24 Kasım 2021 Çarşamba

ÖĞRETMEN


 

Öğretmenlik, onur verici kutsal bir meslektir bilene.

Kendini eğitime adayana.

Öğrencilerini sevgiyle kucaklayıp, onlara öz güven aşılayıp, iyi birer birey olmaları için çabalayana.

Çünkü, çocukları geleceğe hazırlamakta, iyiyi, kötüyü, yanlış, doğruyu, adaleti, eşitliği, insan haklarını, vatan sevgisini öğretmektedir.

Demokratik değerler ancak aydın, idealist öğretmenlerin süzgecinden geçip membasından pınar misali öğrencilerine akar.

Bir dağ köyü ıssızlığın da,

Bir şehir keşmekeşinde.

İster istemez, umutlar kırılırken, hayaller sukuta uğrarken,

Kimi kez kendine yetmezken,

Öğretmeni ayakta tutan masum çocukların içli tebessümleri, derin bakışları değil midir yorgunluğunu unutturan.

Kendi içinde türlü nedenlerle kayıp gitme noktasına gelen bir öğrenciye yerine göre ana, baba olmak, onu en iyi şekilde yetiştirip başarıya ulaşması için rehberlik etmek , kazanımlarıyla gurur duymak, bir öğretmen için ne mutluluk verici bir duygudur.

Bu Bağlamda, bugün 24 Kasım Öğretmenler Günü.

Bugün, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Atatürk'e Millet Mektepleri Başöğretmenliği unvanını verdiği gün.

Geleceğimize ışık tutan, ulusumuzun teminatı çocuklarımızı ve gençlerimizi fedakarca hayata hazırlayan, dünyanın en kutsal vazifesini yapan öğretmenlerimizin günü.

Başöğretmenimiz Mustafa Kemal Atatürk'ün "Öğretmenler; Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakar öğretmen ve eğitimcilerini sizler yetiştireceksiniz ve yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır" sözünü unutmadan

Eğitimin önemini benimseyen, zor şartlarda bile eğitimi devam ettirmek için mücadele eden, Atatürk'ün açtığı yolda çağdaş medeniyet seviyesine tavizsiz yürüyen öğretmenlerin "öğretmenler günü" kutlu olsun.

15 Kasım 2021 Pazartesi

GERİYE KALAN


 

Yaşam iki yıl öncesi gibi değil artık. Pandemi insanların kabusu olmaya devam ediyor.

Tıpkı aç karnına sigaradan alnına bir nefesin, sonrasında bir yumruk gibi inecek ağırlığı gibi.

İnsanlık  bu durumda artık. Kendimiz dışında her şeyin peşinde koşmaya devam ediyoruz. Doğaya verdiğimiz geri dönülmesi zor tahribatlar sonucu açlık, hastalıklar, doğal afetler pandemiyle yarışıyor.

Başımı camdan uzatıp gökyüzüne bakıyorum bir süre. 

Uzaklarda bir kuş sürüsü kanat çırpıyor özgürce.

Kim bilir belki de gün geçtikçe yok olan yaşam alanlarına bakıyorlar kanat sesleri arasında. Belki de büyük bir keyif alıyorlardır kanat çırpmaktan.

Yol kenarlarında, kaldırımlarda akan insan seli.

Koşuşturuyorlar acele ile. Kendi dünyamızda kendimize yabancı, günlük yaşamın kıskacında savrulup duruyoruz.

Belli ki gün bitmeden işlerini tamamlamanın aceleciliği var üzerlerinde. Oysaki gün henüz daha yeni başlıyor.

Simitçiler tezgâhlarını çoktan açmışlar.

Açlığını bastırmanın en kolay ve ucuz yolu simit almak.

Simitçi tezgâhlarının etrafı hiç boş kalmıyor.

Eski ve yıpranmış giysilerle kaldırımlarda ilerleyenlerin çoğunun elinde birer simit var.

Sıcak çorba tüten lokantalar müşteri bekliyor.

Güneşin fazlaca etkili olmadığı bir kasım günü sokaklarda durum bu.

Duraklarda otobüs, minibüs bekleyen bir grup insan  hiç de eksik değil gün boyu.

Tarifsiz düşüncelere kapılıyorum.

Annelerinin elinden tutmuş çocukları düşünüyorum.

şündükçe, yaşananları gördükçe çocukların geleceğinin nasıl biçimleneceğini anlamak kolaylaşıyor.

9 Kasım 2021 Salı

VARLIĞIMIZ, YARINIMIZ VE ONURUMUZDUR


Mustafa Kemal Atatürk, her an yüreklerimizde varlığını sürdürecek kadar büyüktür. Büyüklüğünü anlamak için yok olmakta olan bir milletin nasıl ve hangi zor şartlarda kurtarıldığına bakmak yeterlidir.

Mustafa Kemal, sadece Kurtuluş Savaşı sırasında askeri anlamda emperyalist güç odaklarına karşı verdiği müthiş mücadele ile değil; savaş sonrasında siyasi, kültürel ve ekonomik anlamda da aldığı önlemlerle ve yaptığı uygulamalarla da büyüklüğünü kanıtlamıştır.
Mustafa Kemal bir direniştir. Bir milletin var olma mücadelesinin çelikleşmiş ifadesidir. Vefa ve namus borcumuzdur. Varlığımız, bağımsızlığımız, yarınlarımız, onurumuz, toprağı vatan yapan düşüncemiz, bilgimiz, enerjimiz, aydınlanmamız ve erdemimizdir.
Bu nedenle Mustafa Kemal’in bize sunduğu gerçek zenginliğimizin, özgür birey olma erdeminin, bağımsız ve çağa uygun yaşam tarzımızın öneminin bilincinde olmalıyız. Bu zenginliklerimizin ve Mustafa Kemal’in milletimize kazandırdığı kavramların, devrimlerin ve değişimlerin ayırdında olmalı onlara sıkı sıkıya sarılmalıyız.
O’nun vurguladığı gibi; düşünce, bilgi, beden yönünden güçlü ve yüksek karakterli birey olmalıyız. Emanet ettiği cumhuriyete, fikirlerine ve düşüncelerine sahip çıkmalıyız.
O’nu yaşıyor ve yaşatıyor olmalıyız.
Saygıyla anıyorum.

31 Ekim 2021 Pazar

MELTEM SOKAĞI


 

Gece ağaç dallarının savrulması, perişan haldeki kiremitlerin çıkardığı tıkırtılar ve gittikçe şiddetlenen rüzgârın ıslık çalarak sabaha kadar esip gürlemesi beni uyutmadı. Aralıklarla yağan yağmurun gizemli damlaları ise pencere camlarına vurup durdu.

Yağmurdan ıslanan dağları, ıslak yapraklardan damlayan su seslerini ve taşan derelerin içinde gümüş sırtlı narin balıkları hayal ettim.

İnsanların birbirlerine neden düşman olduklarına, düşmanca davrandıklarına anlam vermeye çalıştım. Kutuplardan ekvatora, ovalardan yaylalara yaşam alanı bulmuş canlıları düşündüm. İnsanların, dağların zirvelerine ulaşıp özgürlüğe kanat açma isteklerini duyumsadım. Ovayı bırakıp dağlara koşanlara hak verdim. İmrendim.

Günlük yalanlar, yanlışlar, kuşkular, an be an kaybedilenler neden yaşam biçimi olmuştu insanlar için? İnsanoğlu neyin peşinde idi? İnsani değerler neler olmalıydı? Bir yandan yanlış yapan diğer yandan başkalarını suçlayanlar. Savunmalar. Saldırılar. Yaşam biçimimiz bu mu olmalıydı?

Gittikçe bulanıklaşan ve dipsiz bir kuyuya atılan taşın karanlıkta kaybolması gibi basında yer alan haberler insanları umutsuzluğa düşürüyor. Yaşanan bu sürecin insanları umutsuzluğa düşürmesi elbette kaçınılmaz. Bu sürecin insanların güç ve enerjisini tüketmeden, düşünce ufkunu açmasına ve güven duygusunu pekiştirmesi gerektiğine inanıyorum.

Bitmez tükenmez hırslarımıza, gücümüze güç katma hevesimize dur demeden “devasa bir iştahla” mazlumların, güçsüzlerin, korunmasızların, savunmasızların ve yoksulların yaşamında var olanları da alma düşüncesinin bırakılması gerektiğine inanıyorum. Çünkü eğer içinde insan yoksa bir yerin zenginliğinden, güzelliklerinden bahsetmenin bir anlamı var mıdır?

Yaşam biçimimizle, doğaya olan saygısızlığımızla, insanın insana olan duyarsızlığı ile bulunduğumuz coğrafyayı yaşanabilir olmaktan var gücümüzle çıkarmaya çalışıyoruz. Gün gelecek uğrunda mücadele edeceğimiz bir değerimiz dünya üzerinde kalmayacak belki de.

Değerlerimizin, önem verdiğimiz ve saygı duyduğumuz güzelliklerin kaybolmaması için etrafımızda, yanımızda yöremizde bulunan insanların sorunları ile ilgilenmek, dertlerine az da olsa çare olmak en azından moral vermek için uğraş vermeliyiz. Birbirimizi demoralize etme çabası içinde olmanın ne bize nede başkalarına bir yararı olmayacaktır. Ancak elbette bunu yaparken de inandığımız doğrulardan vazgeçmemiz anlamı çıkarılmamalı.

Ekim ayının soğuk ve ayazın hüküm sürdüğü bir öğle vaktinde olsam. Sincan'da Meltem sokağının kitapçısını, kalabalığını, kendine özgü havasını, kebapçısını, dönerci önünde oluşan sabırsız insanların oluşturduğu kuyrukları ve çocukların annelerini sıkboğaz etmelerindeki aceleciliği görsem yeniden.

Sağa sola koşuşturan insanların acele edişlerini, yağmur altında ışıl ışıl parlayan kaldırımlarda el ele yürüyen insanların durup göz attıkları vitrin camlarının canlı duruşlarını seyretmenin vazgeçilmezliğini de.

O anın dinginliğinde köşe başını mesken tutmuş, apartman saçağının korunaklı yerinde etrafı kolaçan eden, üstü başı yırtık, çarpık bacaklı, ayakkabıları solgun ve çamur içinde, tüyleri dökülmüş bir kuşun soğukta titremesine benzer bir titreyişle ellerini açmış ihtiyarın gelen geçen insanlarla “diyalogunu” uzaktan seyretmenin düşündürdüklerini de.

Gittikçe zorlaşan yaşam koşullarından toplumun her kesimi etkileniyor. Öğrenciler, ana ve babalar, sizler, kısaca toplumu oluşturan bütün kesimler. Etkilenmeyi en aza indirmenin bizlerin elinde olduğunu unutmadan yaşam mücadelesine ortak olmak için çaba sarf etmeliyiz. 

7 Ekim 2021 Perşembe

HAYAT ZOR, İNSANLARI TANIMAK DAHA DA ZOR


 

Minibüsten inan amca Sinan'ın omuzuna nasırlı elini babacan tavırla koymuş "güle güle  git evlat. Tırnağına taş değmesin. Yolun açık olsun. Senin gibi gençlere ihtiyacımız var. Geleceğimiz sizlersiniz. Bizle artık yaşlandık. Üç beş hayvan, bir kaç dönüm tarlayla günümüz geçti. Sizler ekmeğinizi uzakta olsa gideceğiniz yerde kazanın. "

Yaşlı amcanın sözlerine karşı diyecek bir şey yoktu. Amcanın elini öpüp vedalaştı. İlçede yolcu otobüslerinin mola verdiği lokantaya gitti.

Kendi geleceğinin yolculuğuna çıkmıştı. Lokantanın önündeki hareketliliğe inat sessizliğe bürünen Sinan otobüsün gelmesini kuytu bir köşede, elinde kırık bavulu ile beklemeye başladı. Havanın ayazı yakıcıydı. Üşüyordu. Ellerini eski paltosunun ceplerine koymuş, yakasını da kulaklarına kadar çekmişti. Etrafta beyaz renk hakimdi. Yer yer buz tutmuş kar öbekleri vardı. Boğazı kurumaya, aldığı nefes kirpiklerinde buz tutmaya başlamıştı. Soğuktan kaçmak, içini ısıtmak için yan tarafta bulunan küçük çay ocağına sığındı. Üst üste iki bardak sıcak çay Sinan'ı az da olsa rahatlatmıştı.

Çay ocağının sahibi orta yaşlarda güler yüzlü biriydi. Sinan'ın elindeki bavulu görünce otobüs beklediğini anlamıştı. İçinden "bu kış günü bu çocuk elinde kırık bir bavulla nereye, neden gider" diye düşündü.

"Oğul, yolculuk nereye bu kış günü" diye sordu.

"Ankara'ya amca" diye cevap verdi Sinan.

"Hayırlısı oğul"

"Sağol amca, otobüs gecikir mi acaba?"

"Fazla gecikmez. Birazdan gelir. Biletini aldın mı? Almadıysan lokantaya git ordan al."

"Aldım amca sağol"

Sinan, çay parasını verip tekrar dışarıya çıktı. Çünkü çay ocağı küçük bir yerdi. Fazla kalmaya gerek yoktu. Hem içtiği çayda içini ısıtmış, rahatlamıştı.

Bir süre sonra otobüs geldi. Yolcular verilen yarım saatlik molada hem karınlarını doyurmuş hem de diğer ihtiyaçlarını gidermişti. Nihayet mola süresi bitmişti. Sinan, bavulunu bagaja verdikten sonra otobüse bindi. En arkada bulunan dörtlü koltuktaki yerine oturdu. Yolcular da tek tek gelip yerlerini aldılar. Uzun sürecek yolculuk başlamıştı.

 

Yorucu bir yolculuğun sonunda ayazın hüküm sürdüğü başkente gelmişti. Otobüs terminalinde abisi beklemişti Sinan'ı. Ankara'nın yabancısısın yol yordam bilmezsin diye. Birbirlerine sarıldı iki kardeş. Uzun yıllar olmuştu görüşmeyeli. Eve gidince gece geç saate kadar oturup dertleştiler. Çalışmak zor demişti abisi. Sabır gerektirir. Özveri gerektirir. İşini anlattı. Geçimini. Sinan'ın yanına gitmesine ve göreve başlayacak olmasına sevinmişti. "Emeklerin boşa gitmedi. Hem kendi yolunu çizmiş, hem de bizlerin beklentisini boşa çıkarmamış olacaksın." diyerek hem sevincini belirtmiş hem de anne ve babasını sormuştu.

"İyiler" dedi Sinan. "Yaşlansalar da eskisi gibi dermanları olmasa da çalışıyorlar. Genç değiller. Yorgunlar. Dertleri bizleriz. Bizlerin muhannete muhtaç olmadan hayatımızı huzur içinde geçirmemiz. Onların varlığı bizler için önemli."  

Abisinin "emeklerin boşa gitmedi." sözleri üzerine;

"Doğru dersin" diye cevap verdi Sinan. "En çok da onlar sevindi. Hele de küçük kardeşim Hasan'ın sevincine diyecek yoktu. Köyde kaldığım sürece içinde bulunduğum duygu karmaşasını en iyi onlar biliyor. Yakından tanık oldular. Zor şey işsiz olmak. Geleceğe tutunmak için bir dalı olmamak. Şimdi hem ben hem de onlar mutlular. Bakalım zaman ne gösterecek."

"Verdiğin karar önemli" dedi abisi. "Hayat dikenlerle, taşlarla, çalılarla dolu. Karşına çıkacak dikenlerle mücadele etmeyi de herkese güvenmemeyi de öğreneceksin. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu da tecrübe edeceksin. Hele bir git görevine başla. Daha ilk günden bazı zorluklar karşına çıkacak belki de."

"Doğru dersin. Yaşadıkları toprakların şekillendirdiği insanlar içselleştirdikleri mutluluğun da trajedinin de gereğini yerine getirecek, yaşadıkları travmanın yansıması belki de bizleri vuracak."

"İşte " dedi abisi "tam da bu nedenle insanların düşüncelerini iyi okumak, psikolojilerini, yaşamdan ne beklediklerini anlamak lazım. Dikenlerin azaltılması buna bağlıdır."  

İri yarı, güler yüzlü, güven veren düşünceleri ile abisinin söylediklerini yabana atmamak lazımdı. Öyle ya insanların içinde bulundukları ruh durumu psikolojilerinin belirleyicisi değil miydi?

"İnsanları tanımak kolay değil" dedi Sinan. "Sözleri başka, davranışları başka olanlar toplumu sarıp sarmalamış durumda. Söz konusu para, mal mülk ise bencillik, kibir had safhada."

"Bunu anladığına göre önemli olanın çok para kazanmak değil, sağlam bir meslek edinmek ve o mesleğin gereğini yerine getirmek olduğunun da bilincindesin demektir. Yani bir bakıma kendini doyurman, yazı yabana muhtaç olmaman önemli. Tabi ki  insanların hepsi aynı değildir. İyisi de vardır, kötüsü de. Akıllısı da vardır akılsızı da, doğrusu da vardır eğrisi de, ahlaklısı da vardır, ahlaksızı da, üç kağıtçısı da vardır fakir fukaranın elinde tutanı da. Bunları birbirinden ayırt etmek lazım."

"İnsanları bu hale getiren şey nedir?" diye sordu Sinan "neden insanlar mal mülk için, çıkar için bir başkasına zalimlik eder?"

"Hayat zor, insanları tanımak daha da zor. Kendi çıkarı için bir diğerine zalimce davranmayı seçenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çok. Amaç daha çok kazanmak, güç sahibi olmak, bunların çoğunun kibrinden geçilmez. Çoğu cahildir, kendinden başkasını düşünmez." diye cevap verdi abisi. "Hayatı zorlaştıran toplumun çıkarı yerine kendi çıkarını düşünenlerin sayısının azımsanmayacak kadar çok olmasıdır. Bunu zamanla daha iyi görecek ve anlayacaksın. Tökezlememek için doğru olmalısın, vicdanlı olmayı, adaletli olmayı, insanlara hak ettiği değeri vermeyi bilmelisin. Hayallere kapılma. En korktuğum şey hayallere kapılmak hayatın gerçeğinden uzaklaşmaktır"

Doğru diyordu abisi. İki yüzlü insanlardan uzak durmalı,  sorunları çöze çöze yol alınmalıydı. Olgunlaştıkça hayatı basite almamalıydı insan, sen onu basite alırsan bir gün o da seni basite alırdı. 

15 Eylül 2021 Çarşamba

BEYAZ BİR SAÇIN İÇİNDE...


 

Bir beyaz saçın içinde, karşılaşğımız çok insan vardır.

Hayatımıza yön veren anılarımız ve olaylar vardır.

Şahit olduğumuz adalet ve adaletsizlikler vardır.

Mutluluklar ve acılar vardır.

Kaybettiklerimiz vardır.

Çocukluğumuz, gençliğimiz vardır...

Bu bağlamda, halk arasında bilinen şu sözü unutma, "kendine ağır geleni başkasına yapma"...

Sonu belli olmayan bir yoldur hayat.

Neyin ne zaman nerede karşına çıkacağını bilemezsin.

Öyle bir an gelir ki, bir şeyler alır götürür senden engel olamazsın.

Bazen hayatın getirdiklerinden kaçmak istesen de kaçamazsın...

Yapman gereken "seçme ve karar verme hakkını doğru kullanman" olmalıdır...

 

7 Eylül 2021 Salı

BİN TON YÜK ASILIYKEN OMUZLARINDA


 

"İnsan yaşadığı travmanın sonucunda ya kaderine boyun eğer ya da travma öncesine geri döner. Ya acısının ağırlığında çaresiz kalır ezilir ya da şafağın sökmesi gibi acıyı söküp atar. " diye düşündüm.

Geç olmuştu. Herkesin günün yorgunluğu ile gözleri kapanmaya başlamıştı. Yanan ocağın ateşi de yavaş yavaş sönmeye başlamıştı. İstirahate çekildiler, yatıp uyudular.

Saatler sonra şafağın alacasında, günün koşuşturmacasının ilk dakikalarında anamın konuşmalarını, babamın kuru öksürüğünü, küçük kardeşimin hayvanları dışarı çıkarmak için çıkardığı gürültüyü, kısacası evin içindeki gürültü patırtıyı duyduğumda uyandım.. Lakin, ne horozların sesi, ne kardeşimin çok sevdiği kangal köpeğinin havlaması, ne  dışarıdaki seslerin giderek artması, ne sokak kapısının gürültüyle açılıp kapanması, ne anamın kahvaltınızı yapın aç karnına dışarı çıkmayın uyarıları derin uyuşukluğumdan uzaklaştıramamıştı beni. Durumunu fark eden anam yanına yaklaştı. Dağılmış saçlarımı usulca düzeltti.

"Oğul" dedi, "kalk yüzünü yıka açılır kendine gelirsin. Bak bugün hava daha güzel. Dünkü fırtınadan eser kalmamış. Kahvaltını yaptıktan sonra dışarı çıkar dolaşırsın."

Anamın yüzüne baktım. Ses etmeden yatağımdan ağır ağır doğruldum. Her tarafım tutulmuş gibiydi. Vücudum kalkmama direniyordu. Yorgundum. Yan tarafta bulunan eskimeye yüz tutmuş pantolonumu ve yakası yıpranmış mavi gömleğimi giydim.

Kendi kendime "dün dışarıda fırtınalar kopuyordu. " dedim.  Bunalmıştım. Başım çatlayacak gibi ağrımış, beni sersemletmişti. Zar zor kendimi eve atmıştım. "Bu havalar insanı yaşamından bezdirir" diye düşündüm. Evin önüne çıkıp maşrapaya doldurduğum soğuk suyla yüzünü yıkadım. Anamın  dediği gibi kendime gelmiş, vücudumda uyuşukluk kalmamıştı.

Yüzümü kuruladığım havluyu omzuma attım. Tekrar içeri girmekten vazgeçip evin yan tarafındaki bostanın içine girip küçük bir taşın üzerine oturdum. Yeşermiş taze soğan yapraklarına hayranlıkla baktım. Ne güzel de büyümüşlerdi. Etrafta kanat çırpan serçelerin çıkardığı sesleri dinledim. Ağaç dallarının rüzgârda çıkardığı hışırtıya kulak verdim. Bir süre daha bostanın içinde oturup yeni bir gelecek özlemiyle düşünceye daldım. Sonrasında etraftaki sesler gittikçe azalıp uzaklaştı. Bir süre sonra da duyulmaz oldu. 

Anamın sesi de duyulmaz olmuştu. Belli ki günlük işlerini bitirmenin telaşındaydı. Zamanın sakinleştiriciliğinde zihnimi yoran duygular farkına bile varmadan sessiz bir düşünceye itiyordu beni. Ana yollardan oldukça uzak, ilçe merkezine zorunlu olmadıkça gidilmeyen bu köyde, bu şartlarda yaşamak başkalarına göre bir kaderdi belki, kanıksanmıştı çaresizce ama bana göre değildi. Yol haritasını kendim çizmeliydim. Yeni bir yaşam kurmalıydım. Dar zamanıma büyük dünyalar sığdırabilmeli, zor olanı başarmalıydım. Düşüncelerimi gerçekleştirmeye çalışırken ailemle bağlarımı zayıflatmamalı onlardan destek almalı, onlara destek olmalıydım. Köy yaşamında uzun süredir değişmeyen koşulların ağırlığı su götürmez bir gerçek olduğuna göre ilerleyen zamanda maddi ve manevi özgürlüğümü kendim belirlemeliydim. Hayat şartlarının her daim yokuşlarla, dikenlerle, taşlarla döşeli olduğunu unutmadan.

Bir süre sonra anam söylenerek geldi. Çehresinde yorgunluk vardı. Yanında divana oturdu.

"Kahvaltını yapmadın sen oğul" dedi. "Dur sana çay koyayım, peynir ekmek bir şeyler ye aç durulmaz. Hastalanırsın. Bir de o derdi başımıza çıkarma."

"Yok be ana çok olmadı kalkalı. Acıkmadım daha. Acelesi yok. Bak sen sabah beri yorulmuşsun. Dinlen biraz. Sonra da birlikte güzel bir kahvaltı yaparız. Zaten gün öğleye yaklaşmış. Sen de acıkmışsındır."

Ana yüreği bu dinler mi hiç. Yorgunluğuna bakmadan kahvaltı hazırlamaya başladı. Tezek alevinden kararmış çaydanlığı ocağın üzerine koydu, taze yufka ekmeği ile peyniri de yere serdiği sofra bezinin üzerine. Çayın bir süre demini almasını bekledikten sonra bardağa doldurduğu çayın birini kendisi aldı diğerini de bana uzattı.

"Sabahtan beri bir şey yemedin  oğul" dedi usulca. "Aç durulmaz. İnsanın her daim karnı tok sırtı pek olmalı".

"Doğru dersin de ana sabah erkenden bir şey yemeyi içim almadı. Sonra birlikte kahvaltı yaparız diye de işlerini bitirmeni bekledim."

"Oğul, işler bitmez. Her gün aynı şeyleri yapmak zorundayız. Şartlar değişmedikçe  de bu durumu değiştiremeyiz.  Değişeceği de yok. Nasıl değişsin ki. Her gün aynı şeyleri yapmak  zorundayız. Yapılacak işler de belli zaten. Farklı bir uğraş mı var. Sabah erkenden kalkar önce hayvanların bakımını yaparsın sonra evin diğer işlerini. Bak oğul,  bir insanın kendine has erdemleri, kusurları varsa, günahları varsa bizimde kendimize has yapılması gereken işlerimiz, bir yaşam tarzımız var."

"İyide ana, insan  yaşam tarzını  değiştirmesi için çaba sarf etmeli."

"Nasıl yapacağız  bu söylediğini. Yıllarca bildiğimiz, yaptığımız işler aynı. Bizden geçti artık kurulu düzenimizi dağıtıp, başka yerde yeni bir iş ve yaşam kurmak. Belki bunu sizler yapabilirisiniz. Gençsiniz, her işi yapabilecek güce sahipsiniz. Önünüzde uzun bir hayat var.  Taşı sıksanız suyunu çıkarırsınız."

Anamın söylediklerini düşündüm bir an. Söyledikleri açık ve doğruydu. Bugüne kadar nasıl yaşamışlarsa bundan sonra da aynı şekilde yaşamaya devam edeceklerdi. İsteseler de bunu değiştiremeyeceklerdi. Nasıl yaşadıklarına dair sorulacak sorulara verecekleri cevaplar da değişmeyecekti. Yaşamın güçlüğü, karşılaştıkları dertler, sıkıntılar, kaygılar onları bekliyor olacaktı. Tıpkı geçmişte olduğu gibi. Ömürlerinin bitmek tükenmek bilmez acılarla, çilelerle geçtiği akıllarına bile gelmezdi bu durumda. Çünkü her gün aynı çileyi çekiyorlardı yaz kış değişmeden. Dünden bugüne hayat şartları onları vakitsiz acılarla, sıkıntılarla, zamansız derinleşen alın çizgileriyle baş başa bırakmıştı.

Başımı ı yere eğip karmakarışık düşüncelere daldığımı gören anam sofrayı topladı. "Duracak vakit değil, kalan işleri bitirmem lazım" dercesine beni düşüncelerimle baş başa bırakıp sessizce uzaklaştı.

 

 


6 Eylül 2021 Pazartesi

SAYGI DUYULMASI GEREKEN BİR İNSANDI BABAM


 

Yüzüme bakan babam titreyen sesiyle "oğul" dedi, "okumanızı istedim sizlerin. Senin ve kardeşlerinin. İstedim ki bizim çektiğimiz yokluğu ve sıkıntıyı sizlerde çekmeyesiniz. Yaşam zorluklarla doludur. Gün gelecek belki de dikenler, taşlar ayağınıza değecek. Zorluklarla ve sıkıntılarla karşılaşacaksınız. Gitmek, buradan uzaklaşmak istediğinizi biliyorum. Uzaklara gidip yeni bir yaşam kurma isteğinizde haklısınız. Sizlere ömrüm boyunca rahat bir yaşam sunamadım. Çalıştım çabaladım, elimden gelenin en iyisini yapmaya uğraştım. Lakin yapabileceğim bu kadardı. Daha fazlasını istesem de yapamadım. Daha iyisini sizler yapacaksınız bundan eminim. Ancak bu şu demek değildir. Okuyup buradan uzaklara gitmek rahat bir yaşam sürmenizi sağlamaz. Nereye giderseniz gidin doğru yoldan ayrılmayın, muhtaca yardım edin, yoksulu koruyun ve muhannete muhtaç olmamak için çalışın. Geldiğiniz yeri unutmayın. Gittiğiniz yerde inşallah bizlerin çektiği sıkıntıları çekmezsiniz.

İnsanı yok sayan, hiç bir insani ilişkiye değer vermeyen anlayıştan uzak durun. Güce erişmek ve her daim güçlü kalmak yolunu seçmeyin. Samimi olmayan  davranış içinde olmayın. Bu davranışı benimseyenlerden uzak durun. Haksızlığa her daim karşı çıkmasını bilin, haksızlık yapmayın. Kimseyi ötekileştirme yolunu tutmayın, aşağılamayın."

Orta boylu, gecesini gündüzüne katıp yağmura, çamura, soğuğa aldırmadan günlük işleri bitirmeye çalışan, kavruk yüzlüydü babam. Kahverengi gözlerinde insana dostluk ve güven veren bir sıcaklık vardı. İri burnunun kusurunu bıyıkları gizliyordu. Yılların yorgunluğuna rağmen dik duruşundan bir şey kaybetmemişti. Uzun yıllar büyük bir özveri ile mücadele etmişti. O mücadelesi yılların yıpratıcılığına rağmen devam ediyordu. Öte yandan kırsaldaki yaşamı ile hesaplaşması hem yitip gitmiş  kuşağa, atalarına bir saygı duruşu hem de gelecek kuşağa yol göstericiydi.

Ocağın üzerindeki yemek tenceresini indiren ana yer sofrasını hazırlarken eşine bakarak " yeter artık bırak çocuklar yemeklerini yesinler. Günün yorgunluğunu çıkarsınlar. Başladın yine vaaz vermeye." diye çıkıştı.

Eşinin serzenişine aldırmayan baba sofranın başında her zamanki aldırmazlığıyla konuşmaya devam etti.

"Yahu bir sus kadın. Ben çocuklar hayatın zorluklarını, gel gitlerini görsünler, doğruyu yanlışı birbirinden ayırt etsinler, zalimin yanında yer almasınlar, haklının ve muhtacın yanında dursunlar, gelip geçici günü birlik kararlar yerine yaşamlarını zora sokmayacak kararlar alsınlar istiyorum. Hayat kolay değil. Kolay olsa bu sıkıntılar yerini rahat bir yaşama bırakmaz mı? Hayatın yolu dikenlerle, taşlarla döşeli. Mühim olan o dikenlere taşlara takılıp tökezlememek. Elin adamı kapısının önünde tembel tembel oturuyor, bunlarda mı otursunlar?"

"Merak etme tökezlemezler." diyen ana en küçük oğlunun dağılmış dalgalı ve uzun saçlarını eliyle düzeltti.

Dertlerle yıpranmış bedeni, yanan ocakta tezeklerin alevlere teslim olması gibi, yorgunluğa yenik düşen baba sustu. Günün kızılca kıyametinde yaşadığı şok yeterince güçlü olmalıydı ki sofranın kalkmasıyla sırtını ağır aksak ocağın kenarına yasladı. Yüzünde ki derin çizgiler yaşadığı zor yaşam koşullarının dışa vurumuydu. Yıllarca saçları ağarıncaya kadar bir köşede saklanmadan, ilkbaharda ani fırtınalara, sonbaharda ani kara ayaza aldırmadan tarlada tapanda karın tokluğuna çalışmış, çocuklarını yetiştirmek, okutmak, kimseye muhtaç etmemek için gecesini gündüzüne katmıştı. Tek derdi bin bir zorlukla yetiştirdiği çocuklarının kendilerinin çektiği sıkıntı ve çileyi çekmemesiydi. Durgun ve sessiz bir şekilde ceketinin yan cebinden tütün tabakasını çıkardı. Sigara kağıdından bir yaprak kopardı. Baş parmağı ile işaret parmağı arasına yerleştirdiği sigara kağıdını hafifçe çukurlaştırıp içine bir miktar tütün koydu. Sardığı sigarayı ispirtosunu eksik etmediği çakmağı ile yaktı. Sigarasından derin bir nefes alırken dikkatle çocuklarının yüzüne bakıyordu. Öfke yoktu bu bakışlarda, yılgınlık yoktu, hayata dair nefret de yoktu, sadece tökezlemeden kan ter içinde, eli sabanında, bazen yakıcı güneş altında bazen hastalıkla boğuşarak işlediği kara toprakta aldıkları ile büyütülen çocuklarına olan sevgi vardı.