22 Aralık 2022 Perşembe

BİR EMİRLE ON BİNLERİN YOK OLUŞU (SARIKAMIŞ HAREKÂTI)


 

Tarihimizin önemli ve ibret alınması gereken köşe taşlarından biri de ne yazık ki bundan 95 yıl önce 90 bin askerimizin donarak öldüğü “Sarıkamış Harekâtıdır.” Allahüekber dağlarında ağır kış şartlarında, -30 derece soğuğa, kara, tipiye, borana karşı yazlık kıyafetlerle savaşın acımasız kolların atılan; açlık, sefalet, hastalık ve karakış nedeni ile donarak toprağa düşen askerlerimizin şehit olduğu 1915 yılı.

Harekât 22 Aralık 1914 sabahı başladı. O sabah müthiş bir kar fırtınası ve tipi vardı. Fırtınadan göz gözü görmüyor, karargâh emirlerini alaylara götürmekle görevli askerler dönüp dolaşıp yola çıktıkları karargâha geliyordu. Harekâtın ikinci ve üçüncü günlerinde de ne kar ve tipi aman veriyor, ne de erzak ve teçhizat ileri hatlara taşınıyordu.

Cephedeki asker erzaksız, teçhizatsız ve yazlık kıyafetlerle ilerlemeye çalışıyordu. Allahüekber dağlarının yamaçları buzla kaplanmıştı. Güneş sadece ışık veriyordu. Isıdan mahrum bir ortam, sisli ve fırtınalı doruklar, yükseldikçe eğimin arttığı dik ve sarp yamaçlardı görünen, hissedilen, yaşanılan.
İnsanın içini donduran. Fazla kalındığında soğuk ve tipi ile mücadele imkânı kalmayan, bugün dahi soğuk ve karla mücadele için kışlık kıyafetler gerektiren şartlar.


Tarihimizde “93 Harbi” olarak bilinen 1876-1877 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında Kars ve ilçeleri Ruslara bırakılır. Sarıkamış’a Rus Çarlığı’nın garnizonuna konuşlanır. Bölge uzun yıllar Rusların elinde kalır. 1914 yılına gelindiğinde dönemin “Harbiye Nazırı” ve “Başkumandan vekili” Enver Paşa ile Padişah damadı olan Albay Hafız Hakkı Bey bölgeyi Ruslardan kurtarmanın ve Kafkaslar ile Orta Asya’ya yayılmanın peşine düşerler.

Sarıkamış muharebelerinde bir emirle on binlerin ağır kış şartlarında, donanımsız, yazlık kıyafetlerle dağlara sürülüşü tarihimizin ibretle okunması ve bilinmesi gereken bir sayfasıdır. Yetkili ancak yeteneksiz birinin binlerce insanın hayatını nasıl tehlikeye atabileceğinin ve bir devleti nasıl yok olmanın eşiğine getirebileceğinin belgesidir.

Yıllarca öğretmenlik yaptım. Binlerce öğrenci yetiştirdim. Sarıkamış yöresinde Allahuekber dağlarında düşmana tek kurşun atmadan şehit olup kara toprağa düşenlerin hazin hikayesi hep içimi yaralamıştır. Öğrencilerime konuyu anlatırken oluşan hüznü saklamanın çabasını yıllarca sürdürdüm.

Sarıkamış’ın benim için diğer bir önemi ise dedemin canından çok sevdiği kardeşinin Sarıkamış muharebelerinde Allahuekber dağlarında bir daha geri gelmemek üzere bu dünyadan göçüp gitmesi, şehit olmasıdır. Yıllarca onun gelmesini bekleyen insanların anlattıkları ile büyüdüm.

Sarıkamış faciası ile ilgili araştırmalar son yıllarda yoğunlaşmıştır. Sarıkamış’ta yoğun kar, tipi ve kış şartlarında hayatını kaybedenlerin resimlerinin büyük bölümü Ruslar tarafından çekilmiştir. Kendi arşivlerimizde Israrlı araştırmalara ve kaynakların taranmasına rağmen sadece bir tek resim bulunabilmiştir.

Bu durum Sarıkamış harekâtında olan bitenlerin İstanbul’a dönen Enver Paşa tarafından basına sansür uygulanması sonucu, ancak yıllar sonra öğrenildiğini düşündürmektedir.

Sarıkamış Harekâtı’ndan aylar önce, Balkan savaşlarında yeni çıkmış askerler henüz evlerine gitme fırsatı bulamadan, 4 Ağustos 1914 günü Enver Paşa’nın “Seferberlik ilân edilmiştir” emrini alırlar. O yıllarda üst üste yapılan yanlışlar ve hatalı kararlarla ordunun ihtiyaçları tam karşılanmadan cephenin biri kapanmadan diğeri açılır. Bu durumda ne halk ne de asker savaşa hazırdır.

Alptekin Müderrisoğlu ”Sarıkamış Dramı” adlı kitabında şunları yazıyor. ” ’Padişahım çok yaşa’ nidaları ile yer gök inliyordu İstanbul’da. Selimiye kışlasından hep bir ağızdan yükselen sesler daha sonra Maltepe, Maçka ve Davutpaşa kışlalarında bulunan askerlerin de katılması ile; Üsküdar’da, Boğazın kıyılarında, Beyazıt meydanında, Topkapı ve Karaköy’de Haliç’e kadar olan geniş alanda yankılanıyordu.”

Kışlalarda ve boğazdaki savaş gemilerinde bando, davul, zurna sesleri eşliğinde ’Padişahım çok yaşa’ nidaları ile savaş kararı duyurulmaktadır. Halk ise olan bitenden habersizdir. Savaş kolay değildir. Yıllarca cephede savaşan, yakınını kaybeden insanlar savaşın ne olduğunun ve ne anlama geldiğinin bilincindedir. Osmanlı imparatorluğu dört yıl sürecek ve on binlerce insanın yaşamına mal olacak olan Birinci Dünya Savaşı’na giriyordu.

Müderrisoğlu ilgili kitabında şunları yazıyor: “Savaş çağrısının son bölümünde Enver Paşa şunları söylüyordu : ’… İleri! Daima ileri ki zafer, şan, şehitlik, cennet hep ilerde; ölüm ve alçaklık geridedir….’

Birinci Dünya Savaşına girmeden önce Padişah Mehmet Reşat olan bitenlerin ayırdın da değildi. Ülkeyi Harbiye Nazırı Enver Paşa yönetiyordu. Almanlarla gizli bir anlaşma yapan Enver Paşa İngiliz ve Fransız donanmalarından kaçıp İstanbul’a sığınan iki alman savaş gemisinin (Goben ve Breslau) satın alındığını duyurdu. Her iki gemi adları değiştirilerek (Yavuz ve Midilli) Karadeniz’e açıldı.

Seferberlik ilân edilmişti lakin hazırlıklar yavaş ilerliyordu. Çeşitli çevrelerde ve komutanların bir kısmında savaşa girilmemesi konusunda eğilim söz konusu idi. Birinci Dünya Savaşı’nda çarpıştıkları cephelerde bozguna uğrayan Almanlar Osmanlı Devleti’nin bir an önce kendileriyle işbirliği yaparak savaşa girmesini istiyordu. Almanların baskısına fazla dayanamayan Enver Paşa Karadeniz’e çıkan savaş gemilerine Ruslara saldırma emri verdi. Osmanlı gemileri Rus limanı Sivastopol’ü bombaladı. Ruslarda Kafkasya cephesinde harekete geçtiler. Böylece Sarıkamış’ta Ruslarla savaş başlamış oldu.

Müderrisoğlu kitabında şunları yazıyor ”Osmanlı padişahı Mehmet Reşat, ordusuna ve donanmasına yaptığı savaş çağrısında savaşı Rusların başlattığını söylüyordu. Böylece, altı yüz yıllık Osmanlı tarihinde ilk kez bir padişah, savaşa yol açan olayın gerçek nedenini bilmeden savaş çağrısında bulunuyordu.”

Sarıkamış yenilgisi sonrasında  ’… İleri! Daima ileri ki zafer, şan, şehitlik, cennet hep ilerde; ölüm ve alçaklık geridedir’ diyen Enver Paşa Ocak 1915 başlarında İstanbul’a geri döndü. Harekât sona erdi. 4 Ocak 1915 günü ordunun kalan kısmı savaş öncesi mevzilerine döndü. Geride on binlerce insanı donmuş, aç, yaralı bırakarak.




19 Aralık 2022 Pazartesi

YAŞANANLAR NE ACIDIR DİYE DÜŞÜNDÜM


 

Bayramın ikinci günüydü. Daha önceden İzmir’den gelecek olan halakızı ile eşi Nevzat’ın geldiklerini telefonla öğrendikten sonra bulundukları adresi alıp eşimle birlikte yola koyulduk. Nevzat Ramazan bayramı sonrasında çatıda anten direğini düzeltirken apartman boşluğuna düşüp ölen kardeşinin mevlidi nedeniyle İstanbul’daydı. Görüşmeyeli sanırım yedi sekiz yıl olmuştu. En son Aydın’a geldiklerinde görüşmüştük.

Nevzat cana yakın, hoşgörülü yanı ağır basan bir insan. Yanlarına gittiğimizde mevlit çoktan bitmiş, mevlide katılanlar apartmanın önünde dağılmaya başlamışlardı. Apartmanın önüne gidince adeta şoke oldum. Çünkü çocukluğumun birlikte geçtiği arkadaşlarımın bir kısmı da oradaydı. Duygusal anlar yaşandı.

Diğer bir halamın oğlu Metin’in hasta olduğunu söyledi Nevzat ve halamın kızı. Nevzat’ın arabası ile Metin’in Güngören’deki evine gittik. Ziyarette Almanya’da yaşayan Dursun amcamda vardı. Pek sık görüşmediğim, dahası yıllarca görüşmediğim.

Metin, İstanbul Güngören’in dar sokaklarında birbirine adeta yapışık olan apartmanlardan birinin ikinci katındaki evinde oturuyordu. Öğretmen olan kardeşi de bizimle birlikte gelmişti. Metin, hastalığının verdiği çaresizlikle konuşuyordu. Onu öyle hasta ve çaresiz görünce içim burkuldu. Ağlamamak için kendimi sıktıkça sıktım. Acımı içime akıttım. Metin’in yanında ona daha da acı verecek duygusal anlar yaşatmamak için kendimi tuttum.

Dağ gibi adamı hastalık kısa zamanda esir almış, adeta eritmişti. Metin’in ellerini avuçlarımın içine aldım bir süre. Havanın soğuk olmamasına rağmen o eller adeta buz kesiyordu. Metin’e “üşüyorsun” dedim. Gözlerinin fersiz bakışlarıyla ağır ağır cevap verdi. “Evet, üşüyorum. Bugün aslında çok iyiyim. Bazen üşüme titremeye dönüşüyor” dedi. Bir kez daha çaresizliğin acımasız yüzüne şahit oldum.

Ne zormuş hasta birinin yanında ağlayamamak, gülememek, doyasıya konuşup hasret giderememek. Bunu bir kez daha anladım.

Metin’in yanında ayrıldıktan sonra Nevzat beni ve eşimi eve bıraktı. Akşam İzmir’e doğru yola çıkacaklarını söyledi. Fazla zamanının olmadığını söyleyince de eve gidelim ısrarımı bırakmak zorunda kaldım. Lakin hem oğlumu hem de kızımı görmek istediğini söyleyen halakızını kırmayıp çocuklar aşağıya indiler. Sonrasında homurdanan motor sesi alıp onları götürdü. Arkalarında el sallayıp bakakalmıştık.

Yoğun hüzün ve hasretlik duygularının bedenimi saran sıcaklığı henüz geçmemişken; saygı duyduğum bir arkadaş moralimin iyice bozulmasına neden oldu.

“Artık yeter” hocam diyordu. “İnan bıktırdılar beni. Akrabanın böylesi olmaz olsun. Dedikodunun, insanları birbirine düşürmenin, birinin arkasında konuşmanın böylesi ne görülmüş ne de duyulmuş şey” diye isyan ediyordu.

“Sakin ol. Neler oluyor anlat bir hele” dedim.

“Nesini anlatıyım ki hocam” dedi. “Babam vefat ettikten sonra annem evlerinde yalnız yaşamaya devam etti. Kardeşlerimin ve benim tüm ısrarlarımıza rağmen yanımıza gelmek istemedi. ‘Ben böyle rahatım. Evimde istediğim zaman yatıyor, istediğim zaman kalkıyorum’, sizlerin yanında rahat edemem.”

“İyi de bunda üzülecek ne var ki?”

“Mesele bildiğin gibi değil hocam. Annem arada sırada yanımıza geliyordu. Israrlarımıza dayanamayıp iki üç gün yanımızda kalıyordu. Tek başına sıkılmasın diye sıklıkla ya yanına gidiyor ya da telefonla konuşuyorduk zaten. Onun yalnız kalması aslında bizleri üzüyordu. Lakin yapacak şeyimizde yoktu. Yanımızda kaldığı sürede sıklıkla mızmızlanıyor, yapılan işlere gereksiz yere karışıyor, sorun çıkarmanın ve bir an önce evine gitmenin yollarını arıyordu.”

“Sonra?”

“Bayram günü annemi arayıp bayramını kutladım. İşlerim nedeniyle uzakta olduğum için yanına gidememiştim. Kendisiyle konuşup hal hatır sormak, dertleşmek istedim. Telefon açıp hatırımı sormadı demesin diye epeyce konuştum. Bir ara konuşmanın bir yerinde bacısının kızının aradığını söyledi. Bende ne güzel işte bak arayan soranın çok diye güldüm. ‘Bacımın kızı benim yalnız kalmamın nedenini sordu’ dedi bana. Sen ne cevap verdin deyince ‘ne cevap vereceğim beni çocuklarım istemiyor dedim’ dedi.  Bacısının kızı da ayıp ayıp niye seni yalnız bırakıyorlar diye annemi iyice doldurmuş.”

Arkadaşı “hata üstüne hata desene diye” teskin etmeye çalıştım. Lakin o barut fıçısıydı bir kere. Tüm ısrarlarıma rağmen siniri bir türlü geçmiyordu.

“Teyzemin kızını aradım “ dedi bana.

“Neden aradın peki?”

“Yaptıklarının doğru olmadığını, yanlış bilgilerle hareket ettiğini söylemek için” dedi.

“Ne dedin peki ona?”

“Bayram nedeniyle annemi aramışsın sağ ol. Lakin yalnız yaşaması konusunda kimsenin suçu yok. Meseleyi tam olarak bilmiyorsun. Bir kere annem hangi çocuğunun yanına gitse sorun çıkarıyor. Azami üç gün. Sonrası malum. Evinde oturması daha doğru bu durumda. ‘Sana gelince bu yaştan sonra bilip bilmeden kimsenin işine karışma’. Yaşının gereğini yapıp büyüklük yapsa, herhalde kimse yalnız kalmasına razı olmaz. O evinde rahat. Bildiğim kadarıyla abim ve diğer kardeşlerim ilgileniyorlar. İhtiyaçlarını gideriyorlar, telefonla sık sık arıyorlar. Ben de her gün telefonla arıyorum… Senin işin iç yüzünü bilip bilmeden ‘ayıp değil mi seni neden yalnız bırakıyorlar’ deyip hem annemi doldurman hem de çocuklarını zan altında bırakman doğru değil. Hiç kimse anasını tek başına bırakmaz. Nedenini sorgulaman lazım. Acaba çocuklarının yanında neden durmuyor diye. Neyse sen Almanya’da yaşıyorsun. Burada insanları birbirine düşürmeye kalkma. Bir gün olur söylediklerinden utanır, pişman olursun. İnsan sorunun nedenini bilip bilmeden kimseye laf etmemeli değil mi? Annen yıllar önce ‘kansere’ yakalanıp öldü. Hiç kimse çıkıp da ‘ananı kanser ettin’ diyor mu? Hastalık bu. Anneminkisi de huzursuzluk yapmak… Uzak dur bizden.”

“Peki, ne cevap verdi?”

“Bence sen bilir bilmez bana çok ayıp ediyorsun. İnan ki şaşkınlıktan başka bir şey gelmiyor elimden…”

“Sen ne dedin bu cevap üzerine?”

“Ben, bana söyleneni diyorum. Neyi bilip bilmiyorum ben? Aslında sizin bilip bilmeden laf etmeniz zoruma gidiyor. Uzaktan kaval çalmak kolay derler. Seninkisi de o hesap. İster inan ister inanma ‘doluya koyuyoruz boşalmıyor, boşa koyuyoruz dolmuyor’ hesabı bizde şaşkınız. Ne yapmalı bu durumda söyler misin? Dahası unutkanlık başladı onda. Beş dakika önce söylediğini beş dakika sonra ‘ben mi dedim ki’ diye unutuyor. Defalarca yalnız kalma dedik. Yanımıza almak istedik. O ‘ben evimde rahatım’ diyip direniyor. Gelse o evin masrafına ne gerek var oysa. Keyfine bak, rahat ol sen. Yalnızlık bizim değil kendisinin seçimi. Çok istiyorsan yanına al. Üç gün sonra ağlama yalnız…”

“Sonuç?”

“Hocam verdiği cevap iyice sinirlerimi alt üst etmeye yaradı. Kadın Nuh diyor Peygamber demiyor. Bildiğinden şaşmıyor.”

“Nasıl yani?”

“Bence sen birde kendine sor. Bu kadar eleştirme hakkını neden kendinde görüyorsun?...”

“Başkalarının işine karışma. Gerçeği bilip bilmeden konuşma. Söylediklerim hakaret değil. Gerçeği sana anlatmaya çalışıyorum. İster anla ister anlama. Fakat durum söylediğim gibi. Kaldı ki sen anneme ‘ayıp ayıp seni neden yalnız bırakıyorlar’ dedin mi demedin mi? Eğer söylediysen ben söylediklerimde haklıyım. Yok, ‘söylemedim’ diyorsan bende söylediklerimin hata olduğunu kabul edeyim.”

“Ben konuştuklarımı protokol(?) etmiyorum bir. İkincisi de iki insan arasında geçen sadece o kişileri ilgilendirir. Kimseye hesap vermem gerekmez. Konuyu da burada bitiriyorum…”

“Kırk senedir Almanya’dasın. Bizlerden uzak durdun ne kaybettin? Hiçbir şey. Bundan sonra da uzak dursan hiçbir kaybın olmayacak. Bizi rahat bırak. İnsanları birbirine düşürücü laflar etme. Senin nasıl yaşadığın konusuna kimse karışıyor mu? Yok. O zaman sen de bizlerin yaşamına karışma. Kaldı ki teyzenin beş çocuğu var. Haydi diyelim ikisi yanına almıyor. Ya diğerleri? Demek ki mesele senin düşündüğün gibi değil. Anlaşılan senin canın sıkılıyor! Eğlenecek, dedi kodu edecek başka birilerini bul.”

“Mesele anlaşılıyor. Lakin bunu bu kadar dert edinecek ne var ki? Kendini boşuna üzmüşsün. İnsanlar maalesef böyledir. Sıklıkla başkalarını birbirine düşürmenin telaşındadırlar. Kimileri laf üretmeyi sever. Çekememezlik, vurdumduymazlık, aymazlık, eğitimsizlik, ahlaki anlayışın zayıflığı, saygısızlık… Ne dersen de. Kimilerinin pek aldırmadığı kavramlardır.”

“Hocam biliyorum bilmesine de yapılanlar zoruma gidiyor.”

İşte böyle. Güzel başlayan, Metin’in hasta yüzünü görünce yerini hüzün ve acıya bırakan günün akşamında bir arkadaşın acısını ve isyanını da böylece dinlemek durumunda kaldım. Yaşananlar ne acı diye düşündüm. Boşuna dememişler “akraba bazen ‘akrep’ gibidir diye”.

Başkalarına hesap vermek bir yana asıl önemlisi; insanın kendi kendisiyle hesaplaşıp uzlaşmasıdır. Birilerini kısa ya da uzun vadelerle inandırmak, kandırmak neye yarar ki? Önemli olan sorumluluğun yerine getirilip getirilmemesidir. İnsan kendi vicdanına ve kişilik bütünlüğüne saygı duymalı, ona göre hareket etmelidir. Doğru olanı, iyi olanı yapabiliyor muyuz? Önemli olan da bu değil mi? Başkaları hakkında gereksiz yere söz söylemek doğru değildir.

İnsan düşünüyor aslında. Neden insan bir diğerine düşmanca davranır? Niçin yalanlar, yanlışlar yaşamı sarıp sarmalayan özellikler oldu? İnsanlar neyin peşindeler? İnsani değerlerimiz nerede? Başkalarını suçlamak bir yaşam biçimi midir? Ya da bu mudur yaşamak?

 NOT: 28.10.2012 günü yaşananların kısa bir özeti bu.

 

24 Kasım 2022 Perşembe

ÖĞRETMENLER GÜNÜ


 

Öğretmenlik kutsal ve onur verici bir meslektir bilene.

Kendini eğitime adayana.

Öğrencilerini sevgiyle kucaklayıp, onlara öz güven aşılayıp, iyi birer birey olmaları için çabalayana.

Demokratik değerler ancak aydın, idealist öğretmenlerin süzgecinden geçip de membaından pınar misali öğrencilerine akar.

Bir dağ köyü ıssızlığın da,

Bir şehir keşmekeşinde.

İster istemez, umutlar kırılırken, hayaller sukuta uğrarken,

Kimi kez kendine yetmezken,

Öğretmeni ayakta tutan masum çocukların içli tebessümleri, derin bakışları değil midir yorgunluğunu unutturan.

Kendi içinde türlü nedenlerle kayıp gitme noktasına gelen bir öğrenciye yerine göre ana, baba olmak, onu en iyi şekilde yetiştirip başarıya ulaşması için rehberlik etmek , kazanımlarıyla gurur duymak, bir öğretmen için ne mutluluk verici bir duygudur.

Bu bağlamda, 24 Kasım Öğretmenler Günü'nde, başta başöğretmen Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere ebediyete göç eden tüm öğretmelerin ve kendini eğitime adayan öğretmenlerin bu gününü en içten dileklerimle kutlarım.

20 Kasım 2022 Pazar

ANAMI SANA EMANET ETMİŞTİM ANKARA


 

Hava bir sıcak bir başka gün kapalı.

Yağmur yağıyor.

Yağmur bazen kederlendirir beni oldum olası.

Bugünde bulutlar gökyüzünde maviliği kapatmış durumda.

Etrafta her gün var olan kalabalık azalmış.

Annelerinin elinde tutup cadde boyunca yürüyen çocuklar gözükmüyor.

Bu havalarda kendime yönelirim.

Düşünmeye başlarım.

Dünü ve bugünü.

Dün yaşadıklarımı, bugün yaşadıklarımı.

Düşüncelerimi sararmış bir yaprak gibi kuşatır keder.

Bugün de beni sararmış bir yaprak gibi kuşatmış durumda.

Yıllar öncesini düşünüyorum yine.

Geri dönüşü olmayan yaşanmışlıkları, çekilen acıları, çileleri, yoklukları, çaresizlikleri.

Anam ile babamın zorlu mücadelesini.

Şu an acı çekiyorum.

Kendimle zorlu bir savaştayım sanki.

Dünün, bugünün, yarının güzelliklerinden uzak bir yaşam öyküsü içinde savrulan anamı.

Yıllar önce karlı bir günün sabahında sonsuza uğurladığımız babamı düşünüyorum.

İçim acıyor.

Günler sabun gibi kayıyor elimizden.

Zamana yenik düşüyor yaşanmışlıklar.

Her giden günü geri getirmek imkansız.

Anam bugün bizleri kedere boğan hastalığının pençesinde ameliyat oldu.

Yaşlı o artık.

Ey Ankara, Anadolu'nun yürekli analarının kenti.

Anam sana emanet.

Sabırtaşlı o yiğit anaya iyi bak.

Üzme bizi.

Biliyorum üzmeyeceğini.

Biliyorum gülüşlerimizin boğulmasını engelleyeceğini.

15 Temmuz 2020 de bun duyguları yazmışım.

Aradan tam 2 yıl 4 ay geçmiş.  Anamın yakalandığı amansız hastalık aylarca yakasını bırakmadı. Acı içinde  yaşamı  18 Kasım akşam saatlerine bitti.

Anamı kaybetmiştik.

Acı haber ter ulaşır derler ya.

Acı acı çalan telefonu açtığımızda yeğenim göz yaşları içinde "babaannemi kaybettik" haberini veriyordu bize.

O an zaman durdu, uzaktan atılan bir kurşun yarası yemiştim sanırsın. Yığılıp kaldım koltuğa. Kızım, damadım, torunum, eşimin kız kardeşi ve oğlu da o gün akşam bizdeydi .

Sessizce odama çekildim. Eşime Ankara'ya gitmemiz lazım acil dedim. O da yarın sabah yola çıkarız dedi. Sabah erkenden yola çıktık. Ankara Sincan'a, oradan Sincan Cimşit mezarlığı morguna, cenazeyi Ankara Karşıyaka mezarlığına babamın yattığı mezarlığa defnetmek üzere  aldık.

Eş dost akraba yanımızdalar sağ olsunlar.

Göz yaşları ile toprağa verdik. Yattığı yer incitmesin canım anamı. Mekanı cennet olsun.

1995 senesinin 10 Mayıs günü kalleş bir tetikçinin kurşunu ile kara toprağa verdiği oğlunun acısını yıllarca gözyaşları içinde çekti.

O acıyı bizlere devredip canından çok sevdiği oğlunun yanına gitti. Eşi ve oğlu ile yan yanalar artık.

Ana bu acısı insanın ciğerini yakıyor.

Anam, üç seneye yakın kanser ile mücadele etti.

Bir kaç ay önce yanına Ankara'ya gidip elini öpmüştüm. İlaç tedavisi ve kemoterapi fayda etmedi.

Kız kardeşimin yanında kaldı son zamanlarda. Hastane ile ev arasında mekik dokuyarak geçti günleri.

Bakımını kız kardeşim yaptı.

Ama işte, yaşlı bir insanın vücudu fazla dirençli olmuyor. Son bir aydır ciğeri de su toplamaya başlamıştı. Toplanan su her gün boşaltıldı. Hayata veda zamanına yakın yemek yiyemez duruma gelmişti.

Olmadı işte ne yapıldıysa.

Kanser illeti kararını vermişti bir kez.

Yapacağını yaptı.

Anamızı bizden aldı.

Bundan tam 12 sene önce karlı bir kış günü babam da ebediyete göç etmişti.

O da Karşıyaka mezarlığında ebedi uykusunda yatıyor.

Dün anamı da göz yaşları  ve dualar eşliğinde ebedi uykusuna gönderdik.

Anamın çektiği acılar insanın içini yakıp kavuruyor. O acılardan kurtuldu.

Hasretini yıllarca çektiği kardeşim Burhan'ın ve babamın yanında artık o da.

Eminim ki bir arada mutlular.

Canım kardeşim, babam, anam mekanınız cennet olsun.

 

9 Kasım 2022 Çarşamba

SAYGI VE MİNNET İLE ANIYORUM


 

Mustafa Kemal Atatürk, her an yüreklerimizde varlığını sürdürecek kadar büyüktür.

Büyüklüğünü anlamak için yok olmakta olan bir milletin nasıl ve hangi zor şartlarda kurtarıldığına bakmak yeterlidir.

Mustafa Kemal, sadece Kurtuluş Savaşı sırasında askeri anlamda emperyalist güç odaklarına karşı verdiği müthiş mücadele ile değil; savaş sonrasında siyasi, kültürel ve ekonomik anlamda da aldığı önlemlerle ve yaptığı uygulamalarla da büyüklüğünü kanıtlamıştır.

Mustafa Kemal bir direniştir.

Bir milletin var olma mücadelesinin çelikleşmiş ifadesidir. Vefa ve namus borcumuzdur.

Varlığımız, bağımsızlığımız, yarınlarımız, onurumuz, toprağı vatan yapan düşüncemiz, bilgimiz, enerjimiz, aydınlanmamız ve erdemimizdir.

Bu nedenle Mustafa Kemal’in bize sunduğu gerçek zenginliğimizin, özgür birey olma erdeminin, bağımsız ve çağa uygun yaşam tarzımızın öneminin bilincinde olmalıyız.

Bu zenginliklerimizin ve Mustafa Kemal’in milletimize kazandırdığı kavramların, devrimlerin ve değişimlerin ayırdında olmalı onlara sıkı sıkıya sarılmalıyız.

O’nun vurguladığı gibi; düşünce, bilgi, beden yönünden güçlü ve yüksek karakterli birey olmalıyız.

Emanet ettiği cumhuriyete, fikirlerine ve düşüncelerine sahip çıkmalıyız.

O’nu yaşıyor ve yaşatıyor olmalıyız

 

3 Kasım 2022 Perşembe

TARTIŞMA KÜLTÜRÜ


 

Kimi yazıların altında okuyucu yorumlarına sıkça rastlarız. Yapılan yorumlar okunan yazıyı algılama seçeneğine, yorumcunun bilgi düzeyine, yazarın ileri sürdüğü fikir ve düşüncelere katılıp katılmamaya, konunun öne çıkmasına tepki duyup duymamaya, çıkarımıza ters düşüp düşmemesine, dünya görüşümüze ve siyasi anlayışımıza, yaşam düzeyimize göre değişir.

Günümüz teknolojisinde faydalanma olanağı bulup sanal ortamda yazı yazanların sayısı epeyce artmış durumda. Çeşitli haber sitelerinin verdikleri haberlerin altına okuyucular tarafından yapılan yorumlardan tutunda, çeşitli sitelerde yazı yazan kalemşorların yazdıkları yazıların altına yapılan yorumlara sıkça rastlanmaktadır.

Bu şekilde haber ve yazıların altına yapılan yorumlar çoğunlukla “müstear” adla yapılmakta, gerçek hayatta söz söyleme, fikir üretme, hatta bulunduğu ortamda kale alınma olanağı bulunmayanlar, sanal ortamı “sallama tahtası” yâda “ nişangâh” olarak kullanmakta bir beis görmemekte. Yaptıkları yorumlar sonrası hafiflemiş olarak günlük yaşamın hay huyuna karışıp gitmekte.

Kimi zaman “hafızayı sevmeyen”, daha doğrusu geçmişte yaşananları işine geldiği gibi hatırlamayı seven bireyler olarak öne çıkmayı kendimizce marifet sayarız.

Oysaki yazdıklarımızın, söylediklerimizin hafızamızda depoladığımız bilgi kırıntılarının, yaşam tarzımızın, gelişim ve anlayış düzeyimizin bir yansıması olduğunu aklımıza bile getirmeyiz.

Bu şekilde yazılanlar çizilenler, özellikle birbirlerini tanıyan, daha önce bir şekilde bir arada bulunma olanağı bulmuş insanlar arasında vuku buluyor ise, daha da derin düşünme, bir konuşup on dinleme, karşısındaki şahıslara her halükârda bir güvensizlik ve mesafeli yaklaşımı çağrıştırmaktadır.

 M.Şehmus Güzel “Abidin Dino” adlı yapıtında “Bazı şeyleri açıklamak zordur, insanlar niye mesela otuz kişi bir araya gelir de, neden beş tanesi arasında bir yakınlık olur da otuzu arasında olmaz? Sonra neden o beş kişiden ikisi arasında bir arkadaşlık olur da öbürleri arasında olmaz?” diye sormaktadır.

 Değerli okuyucular;

Bu tür yorumlara ve olumsuzluklara bizlerinde aşina olduğu ve hatta üyesi olduğumuz kimi internet sitelerinde de rastlamaktayız.

Belli bir amaç için bir araya gelmesi, bir araya gelerek çözüm üretmesi gereken, oluşturacağı ya da önereceği fikir ve düşüncelerle bulunulan toplumun ya da bireylerin ileri gitmesi için uğraş vermesi gereken yazar ya da kimi yorumcuların “kısır çekişmeler” içerisinde bulunuyor olması yadırganan ve istenmeyen bir durumdur.

Özellikle ikili görüşmelerde öne çıkan konuların, pervasızca topluma açık internet sitelerinde deşifre edilmesi güvenirlilik açısından yakışıksız ve etik olmayan bir davranıştır.

İkili görüşmelerin bu şekilde toplum önünde tartışılması ise yadırganacak bir davranıştır. Durum bu minvalde olunca kimse kimseyle ikili görüşmelerde bulunmayacak ya da karşısındaki kişiye belli konularda düşüncelerini açıklamaktan kaçınacaktır. Deyim yerinde ise “sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yemeyi tercih edecektir”.

Etik olmayan davranışlar topluma yarar yerine zarar getirecek. Fikir ve düşünceler enine boyuna tartışılmayacak, hatta kimileri kenara çekilecek sadece olan biteni seyredecektir.

Bu tür ve benzeri oluşabilecek olumsuzlukların yaşanmaması için yazar ve yorumcuların üyesi bulundukları platformları olması gerektiği gibi kullanmaları ve tartışmaların “tartışma ölçütü” kavramı içinde yapılması kaçınılmazdır.

Herkesin şapkasını önüne koyup bir kez daha düşünmesi gerektiği kanaatini taşımaktayım.

İyi bir “tartışma kültürü” ortamının bireylere kazandıracağı ile aksi durumu kıyaslamak ise değerli okuyuculara kalmaktadır.

           Sonuçta söylenecek tek söz var.

         Yaşamımızda farklı düşünce ve yaşam tarzı olduğunu unutmamak  lazım. İnsanlar, bir diğerini                ötelemeden huzur içinde birlikte yaşama seçeneğini  benimsemelidir.