27 Kasım 2013 Çarşamba

SOĞUK BİR KASIM SABAHINDA-11

                                                     Çıldır Gölü donmuş vaziyette.

"Ne yapacağız" dedi Meriç.
"Bir şekilde tutuşturacağız. Başka çaresi yok."
"Nasıl? Tutuşturacak bir şey yok ki" diye söylendi. Bir taraftan da gözlüklerinin camlarını siliyordu.
"Var dedim. Çare tükenmez."
Meriç merakla gözlerini bana dikmişti. Bir kaç tane defter almıştık. Henüz paketinden çıkarmadığımız defterlere doğru yöneldim.
"Hayır" diye atıldı Meriç. "Defterleri yakmayı düşünmüyorsun değil mi?".
"Yahu korkma. Tamamını değil sadece orta yerinden bir kaç sayfa çıkarıp sobayı tutuşturmak için kullanacağım."
Defterlerden birinin orta kısmından bir kaç sayfa çıkarıp tutuşturdum. Tezekler kuru olduğu için fazla uğraştırmadan yanmaya başladı.
Ehh artık sıcak bir odadaydık.
Meriç bana bakıp gülümsüyordu.
"İyi ki defter almışız" dedi.
"Evet" dedim. "Yoksa tezekleri kibritle tutuşturmak çok zor olurdu."
Pozitif enerjiyle hareket etmek zorundaydık.
Dünyanın dört bir tarafında dağlara tırmanan dağcıları düşündüm. Yüksek irtifa tırmanışında bulunan dağcıların çadır kurmak için çektikleri sıkıntıları da. Küçük çadırlar içinde hareket olanağı yeterli olmayan dağcıların yemeklerini ısıtmak için küçük gaz ocaklarını zor da olsa yakmalarını.
Onlar başarmıştı. Biz neden başarmayalım ki?
Zor olan iklim koşulları değildir. Zor olan iklim koşullarına uyum sağlayamamaktır.
Deneyimsiz ve acemiliğimiz sonucuydu çektiğimiz sıkıntılar. Tezek temin edilmesi dışında kimseden yardım istemedik.
Sonradan öğrendiğimiz kadarıyla okul müdürü Karahallılı Selahattin Günay'da Adanalı olduğunu anımsadığım Ener adlı bir öğretmenle birlikte kalıyordu.
Ener Caladan gitmenin yollarını arıyordu. Fazla konuşmayan ve diğer öğretmenlerle diyalogdan kaçınan bir tavrı vardı.
Öğle yemeklerine biz eve giderdik. O okulda kalır barbunya konservesi yerdi.
"Yahu" derdik "barbunya Konservesi yiye yiye için dışın barbunya oldu."
Aldırmazdı. Tayini çıkana kadar da öğle yemekleri her daim barbunya oldu.
Sıkıntıları gidermeye çalıştığımız hafta boyunca ne Selahattin Günay ne de Ener hoca "derdiniz var mı? İhtiyaçlarınız var mı? Yardım edebileceğimiz bir konu var mı?" diye sormadılar.
Biz de söyleme gereğini hissetmedik.

Ayrıca yaşça bizden daha büyük Esat hoca'ya ise hiç bir zaman sorunlarımız aktarmadık. Hoş o da kendi sorunlarıyla boğuşmaktaydı. Kars'ın yerlisiydi. Üç çocuğu vardı. Üçü de henüz küçüktü. Ne diyebilirdik ki Esat hocaya.

26 Kasım 2013 Salı

SOĞUK BİR KASIM SABAHINDA-10

                                                  Erzurum karayolunda bir tünel

Çıldır Gölü'nün güney tarafında, gölün hemen kıyısında kurulmuş olan Doğruyol (Cala) köyünün Kars'a yakın olduğu söylenemez. Özellikle kış aylarında hava kararmaya başladığında ortalığı kasıp kavuran soğuk dikkate alındığında minibüs şoförünün haklılığı ortaya çıkıyor.
 Kars,  Arpaçay, Çıldır yolunun Arpaçay'a kadar olan kısmı o yıllarda asfalttı. Arpaçay Cala arası ise stabilize yoldu. Minibüs yer yer bozulmuş /donmuş/ toprakla kaplı yolda yolcuları sarsarak yol alıyordu. Ne hikmetse Çıldır minibüslerinin neredeyse tamamında kaloriferler yanmıyordu. Bir şekilde bozuk olan kaloriferleri bir türlü yaptırmamışlardı. Oysa ki kış yolculuklarında önemli bir durumdu bu.
Eğer minibüsün tekeri patlar da değiştirilmesi gerekirse ve yolcular arasında küçük çocuklar da varsa işte o zaman "yandı gülüm ketan helva".
Yola çıkışımızdan bir iki saat sonra minibüs, Cala'ya vardı. Minibüs şoförü mekanik hareketlerle, minibüsün üzerinde bulunan paketlenmiş eşyaları, kutuları, soba ve soba borularını son derece kontrollü bir şekilde indirdi. Eşyasını alan yolcular evlerine yollandı.
Aldıklarımızı eve taşımamız güçtü. Çünkü ev ile indiğimiz yer arasında epey bir mesafe vardı. Minibüs her zaman olduğu gibi Binali'nin kahvesinin yanında yolcularını indirmişti.
"Kahveye bakalım" dedi Meriç "eşyaları taşımaya yardım edecek biri var mı."
"Bakalım" dedim.
Kahveye doğru yöneldik. Fazla uzak değildi zaten. Minibüsün sesini duyan Binali kahveden çıkmıştı. Bizi görünce gülümsedi.
"Hocalar gelin bir çay için içiniz ısınsın. Eşyaları taşımanıza yardımcı olacak bulurum ben."
Binali'ye minnetle baktık. Yaşı küçüktü lakin insanlığı büyüktü.
"Tamam o zaman" dedik.
Sıcak birer çay iyi geldi. Burada kış mevsiminde köylüler sıklıkla çay içerlerdi. Soğuğa karşı alınan bir önlemdi ya da alışkanlıktı.
Binali fazla zaman geçirmeden kahvede tanıdığı iki genci yanımız sıra yolladı. Sağolsun gençler eşyaları taşımamıza yardım ettiler. Cala insanının yardımseverliği ve sıcakkanlığı her daim takdire şayandır. Ellerinden gelen yardımı çekinmeden yaparlar.
Sobayı büyük bir dikkatle kurduk. Sobanın altına aldığımız geniş üzeri sacla kaplı ayaklığın düz durması için altına destekleyici yassı taş koyduk. Borular devrilmesin diye sıkıca telle bağladık. Artık yanmaya hazırdı. Nihayet sıcak bir ortamda uyuyabilecektik.
Tezekleri küçük parçalara bölerek sobaya doldurduk. Küçükken annemden görmüştüm. Tezekleri keserle küçük parçalara ayırırdı. Sobayı tutuşturmak için ise evde tenekelerle stoklanan gaz yağı kullanırdı.
Elektrik olmayan köylerde kışın yolların karla kapanması nedeniyle gaz yağı tenekelerle alınıp yaza kadar idare edecek şekilde stoklanırdı.

Biz sobayı tutuşturmak için gaz yağı almamıştık.

1 Kasım 2013 Cuma

SOĞUK BİR KASIM SABAHINDA-9

                                                          Doğruyol Köyü (Cala)

Sabah insan kalkmak istemiyor. Hani sıcak bir ortama uyanmak var. Bir de soğuğa uyanmak. Evin üst kısmında ki dar pencereden içeriye ışık sızıyor, ranzanın bir kenarına düşüyor ve sanki oracıkta sıkışıp kalıyor, bir adım öteye geçemiyor.
Karanlığın sakladıkları daima merak uyandırmıştır bende. O nedenle nefesimi tutmuş beklerken pencereden sızan ışığın aydınlattığı her yere ilk defa görüyormuşçasına dikkatle bakıyordum. Meriç'de uyanmıştı.
"Kalkalım" dedi. "Nasılsa okula gideceğiz arkadaş."
"Ben gaz ocağını yakayım. Sıcak bir çayla bir şeyler atıştırıp çıkalım o zaman."
"Yahu bu ayazda insan elini yüzünü yıkarken donar valla"
"Sen de yıkama o zaman" dedim gülerek.
"Gaz ocağında ısıtırım" dedi.
"Valla başka çaresi de yok."
 Peynir- ekmekle kahvaltıyı yaptık.
Hava yine ayaz.
"Uğurlu sobaları yakmıştır" diye takıldım Meriç'e. "Bence sen sobanın başında hiç ayrılma."
"Neden ki?" diye güldü.
"Paltoyla yatan adam akşama kadar ısıyı depolamalı"
"Haklısın" diyerek güldü.
Kendimizle "dalga" geçmenin sırası değildi ama bazen de gerekiyordu var olan ortamın sıkıcılığı nedeniyle.
Mesleğe yeni başlamanın heyecanını, sevincini, özgüvenini; yanı sıra azıcık da ürkeklik gibi duygularını bir arada yaşıyor insan.
Ürkekliği atmanın başka da yolu yoktu. İnsan var olanla mücadele etmesini bilmeliydi diye düşünüyorduk. Bizden öncekiler de bizden sonrakiler de nasılsa benzer sıkıntıları yaşamışlardı belki de yaşayacaklardı.
Okulda öğrendiklerimiz ve öğretilenler hayata ve yaşama dair değildi. Eğitim hayatımızda ülkemiz gerçeklerini öğretmemişlerdi bize. Buna gerek görmemişlerdi demek ki. Nasılsa gittikleri yerde gerçeği görüp yaşarlar diye düşünmüşlerdir.
Düşündüğümüz gibi sobalar yanmıştı. Bir önceki gün de olduğu gibi öğrenciler sobaların etrafına kümelenmişlerdi sınıflarda. Civar köylerden gelen çocukların yüzleri ayazdan morarmıştı. Cala'da okula gelenlerse nispeten rahatlardı. Diğerleri sabahın erken saatinde okula yetişmek için kilometrelerce yol katetmişlerdi.
Bizi gören öğrenciler saygıyla yer açtılar.
"Günaydın çocuklar" diye ikimiz birden hal hatırlarını sorduk.

Sevinçle hep bir ağızdan" günaydın hocam" diye karşılık verdiler.
"Demedik mi biz size artık sabahları buradayız."
"Hocam" dedi birisi "derse erken başlamanın zararı olmaz."
Bir diğeri " hocam siz gelince hemen derse başlayalım" diyerek hınzırca dalgasını geçti.
Hepsini de gülerek dinledik. Çocuklar haklıydı. Sabahın erken saatinde ne işimiz vardı sınıflarda. Oysa diğer öğretmenlerin gelmesine daha zaman vardı.
"Ee dedik çocuklar okumanın kolay olmadığını anlamalısınız. İşinize gelirse böyle. Erken başlamakta fayda var."
Sıcak bir diyalog ortamında hem ısınıyor hem de çocuklarla birbirimizi tanıyorduk.
Boynum ve omzum sızlıyordu. Gece dışarıda esen rüzgâr hızını artırmış uluyup durmuştu. Rüzgârın uğultusundan ürpermiş, yatağımın içine sokulmuştum. Odanın içi gittikçe soğumuştu.  Doğanın zorluklarıyla boğuşuyorduk. Gergindik.
Şenlik Cengiz gülerek geldi.
"Hocalar" dedi "size tezek satan yok diyecektim ama erkenden okula gelmenize gönlüm razı olmadı."
"Satan var mı?" diye ikimiz iki yandan atıldık heyecanla.
"Evet anneme söylemiştim o komşulara sormuş. Satan biri var ondan alırız."
Sevindirici bir haberdi bu bizim için.
Tezeği hemen o gün eve taşıdık. Öğrenciler yardım ettiler. Sıra soba almaya gelmişti. Hafta sonunu beklemekten başka çaremiz yoktu. Yeni başladınız göreve diye müdür izin vermemişti hafta içinde. Biz de sesimizi çıkarmadık. İzin almanın kurallarını daha sonra öğrenecektik. Öğrenince de mazeret izni neden vermediğine bir anlam veremedik müdürün. Üstelemedik. Bir daha da izin konusunu konuşmadık. Hafta sonlarını bekledik hep. İhtiyacımız olanları karşılamaya Kars'a gitmek için.
Başka bir boyuta geçmiştik sanki. Daha önce böyle bir sıkıntıyla karşılaşmamıştık. Hafta sonuna üç gün vardı daha. Kullanmadığı fazla sobası olan var mıydı bilinmez. Çünkü ne sorduk ne de sormayı akıl ettik. Kimse de bize bu konuda bir şey demedi.
Üç günlüğüne alıp kullanabilirdik. Böylesi anlarda insanın alternatif araması gerekir. Lakin biz o zaman neden düşünemedik bilmiyorum. Belki de olmaz, bulunmaz düşüncesi vardı, belki de kimseye yük olmama düşüncesi.
Yöre insanı soğuğa ve ayaza bizim kadar duyarlı değil. Sert iklim koşullarında yetişmişler. Hepsi de saygılı ve güler yüzlü.

 Okul çıkışı Binali Karadağ'ın kahvesine gidip hem sıcak bir ortamda çay içmek hem de Yasin Turgut ve Hamza Şimşek gibi yaşlı insanlarla sohbet etmek alışkanlık olmuştu bizde. Çıldır'lı Aliyar'în gümüş renkli minibüsünden indiğimizde de girdiğimiz ilk kahveydi Binali'nin kahvesi.
Binali 20'li yaşlarda, ancak çok daha yaşlı bir adamın sezgilerine sahipti. Bunu da babasının ölümünden sonra evin tüm yükünün omuzlarına binmesine bağlıyor.
"Bu topraklar yaşam ve ölüm hakkında her gün kafa yormanıza neden oluyor" diyor.
"Yaşam zorlu".
"Ölüm ise çok kolay".
"Zorlu yaşam koşullarına uyum sağlayamayan canlılar için burada yaşam çok zor " diye de ekliyor.
Binali'nin sözleri insan yaşamı kadar yaban hayatının da zor olduğunu düşündürüyor bize. "Bu gerçek insanı hızla olgunlaşmaya itiyor" sözlerini kahvede bulunanlar onaylıyor.
Geç vakit eve gittik. Okul çıkışı kahveye gelmiştik. Eve geldiğimizde acıktığımızı hissettik.
"Ne yapalım" dedim Meriç'e.
"Mercimek çorbası yapalım" dedi gülerek.
"İyi ya o zaman mercimeği yıkayalım. Sen gaz ocağını yak arkadaş. Ben de mercimeği yıkayayım."
 "Tamam yakayım".
Gaz ocağını yakıp ellerini ısıtmaya başladı. Ben de ıslak ellerimi uzattım gazocağının yanan ateşine.
Etrafı daha rahat görmek için gaz lambasını yüksekçe bir yere asmıştık. Yoksa odanın içi tam aydınlanmıyordu. Ranzalarımızın üzerine uzanıp derin düşüncelere daldık. Bir süre konuşmadık. İçinde bulunduğumuz gerçeğe alışmalıydık. Sobayı da aldık mı rahatlardık. Hem Kars'a gidince ihtiyaç duyduğumuz diğer eksik malzemeleri de almalıydık. Bunun şakası yoktu. Her an ihtiyaç duyulan malzemeleri köy yerinde bulmak mümkün değildi.
Sıcak yemek kokusu odanın içerisine yayıldı. Sofrayı hazırladık. Çorbayı büyük bir iştahla yedik. İnsan acıkmaya görsün diye düşündüm. İçimiz ısınmış, üşümemiz azalmıştı.
Zorlu geçen  birkaç günün sonrasında hafta sonu gelmişti. İzin almaya gerek kalmadan sabah erkenden kalkıp Meriç'le birlikte Kars'a giden minibüse bindik. O yıllarda minibüs şoförü Namaz Güneş'miydi yoksa bir başkası mı pek ayırdında değilim.
Minibüs şoförü saat iki gibi geri döneceklerini söyleyip işimizi o saate kadar bitirmemizi söyledi. Tamam deyip sobacıların yerini sorduk. Kars garajına pek de uzak olmayan bir yerde soba ve gerekli parçalarını aldık. Şoför sobayı minibüsün üzerine yerleştirdi. Biz ise hem açlığımızı gidermek hem de diğer ihtiyaçlarımızı temin etmek için ayrıldık.
Kars lokantalarının orta yerinde kömür sobası yakıyorlar. Sobaya yakın boş bir masaya oturup yemeğimizi yedik.
Bazı ufak tefek ihtiyaçları da temin ettikten sonra söylenen saatten önce minibüsün yanına gittik. Minibüs saat iki gibi yola çıktı.
"Neden saat iki de yola çıkıyorsunuz daha erken değil mi?" sorumuza minibüs şoförü;
"Alışkanlık. Biraz daha geç çıkılabilir. Lakin kış günü yolumuz uzak. Hava kararmadan köye gitmekte yarar var".