28 Ağustos 2019 Çarşamba

ALGI YANILSAMASI



Apartman girişinin duvarında sanki düz yoldaymış gibi rahatlıkla aşağıya indi. Giriş kapısının açık olmasını fırsat bilip kendini dışarı attı. Kapıda oturan kadınlar ve çocuklar çığlık attı.
İrkilip birkaç adım geriye kaçanlara aldırmadan, göz açıp kapayıncaya kadar bahçedeki otlar arasında kaybolup gitti.
Yüzü sararmış kadınlar o gün bir daha oraya oturmadılar.
Çocuklar oyunlarını uzak köşede oynadılar.
Asapları bozulmuştu bir kez.
Belleğimize pis, gereksiz, iğrenç bir canlı olarak kazımışlardı.
Farelerin yararsız ve iğrençliği çocuklukta kazınmıştı insan beyninin kıvrımlarına!
Oysaki doğada yaşam alanı bulan her canlının farklı işlevi vardır.
Yarasalar zararlı zeytin sineğinin ilaçsız yok edilmesi için çalışan canlılardır misal. Yılanlar farelerin çoğalıp ürünlere zarar vermesine engel olurlar. Kısacası bir canlı bir diğerinin aşırı çoğalmasının önüne geçip ekolojik dengenin korunmasına yardımcı olur.
Ancak bizler ne yapıyoruz?
Doğadaki canlıları acımasızca katlediyoruz. Yaşam alanlarını tahrip ediyoruz. Orman alanlarını yok ediyoruz. 
Çok uluslu maden şirketleri için yüzlerce yıllık ağaçları kesiyoruz.
HES (Hidro Elektrik Santrali)’ ler aracılığı ile suları borulara hapsediyoruz.
Peki niçin?
Küresel sermaye ve sömürü çarkını hızlandırmak için.
İnsan yaşamı için en tehlikeli güç kuşkusuz silahtır. Ancak silahtan daha tehlikeli olanı ise algılama gücüdür. Bu gücü bir kez ele geçirenler toplumsal belleğimize de yön vermeye başlarlar.
En basitinden yararlı olanı yararsız, yararsız olanı yararlı gösterebilirler. Sanal ile gerçeği karıştırmamıza neden olabilirler. Yenilgiyi başarı olarak algılamamıza neden olabilirler. Gerçeği ve doğru olanı sorgulamamızı engelleyebilirler.
Neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar verebilirler ve dahası bizim de kabullenmemizi isteyebilirler.
İnandırdıkları şeyin peşinde koşmamıza neden olabilirler. 
Algı yanılsaması öyle bir şeydir ki, yanılsamanın etkisini artırmak ve kalıcı kılmak için müthiş bir kampanya başlatırlar. O kampanyaya direnciniz yeterli gelmezse eğer, kaleminiz, sözleriniz, notalarınız, mısralarınız teslim olur.
Özgüveniniz kaybolur.
Zihniniz büyük bir teslimiyete hazır duruma gelir. 
Medyanın ve kimi yazarların, TV’lerde boy gösteren muhteremlerin, sözde aydınların, işbirlikçi zevatın psikolojik bombardımanına maruz kalabilirsiniz.
Yararlı olana “Evet” ya da “Hayır” demek için sorgulamanın önemine inanıp, gerçeği kendi beynimizde tartıp yüreğimizin süzgecinde geçirmenin daha fazla önem kazandığı günlerden geçtiğimizi unutmamalıyız.

27 Ağustos 2019 Salı

ZAMAN AKMAYA DEVAM EDİYOR


Hayat dediğimiz olgu aklın aldığından çok daha fazlasıdır. İnsan için, her daim, bir yerlerde yeni ve eski ve bambaşka yaşanmışlıklarla donatılmış bir hayatın olduğu akıllardan çıkarılmamalıdır.
İnsan, bir acıdan diğerine, bir mutluluktan diğerine koşarken; yaşadığı olayların ruhuna verdiği hasarın etkisinden kurtulup huzura kavuşmak ister.
Tarih insanın çektiği acı ve sıkıntılarla, kimi zaman huzur ve mutluluklarla doludur. İnsana acı çektiren de, huzur verende yine insandır.
Bir insan düşünün, savaşın tam göbeğinde, şarapnel parçalarının kaldırdığı toz ve gözyaşlarının içerisinde yaşanan trajediye  tanıklık etmekte.
İnsanlık tarihinde savaşların ve anlaşmazlıkların verdiği tahribat ve felaket her daim insanlığa acı getirmiştir.
Bu dün de böyleydi bugün de böyle, eğer insanlık yaşananları bertaraf edecek bir ortak paydada buluşma olanağını elinin tersiyle iterse yarında böyle olacaktır.

Yine insanlar yaşadıkları topraklardan sürülecek, şanslı olanlar malını mülkünü, evini barkını kaybetmek pahasına mülteci olarak kurtulabilecek, bir sığınmacı durumuna düşecek. Lakin, çektiği acı belleğinde yerini koruyacak, hiç bir zaman kaybolmayacak.
Bugün Suriye, Irak, Yemen, Afganistan, Libya, Sudan ve diğerlerinde yaşanan trajedi belleklerde yerini almaktayken, geçmişe baktığımızda, dün benzeri trajediyi Balkanlarda yaşayan Türk ve Müslümanların da yaşadığını görmek hiç de zor değil.
Yani kısacası insanlık tarihi her zaman bu trajediye tanıklık etmiş, lakin bir türlü gereken dersi almamıştır.
Hep birlikte, aynı topraklarda, hak ve yaşamlarına saygılı bir şekilde bir arada yaşamak çok da zor olmasa gerek.
Yeter ki bu bağlamda gereken irade gösterilsin, insanları birbirine rakip edecek hareketlerden kaçınılsın.
Atlas dergisinin Aralık 2005 sayısında  "Balkanlarımız- Yüz yıllık sürgün" ana başlığı ile yayınlanan bir makale dikkatimi çekti.
Makalede yazılanların kısa özeti verilecek olursa;
"Balkanlar, Osmanlı İmparatorluğu'nun Rumeli-i Şahane'siydi. Türklerin ve Müslümanların, her milletten Hıristiyanların yan yana yaşadığı, barış ve huzurun hüküm sürdüğü bir halklar tapınağıydı.
Ta ki, 19.yüzyılda kin ve düşmanlığın çığlığı yükselene kadar. Yunan, Sırp, Bulgar, Karadağlı ya da Romen; Osmanlı'dan bağımsızlaşan her ülke, Avrupa devletlerinin koruması ve gözetimi altında etnik bakımdan temiz bir toprak yaratma yoluna girdi. Biri 1877-78'de, diğeri 1912-13 yıllarında gerçekleşen iki savaşla Osmanlı, Balkanlar'dan atıldı.

Onun uzantısı sayılan Türkler ve Müslümanlar topraklarından söküldü. Milyonlarca kişi süngülerin önünde Türkiye'ye sürüldü.
Köyler, şehirler basıldı, yağmalandı, yakıldı; 900 bine yakın Türk ve Müslüman katliamlarda, sürgün yollarında can verdi.
Yüzyıla yayılan etnik temizlik hareketi sonucunda Türkler, Balkanlar'ın hayatından tart edildi. Geride küçük ve unutulmuş bir azınlık, içli Rumeli türküleri, hazin anılar ve tüyler ürpertici kıyım hikâyeleri kaldı."
İnsanın insana uyguladığı şiddet, şiddetten nemalananların işine gelmekte. Şiddetin yoğun olarak yaşandığı, etnik ve kültürel temizliğin yapıldığı topraklarda var olan yer altı ve yer üstü zenginlik kaynakları kimilerinin iştahını kabartmaya devam etmekte.

Yaşananlar hiç bir zaman aydınlığı getirmeyecektir.
Yerini dilimizden hiç bir zaman düşmeyecek en ağır kelimelerin zifiri karanlığına bırakacaktır.
Not: Resimler Atlas Dergisi ( Aralık 2005- Sayı:153)

21 Ağustos 2019 Çarşamba

KALMAK İSTERSEN KAL



Bir diğeri, "İnsan yaşamında en büyük yıkımlardan biri de sevdiklerinden uzak kalmaktır. Uzak kalmak bir bakıma insanın kolunun kanadının kırılması, hücrelerinin isyan etmesi, ailelerin parçalanmasıdır. Kırgınlıkların yaşanması, yaşananların anlatılamaması kimi zaman üstesinden gelinememesidir. Şunu da unutmamak gerekir ki, yerini yurdunu bırakıp uzak diyarlara gitmek zorunda kalanların sayısı hiç de azımsanmayacak kadar çoktur. Gidenlerin kimisi acınacak haldedir. Çok çalışması, az harcaması, geride bıraktıklarına para göndermesi gerekmektedir. İki ayrı evin geçimi artık gurbete gidenin omuzlarındadır. Biri geride bırakılan diğeri gurbette yaratılan. Omuzlanan yükün hafiflemesi için omuz omuza verilmesi, çalışacağı bir işinin olması, bilinçli olunması, başarma ve var olma inancının güçlü olması lazım. İşte o zaman dağın zirvesine doğru yükselen zorlukların üstesinden gelinebilir", diyordu.
Bir diğeri, "benimde bir çift sözüm var" diye atıldı.
"Zamanında ben de baba ocağını terke dip gurbetin yol çizgilerini, sıkıntılarını, çaresizliğini mesken tuttum. Gurbete gitmeyi, para kazanıp rahat bir yaşam sürmeyi düşledim. Lakin, kazın ayağı düşünülen gibi değilmiş. Ben bunu öğrendim."
Masadakiler, adamın söylediklerine odaklanmıştı. Herkes susmuş onu dinliyordu.
"Gurbete gittiğimin altıncı günüydü. İkinci sınıf bir otel odasında kalıyordum. Kalıcı bir iş bulmak için çabalarken bir yandan da günübirlik bulduğum işlerde çalıştım. O gün yine iş bulmak için dışarı çıkmıştım. Hava kara bulutlarla  kaplıydı. Yağmur yağdım yağacağım derken, ben kapı kapı dolanıp iş aramaya devam ediyordum. Öğleden sonraydı, birden gök gürüldemeye, yer gök çatırdamaya başladı. Şiddetli bir yağmura tutuldum. Etrafta kimsecikler kalmamıştı. Ben de bir apartmanın kuytusuna sığındım. Ayağımdaki yıpranmış ayakkabılarım su almaya başladı. Rüzgarda şiddetini artırmış, yüzüme kamçı gibi vuruyordu."
Dinleyenler heyecanlanış, içlerinden biri "sonra ne oldu " diye sormuştu.
"Yağmur bir saat kadar sürdü. Sonra yavaş yavaş etraf tekrar dinginliğine kavuştu. Hem yorulmuş hem de  acıkmıştım. Daha fazla dayanamayıp kendimi salaş bir lokantaya attım. Kuru fasulye pilavla karnımı doyurduktan sonra, otelin yolunu tuttum. Akşamda yaklaşmıştı. Artık etrafta dolaşmaya gerek yoktu. Yarın devam eder bir iş ararım , olmadı inşaatlarda iş bulup çalışırım diye düşündüm. Otele gelince, otel sahibi birikmiş otel borcunu istedi. Cebimde otelin borcunu verecek kadar para yoktu. Dedim, yarın iş bulur çalışırım, borcumu öderim. Otel sahibi, 'seninle mi uğraşacağım, borcunu vermezsen burada kalamazsın' diye tutturdu.  Çaresiz, cebimde kalan son bir kaç kuruşu da otel sahibine  verip, kalan borcumu da ödeyeceğim dedikten sonra otelden  ayrıldım.
Gecenin bir saati. Kalacak yer yok. Gündüz yağan yağmurun etkisiyle hava oldukça sert. Üç beş parça eşyamın olduğu valizim yanıma alıp sokaklarda yürümeye başladım"
Dinleyenlerden biri heyecanla "sonra ne yaptın?", diye atıldı.
"Sokaklarda serseri mayın gibi çaresizce yürürken inşaat halindeki bir bina gözüme çarptı. Kendimi inşaat halindeki binaya attım. Hah işte dedim kendi kendime, burada kalabilirim. Sabah olunca da belki bu inşaatta iş bulup çalışırım. O gece soğukta titreye titreye sabahı zor ettim. Uykusuz ve yorgundum. Baba ocağında bir gün dahi bu çektiğim sıkıntıyı çekmemiştim."
"Bahse girerim ki sen o inşaatta o gün iş bulup çalıştın. Hatta sonraki günlerde de. Gurbette kaldığın sürece kendine kalabileceğin bir göz ev kiralayamadın. Hep ikinci ve üçüncü sınıf otellerde kaldın, yarı aç yarı tok günler geçirdin, karın tokluğuna çalıştın, baba ocağının sıcaklığını arar oldun, sonuçta kararını verdin, sılaya geri dönüyorsun", diye söylendi dinleyenlerden biri.
"Doğru dersin" dedi.
"İnşaat işi bitince başka işlerde de çalıştım, iş buldum çalıştım bulamadım kahvelerde gün doldurdum. Yaşadıklarımda şunu anladım ki, gurbete değil baba ocağına dört elle sarılmak varmış. Şimdi tekrar baba ocağının alıştığımız ancak kıymetini bilemediğimiz kusursuzluğuna geri dönüyorum."
Parasızlık, işsizlik, çaresizlik onu güçsüz kılmış, gurbete çıkarken zihninde barındırdığı sevinci sönmüş, terk ettiği sılasına dönüşünü hızlandırmıştı. Baba ocağına başkaldırının sonucunda, böylece, göz kamaştırıcı yaşam hayali toplumsal katmanlar arasında eriyip gitmişti.


3 Ağustos 2019 Cumartesi

ŞEHRİN KALABALIĞINDA



İstanbul'un kalbi sayılan tarihi yarımadaya gitmek için, bulunduğum yerden birbirine alternatif ulaşım araçları var. Yaz ve kış en çok raylı sistem tercih ediliyor.  Günün her saatinde vagonlar tıka basa insan dolu.
Gölgeler uzayıp da kaybolduktan sonra, geri dönüşler başlar günün ilk ışıkları ile başlayan yolculukta.
Genelde başımı cama dayayıp etrafı seyrederim. Onbinlerce insanın varoşlardaki evlerini terk edip boğaza doğru yaptıkları yolculuğu, Eminönü'nde oturup balık ekmek ya da çay simit yemelerini, Galata Köprüsünde balık tutmaya çalışanları, müşteri çekmek için bağıran çığırtkanları, Ayasofya'yı, Sultan Ahmet'i, sonrasında Taksim'i, İstiklâl caddesinin devasa kalabalığını, sokak satıcılarını, caddelerde bitip tükenmeyen araç trafiğini, akşamları ışıklarla bezenmiş gökdelenleri, yanıp sönen renkli neon ışıklarını, ekmek parası peşinde koşan telaşlı insanları düşlerim.
Boğazın kıyısındaysan eğer, kara nerede biter deniz nerede başlar, düşünür durursun. Deniz mi karanın içine girmiş, yoksa kara mı burnunu denize uzatmış belli değil. Hem kara hem deniz, insanlarla oyun oynar kıyılarda. Dalgalar hep başlangıçtaymış gibi vurur kıyılara, yontar, orasını burasını düzeltir yontusunun.
...
İstanbul; görünenler arasında aslında bir yarıştır. Şehrin içine dağılmış imgeler, binalar, bedenler, yüzler, yürüyüşler, bakışlar birer yarıştır. Tıpkı gazete manşetlerinde olduğu gibi. Tıpkı sokak tabelalarında olduğu gibi.
Ve işin aslı, yazanın aylarca, belki de yıllarca kurgulayıp yazdığı kitapların şehrin üst geçitlerinde yere yayılıp alıcı bulmaya çalışması gibi bir yarış.
...
Çoğu kez "küçük kapılar büyük salonlara açılır". Bir ipe dizili tespih taneleri gibi yoğun bir kalabalığın varlığı şaşırtır insanı. Akşam saatlerinde serinleyen havayla sokaklar daha da kalabalıklaşır.
...
Şehrin kalabalığında etrafa dikkatlice bakıldığında çoğu şeyin tuhaflaştığı görülür. İnsanlar oturup konuşup birbirini dinleyeceğine, ben doğruyum, ben bilirim yaklaşımı ile  birbirinden uzaklaşmakta; dolayısıyla yaptıklarının başkalarına acı verip vermemesine bakma gereğini duymadan cümleleri art arda sıralamakta bir sakınca görmemektedir.
Yaşananların duyarlı insanları etkilemesi isyan ettirmesi içten bile değil. Duyarsızlıklar ne yazık ki toplumun geldiği noktanın acı bir panoraması gibi.
Keyfimize  göre bir şeyi ya da tam tersini yapmak istememiz ve keyfimizin muhtemelen idrakimizin sınırlarını zorlamasına rağmen yaptıklarımızı normal karşılamamız da aymazlıkta ki son noktadır.
...
Şehrin dört bir yanına dağılmış toplu taşım araçları insan davranışı ve profilinin bir sentezidir.
Herkesin elinde bir akıllı telefon, kendi dünyalarına dalmışlar, her iki elin parmakları durmadan tuşlara basıyor. 
Görünürde ne bir kitap var ne de bir dergi ve gazete. Telefon ekranında akıp giden resimlere odaklanmış bir toplum ve ipe sapa gelmez yorumlar.