29 Mayıs 2019 Çarşamba

ÇOCUK GELİNLER



Çocuk evliliklerine karşı düzenlenen uluslararası kampanyalar sayesinde, bugün bazı anneler, babalar, büyükanneler, öğretmenler vb. de bu mücadeleye katılıyor.
Ama en güçlü asiler kızların kendileri; her birinin öyküsü başka bir isyanın kıvılcımı oluyor.
Doğudan batıya, kuzeyden güneye bir çok toplumda ne yazık ki çocuk gelinler gerçeği var.
Toplumlar bunun yanlışlığını yavaş yavaş anlasa da.
Resimde yer alan çocuk gelin ise Nepal'ın küçük bir köyünde çekilmiş.
Nepal'da resmin çekildiği köyde çocuk yaşta evlenmek normal kabul ediliyor.
Ama yine de bu bakış açısı, geleneksel düğün şemsiyesinin altında, at arabasıyla yeni kocasının köyüne götürülen 16 yaşındaki Surita'nın, ailesinin evinden ayrılırken feryat figan karşı çıkmasını engellemiyor.
Toplumlar öteden beri gelenekçi bir yapıya sahip. Bu bağlamda, insanların gelenekçi yapıdan uzaklaşması oldukça zor. Toplum baskısı kimi ülkelerde buna olanak vermiyor. Kimi ülkelerde insanların işine geliyor.
İnsanlar ailesinden, atasından gördüklerini uygulamakta tereddüt etmiyor.
Lakin, yüzyıllardır var olan yaşam tarzı ve anlayışı ile günümüz yaşam tarzı ve anlayışı arasında, insan hakları bağlamında fark olmalı.
İnsana, insan haklarına dair iyileştirici yaklaşımlar feodal kalıntılara bir set çekmeli.
Cahiliye döneminde kız çocuklarını diri diri kızgın toprağa terk eden zihniyet şimdi kabul edilebilir mi?
Hangi aklı başında ana baba bunu kendi evladına layık görür?
Kadınlar kendi haklarına sahip çıkmayı öğrenmek zorundalar. Sahip çıkmalıdırlar da.
Erkek egemen toplumlarda zor gibi görünse de eve kapanıp, bu benim kaderimdir yaklaşımı yerine haklarını elde etme mücadelesine devam etmelidir.
Dört duvar arasına sıkışıp kalanların, çevresi ile bağlarını koparanların, kadın cinayetlerine, çocuk gelinler gerçeğine omuz silkenlerin kendi haklarına sahip çıkmaları da kolay olmayacaktır.
Suudilerde, Afganlarda evlerin görünümüne bakıldığında yüksek ve kalın duvarlarla çevrili olduğunu, sokak ile bağlantısının olmadığını, evlerin pencerelerinin tavana yakın olduğu görülür.
Bu duruma razı olan kadın yaşadığı eve hapsolmuş demektir bir bakıma.
Çarşıya, pazara, sokağa yanında kocası, kardeşi olmadan çıkamaz.
Bu duruma son verecek olan da kadınlardır.
Bu konuda yazılacak çok şey var aslında.
Özellikle çocuk gelinler konusunda.
Kadın bir toplumun ana arteridir. Kadınsız bir toplumun  gelişmesi olanaksızdır. Kadın haklarının ikincil planda tutulduğu  gelişmemiş toplumlara bakmak yeterli bunu anlamak için.




17 Mayıs 2019 Cuma

RUHU KABA VE DUYGUSUZ



Montaigne , Denemeler'inde, şöyle yazıyor:
"Antik çağdaki bir denizci büyük bir fırtınanın ortasında Neptün'e şöyle yakarıyordu: 'İstersen kurtar beni, istersen öldür ama dümeni hep doğru tutacağım.'
21. yüzyılın ilk çeyreğinde insan davranışları gözlemlendiğinde "dümeni hep doğru tutanların" sayısının azaldığını görüyoruz.
Hayatımızda karşılaştıklarımızın yanı sıra karşılaşmadığımız çok daha kurnaz olduklarından hiç şüphe etmeyen, çıkarcı, üçkağıtçı, ikiyüzlü, neyi ne zaman yapacağı belirsiz, kararsız o kadar insan var ki. Çoğu "dümeni doğru tutanların" yanında kaybolup giderler.
Yaptıkları ikiyüzlülükleri ve çıkarcılıklarıyla hatırlanırlar. Lakin gün gelir esemeleri dahi okunmaz. Çünkü, yaptıkları içinde yaşadıkları toplumun iyiliği ve gelişmesi için değil, salt kendi çıkarları içindir.
Montaigne, Denemeler'inde "karşıtı olmayan bir iddia yoktur" diye yazıyor. Dip notta verilen bilgiye göre Montaigne Latince bu cümleyi kitaplığının bir kirişine kazıttırmıştır.
İkiyüzlü, çıkarcı, bencil ve zalim davranışları olanların bu davranışları, kendilerince doğru bildikleri için yaptıkları varsayımı bir karşı düşünce olarak karşımızda yer alır.
Neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamamızı sağlayan yegane şey ise eğitimdir.
Eğitimden yoksun, adalet duygusunun yanı sıra eşitlik anlayışını kavrayamamış, ruhu baba ve duygusuz, karşıt iddiayı benimsemiş bir insandan doğruyu yapması beklenemez.
Toplumun geleceği için insanlar, duruşları, bakışları, davranışları, adalet anlayışları, fikirleri ile:
Platon'un dediği gibi, "... ta çocukluktan güzelliği sevmeye, güzele benzemeye, onunla bir olmaya, kaynaşmaya özensinler!"

16 Mayıs 2019 Perşembe

DÜNDEN BUGÜNE



Tarih bir zaman makinesi gibidir.
Belleğinde geçmişin olaylarını, doğrularını ve yanlışlarını görmek mümkündür.
İnsanlık yüzyıllardır olayları kaydetmektedir.
Taşlara, deri üzerine, kâğıda vs. Kayıtlar sistematik olarak gerçekleştirilmiştir.
Böylece insan geçmişini ve geçmiş olayları, yaşamları öğrenme olanağına kavuşmuştur.
Günümüz teknolojisi ise önemli olayların yanı sıra yaşanan büyük küçük her türlü olayı anında tarihin hafızasına kaydetmektedir.
Bu bağlamda gerçekler tarihin belleğinde yer aldığı gibi olaylar ve sorumluları da o bellekte yer alır.
Gelecek kuşaklar da geçmişi öğrenme ve değerlendirme olanağına kavuşurlar.
Ne yapılırsa yapılsın o bellekte yer alan doğruları karanlık kuyuya göndermek olanaklı değildir.
Ha birde şu var;
 
sanıldığı gibi insanın korku kaynağı dünya, insanlar, yaşamın zorlukları benzeri şeyler değil, bizzat kendisidir.
İnsan kendi duygularından, kendi zaaflarından, kendi acılarından, kendi coşkularından ürker, yaşama her dokunduğunda; duygularının alevlenip onu yakacağından çekinir.

İşte bu yüzden kaçar yaşamdan, aşktan, öfkeden, hareketten, sevinçten, sevgiden ve kendisinden kaçar.

15 Mayıs 2019 Çarşamba

ÖFKE, İSYAN, İTİRAZ...




Çekirge, kendi çıkarı ve yaşamı için açıkgöz bir yaratıktır. Lakin, bağ ve bahçeleri, ekili tarlalardaki ürünleri yok eder. Bu bağlamda yıkıcıdır.
Kendi çıkarına düşkün olan bireyler de toplum için zararlıdır.
Bir insan kendi çıkarını düşünür elbet. Ancak bunu yaparken toplumun ve diğer bireylerin durumunu gözetmeli, başkalarına zarar vermemeli, kötülük etmekten kaçınmalıdır.
Francis Bacon'un dediği gibi "kendi çıkarına düşkünlük, her yönüyle aşağılık bir şeydir."
İnsan yaşamıyla, anlayışıyla, yaptıklarıyla, bilgeliğiyle ve kavrayışıyla iyiye yönelmeli ki, gelecekte adalet, hak, hukuk ve eşitlik kavramları yerli yerince kullanılsın.
Yaşanmış bir yaşam, adalet, hak ve eşitliği benimseyen özelliğinden dolayı, önemli bir yaşamdır kuşkusuz. Gelecekte iz bırakır. Aksi durumda adı bile anılmaz.
İnsan yolun sonuna geldiğinde yaptığı doğrularla anılmalı, zulüm ve kötülükleriyle değil.
Öfke, isyan,itiraz, ben imgeleri yaşamın ana arterlerinde daha az yer tutmalı.
Her insanın yaşamı günahıyla sevabıyla bir hayat hikâyesidir. Ama, o hayat hikayesi anlatılacak ve yazılacak kadar örnek alınacak bir hayat hikâyesi olmalı.

10 Mayıs 2019 Cuma

SU


Bazen belgesellerde izleriz onu. Bazen doğada. Ama hep izleriz. Yolumuz daima onun yanına düşer. Çünkü o yaşamın ve yerkürenin alın çizgisidir.
O bazen bir ırmakta, gölde, bazen bulutta, bazen topraktadır.
Ama o hep vardır.
Yaşamın kaynağı su dur o.
Uğruna kızgın çölde dörtnala koşan Arap atlarının, yüce dağ başlarında kartalların, bozkırda umuda koşarcasına suya koşan güvercinlerin kadersizliğidir.
Rüzgârın tepesinde uğuldadığı, kışın karın örttüğü gri tarladır.
Renksiz bir şafak vaktinde, dik bir vadinin kıyısında kurduğu çadırında ısınmak için buzla kaplı vadiyi seyrederek hayatta kalmaya çalışan bir dağcıdır o.
Biliyoruz ki kalkınmanın, refahın, eğitimin, kültürün, tarımın, sağlığın, sanayinin temel kaynağı su dur.
Su buluttur.
Yağmurdur, mühendisliktir, barajdır, ulaştırmadır, haberleşmedir.
Bir damlası için, Ceylanın narin bacaklarını toprağın çatlaklarında kırmasıdır.
Su ağıttır, şairin dilinde yankılanan.
“Ey kuru çeşmelerde su diye duran bacı…
Bu yıl da gözyaşınla doldurup git bakracı…
Gene de avunmazsa içini yakan acı…
Az daha sık dişini ne var, erken ölecek…
Ferhat dağı delecek, Urfa’ya su gelecek…”
Urfalı şair Hulusi Kılıçaslan’ın dizelerinde bir tokat gibi patlayan ve yokluğunda yaşamın sona ermesidir su.
Yüzyıllardır kültürlerin oluşmasına rehberlik eden su ne eskiden olduğu gibi özgürce koşmaktadır gideceği yere, ne de kültürlere kaynaklık etmektedir artık.
Havayı, toprağı kirleten, kullanılmaz kılmak için çaba veren insanoğlunun hoyratlığından nasibini almıştır.
Almaktadır.
Barajlara hapsedilmesi, kelepçe vurulması bir yana yaşama kaynaklık etmesine de engel olunmaktadır.
Bilinçli ya da bilinçsiz.
Kaderi suya bağlı uçsuz bucaksız ovaları yaşanılabilir yer olmaktan –yaşama kaynaklık eden suyu yok ederek, hoyratça kullanarak ve kirleterek- hızla çıkarıyoruz.
Uğruna ağıtların, türkülerin, destanların yazıldığı, nice koç yiğitlerin Ferhat olup çağıldadığı, varlığı ile nice medeniyetlerin varlığını sürdürdüğü, yokluğu ile yok olup gittiği, kimi zaman kutsal bilinip sevgi ile kucaklandığı ve fakat yokluğu ile giderek vatan parçasına dönüşen bir alınyazısıdır o.
Devasa bir yeşilliğin içinde ışıl ışıl eden bir çam korusunun yamaç aşağı inmesini -güneşin bulutla oyununda- ufukta yanıp sönen kaya parçası üzerinde seyretmek ve o koruya hayat verenin su olduğunu bilmek kadar güzel ne vardır.
Tepe noktasında rüzgârın salladığı dallarının çıkardığı hışırtı dışında sessizliğin olduğu ağaç diplerinden akıp giden suyun kenarında; uzakta lavanta çiçekleri arasında ki çulluğun varlığını, keçiyolunda bir katırın tırnağının çıkardığı tiz sesleri, sürülerin susuzluğunu gidermek için koşuşunu izlemek kadar mutluluk verici ne vardır.
Askerin matarasında kurumuş dudakları ıslatan, Çanakkale de Seyit onbaşıya güç veren suya olan yaklaşımda  her yıl yinelenen “22 Mart Dünya Su Günü” nün “cehalet, gaflet ve ihmalleri” ortadan kaldırması, suyun zalimleşmesinin önüne geçilmesi, güneşin zalim ve kavurucu sıcaklarında sığınılacak bir yaşam kaynağı olmasının devam ettirilmesi kadar Anadolu toprağını sevindirecek ne vardır.