14 Eylül 2018 Cuma

ELLERİNDEN GELSE MUSTAFA KEMALİ YOK SAYACAKLAR


Yazının başlığı oldukça iddialı. “Sizin kahramanınız kim?” Bu başlık tesadüf müdür yoksa ilgili yazıda geçen şu cümleye kılıf bulmak için midir?
Nereye savrulduğumuzu, hangi koyu karanlıkla sarmalandığımızı gösteren bir cümle.
“ Kendi hakiki kahramanlarımızı inkar edecek değiliz, fakat Tanzimat ile başlayıp, tek partili yılların sonuna kadar türeyen sahte kahramanları da unutmamak gerek.”
Batı ekonomisi karşısında yetersiz, kırk yıldır AB kapısında nöbetçi, batının küresel oyunlarının at koşturduğu az okuyan bir toplumda safsata üretmek birilerinin işine geliyor.
Tanzimat ile Osmanlının düştüğü açmazı tarih bilgisi olanlar bilir. Bu açmaz Sarıkamış’ta on binlerce askerin soğuk ve açlığa, Arap ve Fizan çöllerinde susuzluğa ve iskorbüt'e kurban edilmesi sonucunu doğurmuş ve ekonomide, sanayide Avrupa ile boy ölçüşemeyen Osmanlı dağılmıştır.
Milli birliğini yabancı devletlerin insafına terk edenler Osmanlının yağma edilmesine neden olmuşlardır.
Bunu başaran ise yere göğe sığdıramadığımız Osmanlı Padişahları ve o dönemin yönetimidir.
Dört bir yandan emperyalist devletlere av olmak üzere iken milletin bağrından çıkan Mustafa Kemal ve arkadaşlarının verdikleri Kurtuluş Savaşı sonucu genç Türkiye Cumhuriyeti doğmuştur.
O yılların amansız mücadelesini tarih kitapları ve bağımsız gözlemcilerin yazdıklarından öğrenmek zor değildir.
Bu nedenle Mustafa Kemal ve arkadaşları bizlerin gerçek kahramanlarıdır.
Yukarıdaki cümlede geçen “tek partili yılların sonuna kadar türeyen sahte kahramanlar” söylemi ya tarih bilmezliktir ya da aymazlıktır.
Çabaları boşuna olacaktır. Mustafa Kemal’i Türk milletinin gözünden düşüremeyecek kalbinden silemeyeceksiniz.
Andrew Mango “ Atatürk” adlı eserinin girişinde bakın ne diyor. “ Mustafa Kemal Atatürk 20. Yüzyılın en önemli devlet adamlarından biridir… Komşu ülkelerin tarihini de etkilemiştir… Yabancılar tarafından yönetilen toplumlara, dünyanın geri kalanıyla kurulacak bir dostluk içinde ulusal bağımsızlığı kazanmanın yolunu göstermiştir.”
Mango bunları diyor ama bizim bir kısım Liberal komedi ve masal yazarları sahte kahraman olarak tanımlamakta ve Osmanlının yıkılışını takip eden yıllarda yapılanları küçümsemekte ve yok saymakta.
Peki niçin?
Çünkü Mustafa Kemal, yobazlığa ve irticaya geçit vermemiştir. Kubilay olayını anımsayalım.
Çünkü Mustafa kemal, hilafeti kaldırmış laikliği getirmiştir. Kadınlara seçme ve seçilme hakkını ve hak ettikleri değeri vermiştir.
Çünkü Mustafa kemal, “ çok yaşa padişahım” sloganı yerine “yaşasın cumhuriyet” sloganını getirmiştir.
Çünkü Mustafa kemal, çağdaşlaşma ve aydınlanmayı, bilim ve sanatı , medeni kanunu, eğitim birliğini (Tevhid-i Tedrisat)Türk toplumunun hedefi olarak belirlemiş gericiliğe pirim vermemiştir.
Çünkü Mustafa Kemal, modern kılık kıyafeti getirmiş, takke, sarık yerine şapka giyilmesi kanununu (kılık kıyafet kanunu) getirmiş ve Arap özentisi kıyafete hayır demiştir.
Mustafa Kemal’in yaptıkları burada saymakla bitmez. Onun yaptıklarını ve devrimlerini içine sindiremeyenler, Türk halkı ile birlikte verdiği mücadele sonucu mazlumlara yol gösteren, tüm dünyada saygı ile anılan Mustafa Kemal'i ve yaptıklarını anlamaya çalışmalı, tarihi iyi değerlendirmelidirler.


9 Eylül 2018 Pazar

ANADOLU İNSANI İŞTE BU


Muavine teşekkür edip, otobüsün önünde durduğu yazıhanenin az uzağında, camında büyük harflerle “ÇAY” yazan kafeteryaya doğru yürüdüm. Bitişiğindeki poğaçacıdan poğaça aldım. 
Poğaçalara birer sanat eseri gibi emek verilmişti. 
Elime aldığımda değme sanatçıya taş çıkarırcasına şekillendirilmiş poğaçaların önceki günden kaldıklarını taş gibi sert oluşlarından anlamıştım. 
Sıcak ve taze poğaça yeme isteğim kursağımda kalmıştı. 
Lakin çare yoktu. Açlığımı bastırmak zorundaydım. 
Soğuk havada, sıcak çorba çıkaran lokanta aramaya da zamanım yoktu. 
“Dişim kırılmaz inşallah” deyip gazete parçasına sarılı poğaçalarla kafeteryaya girdim.
Otobüsten inen yolcuların bir kısmı kafeteryada ileri geri volta atarak, bir kısmı da oturdukları masalarda ellerinde sıcak çay bardakları, içlerini ısıtmanın telaşındaydılar.  
Masaların etrafına toplanmış sohbet edenlerin yanı sıra bir kenarda sessizce ve meraklı bakışlarla çevresini izleyenler de vardı.
Kafeteryanın bir köşesinde sessiz ve sıkılgan tavırlı, yanında elini sıkıca tuttuğu küçük kızı olan genç kadın nereye gidiyordu acaba? 
Köyüne mi yoksa yaz boyu kaldığı köyünden kocasının çalıştığı şehre mi? 
Dünyanın gamını omuzlarında taşıyor gibiydi. Solgun yüzünü hafifçe öne eğmişti. Oturduğu sandalyede dizlerine başını koymuş kızının dağılmış saçlarını okşuyordu. Arada bir yorgun ve öfkeli bakışlarla etrafı süzüyordu. Gözleri alev topuydu sanki.
Çocuğu hafif iteledi. Küçük kız belli belirsiz şaşırdı, bocaladı, ürkek ceylan gibi anasına baktı.
“Acıktın mı kızım?”
Anasına tekrar sokulan küçük kız,”evet” dercesine anasının gözlerine baktı. 
Anası gözleriyle kızına “yürü” diye işaret etti. 
Ana- kız kafeteryanın kapısını açıp poğaçacıya doğru yöneldiler. 
İçimden “eyvah” dedim “küçük kız sert poğaçaları nasıl yer şimdi?”
Kadın tam poğaçacıya gidecek derken, otobüs yazıhanesine yöneldi, yazıhanenin önünde duran valizini açtı. İçinden büyükçe, sarıp sarmalanmış bir torbayı aldı. Soğuğun da etkisiyle hızlı adımlarla tekrar kafeteryaya döndü. Masalarda yer olmadığı için oturduğu sandalyenin üzerinde torbayı açtı. Önceden hazırlanmış böreklerden bir tanesini kızına verdi, birini de kendisi aldı. Küçük kız annesine teşekkür edercesine sevgiyle baktı. Annesi kızının başını okşadı.
Boğazıma bir yumruk gelip oturmuştu sanırsın o anda. Kendi çocuklarımı düşündüm. Ne yapar ne ederlerdi ben yokken?  
Havalar soğumaya, güneş fersizleşmeye başlamıştı artık. 
Kış her zamankinden erken gelmişti sanırım. 
“Üşütüp öksürmeseler ben dönene kadar” diye kendi kendime söylendim. 
Gerçi sağlık ocağı vardı köyde ama, ilaç almak için ilçeye gitmek gerekiyordu. Devlet memurluğu işte böyle bir şeydi. 
Zamansız tayinin çıktı mı, yollarda perişanlık başlar, kurulu düzenin bir anda alt üst olur. 
Bir süreliğine belirsizlik kaplar insanın ruhunu. 
Yıllarca görev yaptığım, yaşlısına, delikanlısına, gencine alıştığım yerden ayrılmak zor geliyordu bana. 
Köy kahvesindeki sohbetlere katılır, diğer öğretmen arkadaşlarla, kahvede ya da köşe başlarındaki konuşmalarda soluk alırdık zaman zaman. 
Lakin işte gün gelmiş, her zorluğu eşimin omuzlarına yüklemiş, yollara düşmüştüm. 
Düşüncelerin ağırlığı yüreğimin yorgunluğuna yorgunluk katıyordu. 
Ne oluyordu bana böyle? 
Son günlerde iyice duygusallaşmıştım.
Otobüs garajında bir o yana bir bu yana dolanan insanların yüzlerinde belli belirsiz bir telaş vardı. Kimisi gideceği yere gitmenin telaşıyla yazıhanelerden bilet alıyor, kimisi de otobüsün kalkma saatini sabırsızlıkla bekliyordu. 
Bir süre sonra küçük kız ve anası valizlerinin bulunduğu yazıhanenin önünde duran otobüse bindiler. Onlarda gurbete gitmenin yükünü yüreklerinde taşıyorlardı demek ki. 
Kadının solgun yüzünün nedeni belki de buydu.
“Anadolu insanı işte bu” diye düşündüm. 
Şehir yaşamına uyum sağlamaya çalışsalar da, unutulmaya yüz tutmuş kırsal yaşamın izlerini taşıyan kültür ve geleneklerinden kopmamışlardı. 
Anadolu’nun zengin kültürel mirasını çarpık bir modernleşmeye kurban etmemişlerdi. 
Vurmuşlardı kendilerini yollara. 
Gidenler, gelenler, ayrılanlar, kavuşanlar, yüreklerinde sıla hasretiyle yollarda savrulanlar…
Vardıkları her yerde yaşananları gönül gözüyle içine sindirenler kavruk yüzleriyle, nasırlaşmış elleriyle hayat mücadelesinden kopmadan geleceğe emin adımlarla yürümenin telaşındaydılar. Umutlarıyla, özlemleriyle, acılarıyla, sessiz çığlıklarıyla zorluklara ölesiye göğüs gerip hayata tutunmaya çalışan; varlığını da yokluğunu da kendine saklayan Anadolu insanı…


7 Eylül 2018 Cuma

YAŞAM SOMUT GERÇEKLERİ İÇERİR




Bazen sonsuzluk içinde anlar yakalanır.
Öyküler ve yaşamlar süreklilik kazanır.
Geçmişten bugüne, bugünden yarına, genelden özele, özelden genele, en yakındakinden en uzaktakine, en uzaktakinden en yakına değişenler ve değişmeyenler insan yaşamında gerçek bir yer tutar.
Yaşam bütünseldir.
O bütünsellik içinde yaşanan acılar, coşkular vardır.
Özlemler, isyanlar, çığlıklar, kopuşlar vardır.
Sessiz ve derinden gelen susmalar, ağıtlar, gözyaşları vardır.
Bunlar yaşamın ve mekanın gerçeğidir.
O gerçeklerden uzak durmak, o gerçekleri anlamamak şaşırtıcı ve bencilce bir duygudur.
Geçmişimiz, bugünümüz ve özümüz yani öz benliğimiz, düşüncemiz önemlidir.
Yaşadığımız şeylerde önemlidir.
Fakat asıl olan, onları kendimize niçin ve nasıl yaşattığımızdır.
Dünü olduğu gibi bugünü de nasıl yaşayacağımıza kendimiz karar verebiliyor muyuz?
Önemli olan bu soruya cevap verebilmek, yaşananları birleştirebilmektir.
Hayat bir bütündür.
O bütüne karşı sorumluluklarımız vardır.
Olmalıdır da.
Yaşamda inişlerimiz ve çıkışlarımızda olacaktır.
Olmaktadır da.
Aynaya baktığımızda kendimizi görürüz.
Aynaya bakıp gördüklerimizin dışında da yaşam olduğunu düşünmeliyiz.
Bazen sıradan insanlar tolumun aynası olur.
Onlar sayesinde yaşamın dününe ve bugününe tanık oluruz.
Ve o yaşamlara karşı da, o yaşamların hak ettiğini vermek ve erdemli davranmak, insan haklarına saygılı olmak, diğerine saygılı olmak da geleceğimiz için önemlidir.
Ayna bir hiçliktir.
Sadece görmemiz gerekeni gösterir.
Oysa yaşam somut gerçekleri içerir..
Zamanın izinde yaşam bir bütünseldir.
Özlemler, isyanlar, çığlıklar, kopuşlar vardır. Susmalar, ağıtlar, gözyaşları vardır.
Önemli olan hayatımızda bu duygulardan hangisinin ağır bastığıdır.
Kaçınılmaz gerçekler olsa da bu duygulardan ne kadarı hayatımızı etkiliyor?
Hayatta yaşanacak ne varsa yaşıyoruz ama buna biz karar veremiyoruz dünde biz karar veremedik bugünde biz karar veremiyoruz.