparlörünü asla ıskalamaz. Mahalle aralarında ki seyyar satıcılar has dostlarıdır.
Falanca nerede çalışır, ne iş yapar, kaç para kazanır, kimlerle arkadaştır, ne kadar malı mülkü var, karısı kızı ne iş yapar, akrabaları kuzenleri kimlerdir sorsanız tek tek söylerler. Tek hata yapmadan hem de.
Lakin bu ukalaların yaşamlarına yakından bakıldığında lüp lüp konuşmalarının, bunca bildiklerinin aksine paçaları ve dirsekleri yırtıktır daima. Kıt kanaat geçinirler umurlarında olmaz.
Tam manasıyla yaptıklarından ve yaşamlarından hoşnutturlar. Gönülleri ferahtır, her gün amaçlarına ulaşmış olarak başlarını yastığa kor ve derin bir uykuya dalarlar. İhtimaldir ki rüyalarında birilerine gerekli gereksiz bir şeyler anlatmakta, karşısındakini ikna etme ve söylediklerine inandırma çabasındadırlar.
Ne dersiniz çevrenize sıkıca bir bakın, göz kulak olun mutlaka böyle birini ya da bir kaçını mutlaka göreceksiniz.
Kim bilir belki de aynı apartmanda ya da yan yana gecekonduda da yaşıyor olabilirsiniz.
Havada şiddetli bir yağmur sağanağı, su yüklü kül rengi bir bulut sedir ağaçlarının yaprakları altında duran havanın kızıllığını, otların rengini grileştirdi.  Uzaklarda yansıyan ışıklardaki dinginlik ve izleyeni alıp götüren korlaşma belleklerde kaldı.
Sık dal hevenklerinden geçerek temizlenmiş, taze sedir yaprakları ile serinlemiş öylece kıpırtısız duran ışıktan eser yoktu artık. Geride kalan bir yumak hüzündü.  Akkelebekler gibi gök kubbeye doğru parıldayıp yükselen.