Gazetelerin
üçüncü sayfalarında sıradan bir magazin haberi gibi verilen çocuk gelinler
konusuyla sıklıkla karşılaşır olduk.
Yapılan
bir araştırmaya göre ülkemizde bulunan çocuk gelin sayısı 181 bine ulaşmış
durumda.
Kendileri
de birer çocuk olan “çocuk gelinler” e
yüklediğimiz sorumluluk kabul edilebilir değil. On üç on dört ve belki de daha
küçük yaştaki kız çocuklarını kendilerinden yaşça büyük olanlarla ve bazen de
dedesi yaşında 60-70 yaşındaki insanlarla evlendiriyoruz.
Doğu
ve Güneydoğu’da sıklıkla yaşanan bu durumun önemli bir nedeninin evdeki bir “boğazın”
eksilmesi olarak görenlerin olduğudur. Yeterli eğitimi alamayan bu çocukların
varlığı sadece Doğu ve Güneydoğu’da değil özellikle Çankırı, Çorum, Tokat gibi
illerde de yoğun olarak görülüyor olmasıdır.
Köylülükten
kentliliğe geçmekte zorlanan ülkemizde bu durumun yaşanması kimilerince doğal
kabul ediliyor ki bunlar yaşanıyor.
“İleri
demokrasi” ye geçişimizin dile getirildiği
toplumumuzda kadınlara verilen öncelikler arasında;
Oy
atarken kadınlar kocalarını, aşiret ağalarını şeyhlerini dinliyor olmaları.
Kadınları
evlere dört duvar arasına mahkûm bırakmak anlayışının yaygın olması.
Toplumda
kadının yeterince söz hakkının olmaması.
Erkeğinin
üç dört adım gerisinde onu sessiz bir gölge misali takip ediyor olması.
Kadının
yeterince üretime katılmaması, tüketici konumda kalması.
Kısacası kadınlarla ilgili
verdiğimiz bu örnekleri bir kenara bırakıp onların “Kurtuluş Savaşı”nda
yüklendikleri önemli görevlerden bir tanesine değinelim isterseniz:
Fevziye Abdullah Tansel “Kurtuluş
Savaşı’nda Kadın askerlerimiz” adlı eserinde anlatıyor:
“Kurtuluş
Savaşı’nda, orduda birçok kadınımız evlatları, kardeşleri, kocaları ve babaları
ile beraber, savaşın zorlu yükünü
taşıyarak cephelerde mücadele etmişlerdir.
İstanbul’da
ki depolardan gizlice alınan top, tüfek ve cephaneler hayvan ve insan sırtında Ankara’ya
nakledilmiştir. İnebolu ile Ankara
arasındaki yollar, gece-gündüz sırtlarında mermi taşıyan kadınlarla, mermi
yüklü kağnı arabaları ve bazen bir öküzü ölmüş, onun yerine kendisi diğer öküze
eş olarak arabayı çeken kadınlardan oluşan kafilelerle dolup taşıyordu.
Veteriner
Y.Ziya Ulusoy, 13 Haziran 1920’de yüksek öğrenimini bitirince, 5 Temmuz 1920’de
Mudanya yolu ile Anadolu’ya kaçarak milli mücadeleye katılmış, Kurtuluş
Savaşı’nın sonuna kadar cephede çalışmıştır. Ömer Bey adını kullanarak yazdığı
kağnı kolu manzumesinden kadın mücahitlerimizden üçünün adını öğrenmiş
oluyoruz.
İstiklâl’de vardım,
Mülazımdım, baytardım,
Kumandan’ın emriyle katara da
bakardım.
Altı kolu vardı katarın;
Biri deve kolu,
Yüz develer biçerdi yolu.
Beşi kağnı kolu’ydu;
Başta gelen Oflaz emmi
kolu’ydu.
Sarp dağların solunda,
Oflaz Emmi kolu’nda
Küçük Yusuf, Çot Hasan’la
Kabakçı,
Kezban Nine, Kuru Kız’la
İlbacı.
Sarı öküz, konur tosun, koca-baş,
Kol yürüyordu yavaş-yavaş…
Mermi yüklü kağnılarla teker
izi
Sıra –sıra, dizi-dizi
Çıkıyorduk yamacı
Cephe idi kol’un amacı…
Gören yoktu önlerinden kağnının
saptığını
Çok erkek yapamazdı onların
yaptığını.
…
Dikmen yolunda süzülüp inerken
Ankara’ya
Ömer Bey sözünü tamamladı;
Fazla dokunmadı son verdi
hatıraya…
Ayrılmıştım katardan,
Onları görmedim sonradan,
Şimdi Ulus meydanından geçerken
görüyorum
İlbacı’yı, Kuru Kız’ı omzundaki
mermiyle…”
Kağnı kol’ları n ile ilgili merkezlerden
biride Kastamonu ve çevresidir.
İnebolu’da, Milli Kuvvetlere bağlı askeri
teşkilâtın gönderdiği, silah, cephane, erzak, giyecek vb. şeyler Çankırı’ya, oradan
da Ankara’ya, cepheye götürülüyordu.
Kastamonu’da, Türk kadınlarının Hilal-i
Ahmer(Kızılay) şubesini kurdukları Lise’de tertipledikleri müsamerede de altın saatlerini,
küpelerini bağışladıkları yazılmıştır.
Hilal-i Ahmer kadınlar şubesinin tertiplediği,
bağışlanan eşya ile tıklım tıklım dolu sergide yırtık iki gömlek Açık Söz
gazetesi yayımcısı Hüsnü Bey’in dikkatini çekmiş, bunların orada neden
getirildiğini sormuştur.
Ona, YAŞLI VE YOKSUL bir kadının sergiyi ziyarete geldiğini, eşyalara baktıktan sonra
koşup evine giderek o gömlekleri getirip bıraktığını anlatmışlar “biz biliyoruz
ki bunların maddi değil, manevi kıymeti çok büyük; zavallının verecek başka bir
şeyi yoktu.” Demişlerdir.
Yine aynı gazetecinin verdiği bir başka
örnekte evlenecek bir kızın, ailece zengin olmadıklarını, ancak hazırlanmış
olan gelinliğinin satılarak bedelinin, yaralı gazilerimize verilmesini
istediğini öğreniyoruz. Gelinlik 30 liraya satılmış, kendisi basma bir entari
giyerek düğünü yapılmıştır.
Bu örneklerden anlaşılıyor ki Türk kadını
ve yaşlısı ata yurdunun her karış toprağının düşman işgalinden kurtulması
için cephe gerisinde olağanüstü bir mücadele vermiştir.
İnebolu-Ankara hattında her gün yüzlerce kağnı ile cephane taşıyanların çoğunluğunun KADINLAR
VE YAŞLILAR olduğu da anlaşılıyor.
Çok güzel, çok ibreti alem bir yazıydı hocam. Okurken duygulanmamak elde değil. Bir yandan da malum gazetelerde, forumlarda yazan iğrenç kişilerin yorumları aklıma geldi "Atatürk zevk,sefa içinde Çankaya'da rakı içip,balolar yaparken, utanmadan milletin parasını,pulunu, giysisini çalıyormuş!" tam cümlesini hatırlamıyorum ama üç aşağı,beş yukarı böyle bir yoruma rastladım! Tabii Atatürk düşmanı birisinin sözleri! Şu yazıyı okuyup utansalar keşke! Bu kağnı kollarındaki insanlar bizim insanlarımız onlara borçluyuz şu günümüz de, öteki yorumu yapan çok affedersiniz o......çocukları nereden peydahlanmışlar acaba?Cefakar Anadolu insanı çok, hainimiz de çok bu yüzden şimdi bu haldeyiz:(yeniden o cefakar kollara ihtiyacımız var çünkü ikinci kurtuluş savaşı yapmak durumundayız ve bu sefer bir Mustafa Kemal yok:(
YanıtlaSilelinize sağlık hocam
Çamur atanların bilmediği şey attıkları çamurun kendi yüzlerine yapışıyor olmasıdır.
SilYazdıklarınıza katılıyorum.
Paylasiminiz icin tesekkurler Huseyin Hocam. Yureginiz dert gormesin.
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim Yusuf Bey.
SilSaygı ve selamlarımla.