30 Nisan 2013 Salı

UZAKLARDA




Şimdi gözlerimde sessiz hüzünler yağıyor
Hücrelerim bin parçaya bölünmüşken anılarda.
Mahcup bakışlarına sığınıp uzaklarda
Mavi başlangıçlar düşünüyorum bir çocuk gibi
Bir parça adın kalacak. “Zaten ters adamdı
diyecekler, böyle günde gidilir mi?”
Türküsünü dinlemek isterim özgürlüğün
Korkulu düşlerden uzak yakamozlarda
Ve yasaklanmışken tutkularım nerdeyim kim bilir?
En çok aydınlıktan utanırım.

30.04.2013/ Hüseyin Güzel

29 Nisan 2013 Pazartesi

UMUT



Belki bir gün bir tren gelir uzaktan kimse inmez
Belki hiç kimse yoktur beklediğimiz içinden
Olsun içi boş da olsa var oldukça trenler
Umut var demektir tükenmeyen.

Hüseyin Güzel/ 29.04.2013

26 Nisan 2013 Cuma

ZULÜM SUÇSUZ VE SAVUNMASIZ İNSANLARI VURUYOR !


İnsan düşünmeden edemiyor. Olan bitenlere kayıtsız kalamıyor. Yoğun düşünceler içinde bir iki saatte olsa belki uyurum diye gözlerimi kapamam işe yaramadı. Uykusuz ve yorgundum. Havasız ve sıcak kalan salonun pencerelerini açtım. İçeri dolan serin havayı ciğerlerime çektim. Eşim ve çocuklar derin uykudaydılar. Hele oğlumun dudaklarını sündüre sündüre uyumasını seyretmek bir ara beni rahatlattı. Gözlerim nemlendi baktıkça.
Geçmişin bıraktığı üzücü acı etkiyi vücudumun tüm hücrelerinde hissetmiştim. O acı ki bir humma ateşi gibi vücudumu sarıp sarmalamış, sıkıca tutunduğu yerde kıpırdamaz olmuştu. Recep ve ailesinin ve diğerlerinin duyumsadığı yıkıcı ateş daha etkili olmalıydı. Yanına gittiğimde ananın yüzü öfkeyle gerilmişti. Göz pınarlarında her an dökülmeye hazır yaşlar birikmişti. Şaşkınlık ve kızgınlıkla etrafa bakışları korkutucuydu.
Yaşadıkları çaresizliği, öfkeyi ve şaşkınlığı birileriyle paylaşmak, belki de biraz ferahlamak istiyorlardı ama yaşanan onca acı unutulacak gibi değildi, hele de çok sevdikleri oğullarını bir daha göremeyecek oldukları için.
Yeryüzünün değişik coğrafyalarında yaşanan benzeri acıları da hatırlatıyor yaşananlar. Benzerliği pek olmasa da geçmişle gelecek arasında sıkışıp kalan hayatları da sorgulamak durumunda kalıyor insan. Diğerlerinin varlığından çoğu kez bir kamyon kasasında, konteynerlerin içinde üst üste; karlı, buzlu dağ yollarında donma riskiyle, savaşlardan, zulümden, ayrımcılıktan, canına kast edenlerden kaçarken yaptıkları ölümcül yolculuğun hayatlarını karartmasında; ya da denizin ortasında batan bir teknede yaşamlarını kaybettiklerinde veya kentlerin kenar mahallelerinde, onbeş- yirmi kişi bir arada paylaştıkları odada çıkan yangında öldüklerinde haberimiz oluyor.
Zulüm suçsuz ve savunmasız insanları vuruyor. Geride kalanları amansız acılarla baş başa bırakarak yapıyor bunu. Zulümden kaçan bir sığınmacının hayatını kaybetmesiyle, bir gözü dönmüş cahilin silahından çıkan kurşunla hayatını kaybedenlerin hiç farkı yok. İkisi de yaşama, yaşamın kutsallığına kast edenlerin ortaya çıkardığı bir sonuç. İkisi de insan haklarına vurulan bir darbe.
Düşüncelerin ağırlığı altında geçen dakikalarda susamıştım, içim yanıyordu, yüreğim fena halde çarpıyordu. Bunca yıllık yaşamımda kendini bilmez biri yüzünden bu duyguları yaşayacağım hiç aklıma gelmezdi. Açık pencerenin yanına giderek serin havadan derin bir nefes daha almak için ayağa kalktım. Biliyordum ki her ölüm erken ölümdü. Fidan gibi delikanlı kara toprağa girmişti. Hiçbir şey olmamış gibi davranmak olanaksızdı. İnsan tanıdığı birini kaybederse, akrabası dahi olmasa etkileniyordu. Benzer olayın kendi başımıza geleceğini düşünmek ise yıkıcıydı. Bu bağlamda anaya ve ailesine, Recep’e zor günlerinde destek vermek aklı başında herkesin görevi olmalıydı. 

24 Nisan 2013 Çarşamba

HEP BİLDİĞİN GİBİ...


Gecenin karanlığında hızlı ama sessiz adımlarla eve doğru yürürken bir yandan da düşünüyordum. Her daim peşinden koştuğum şeyler bildiklerimizden daha değişik, daha iyi olanlardı. Bu modernlikti, uygarlıktı, insanlıktı, insan haklarıydı, aydınlanmaydı. Uygarlığı, uygarlığın nimetlerini, insan hak ve hukukunu topluma öğretmek de sorunsuz yaşamanın ön koşuluydu.
Eğitim çağdaşlaşmanın vazgeçilmeziydi. Eğitim sayesinde toplum aydınlanabilirdi. Çocuklarımıza ve gençlerimize doğruyu, güzeli, iyiyi, insan haklarını eğitimle öğretebilirdik. Bu sayede tüm acıları bir nebze de olsa dindirebilir, dertlere derman olabilir, en büyük ışığımız ve en güçlü desteğimiz olan insan ve doğa sevgisini öğretebilirdik.
Günümüz gerçeği ise kırsaldaki nüfusun, iş olanaklarının yoğun olduğu kentlere göç ettiğidir. Bozkırın bir tek ağaç gölgesine hasret topraklarında da, uçurumun kenarındaki taş binaların yer aldığı, çam ormanlarıyla çevrili derin vadilerde de, balıkçılıkla yaşam nehrine kulaç atanlarda da, dağ yamaçlarında özgürlüğü yüreğinde duyumsayanlarda da pek çok insan artık köylerden, kasabalardan gitmek istiyor. Köye sığmıyor. Daha fazlasını istediği için, artan nüfusla birlikte topraklar bölündüğü için kentlere taşınıyor, yıllarca yaşadığı topraklardan ve doğasından kopuyor. Kalanlarsa sorunsuz bir yaşamı tercih etmekte zorlanıyorlar.
Doğanın, işlenebilecek toprağın yok edilmesi sonrasında çaresiz kalan insanların göç olgusuna sarılmasının yanı sıra meraların da tahrip edilmesi insanın geleceğini kendi eliyle yok etmesi anlamına geliyor. Bu durum anlaşmazlıkları da beraberinde getiriyor. Doğayı koruma çalışmaları yapanların sayısı ne yazık ki doğaya zarar verenlerden çok daha az.
Anadolu insanı yok olanın sadece doğa değil, aynı zamanda kökleri olduğunun da ayırdın da olmalı. Aksi halde bu yıkıcılık, yok edicilik, iki ucu keskin bıçak gibi kendisine de zarar vermeye başlar.
Eve geldiğimde eşim ve çocuklarım çoktan uyumuşlardı. Salonun lambasını yaktım usulca. Derin bir uykunun huzuru vardı yüzlerinde. Ses etmeden parmak uçlarıma basarak hareket ettim. Onlara baktıkça düşündüm; kaç bin parçaya bölünmüşüm, kaç bin kez gerilmiş, ayrıştırılmış hücrelerim, bilmiyorum. Çektiğim sıkıntıları, yaşadığım acıları onlarda duyumsuyordu ister istemez. İnsan olmak; çevresine duyarlı olmayı gerektirir. Çevrenin coşkusuna da kaygısına da ortak olur insan.
O akşam kahvede konuşulanları bir kez daha düşündüm. Uyku tutmadı bir türlü. Oysaki yarın dinç olmam, dinlenmiş olarak okula gitmem gerekiyordu. Ama nerede. Yüreğimde atamadığım bir sıkıntı, beynimde uzaklaştıramadığım düşünceler beni rahat bırakmadı saatlerce. Ne gece dinlendi, ne de beni dinlendirdi. Uykusuz ve yorgun, fitili tükenen lamba gibi sabahı ettim. 

23 Nisan 2013 Salı

BİR YANDAN YAZGIMIZDI YAŞADIKLARIMIZ DİYE DÜŞÜNÜRÜZ...



Çaylar geldi. Gerçekten kahveci Muzaffer’in çayına doyum olmuyordu. Sıklıkla takılırdım:
- “Muzaffer kardeş; senin çayının damak tadını, evlerde demlediklerimizde bulamıyoruz. Nedeni ne ola ki?”
Muzaffer bıyık altından kıs kıs gülerdi:
- “Söyleyeyim de ekmeğimden mi olayım hocam! Daha da kahveye gelmezsiniz. Alırsınız bir okey takımı, evlerde toplanıp başlarsınız okey oynamaya.”
Mehmet amca suskunluğunu bozdu. Kasketini eliyle hafifçe düzeltti. Gözleri uzaklara takılmışçasına dalgındı. Acı bir yaşamı sırtlamış olan omuzlarını dikleştirdi. Yüzü gergindi. Yavaş yavaş konuşmaya başladı:
- “Geçim derdi bir yana, kaçınılmaz gidişin tozu dumanı içerisinde, yüreğimizde geçmişin anıları, ardı ardına gelen olaylar çöreklenir. Acı ve sevinçlerin bir yerlerinde ya kaybettiklerimizi, ya da geçmişin sorunsuz yaşamını özleriz. Fırtınaya, bulutlara, yüce dağlara bakıp iç çekeriz. Bir yandan yazgımızdı yaşadıklarımız bir yandan da baş belasıydı diye düşünürüz. Sabırsızlıkların, küçük hesapların, zorlanmamışlıkların, sınırlanmamışlıkların peşine düşeriz. Sesimize ses verecek, gücümüze güç katacak olanı bekleriz. Ne insanlıktır aradığımız ne de hoşgörü, yardımlaşma. Aradığımız bencilliktir artık, kendimizden sakladığımız, söylemek istemediğimiz.”
Recep Mehmet amcanın sözünü kesti:
- “Akılcı olmak, doğanın da insanlığında değerini bilmek lazım. Ağaçların, çiçeklerin, ırmakların, kuşların, toprağın öğreticiliğini rehber edinmemiz lazım.
Dostluğun başlangıcı bilmekle başlar. Bilmek görmek; görmek ise benimsemek olmalıdır. Kötülüklerin anası kıskançlıktır. Çocukluktan başlayan kıskançlık sinsice büyür. Toplum bazen bunu tetikler. Kardeşler arasında bile kıskançlık vardır. Zararsız ama düşmanca duyguların beslenmesi söz konusudur. Toplumun benimsediğini, önemsediğini diğeri kıskanır. Bu diğerinin sahip olduğu hasletlere sahip olamamanın acizliğidir ve tehlikeli olabilir zamanla. Kardeşimin hayata gözlerini yummasının altında bu gerçek yatmaktadır. Yani kıskançlık.
Düşünceler yetersizse, cehalet duyguları köreltmişse, acımasızlık yürekleri ve vicdanları karartmışsa yapacak şey yoktur. Kararsız olmayalım, kıskanç olmayalım, doğruyu söylemekten kaçınmayalım, mert olalım, insan olalım; bu ve benzeri hasletlerin sonunda kaybeden biz olmayız; toplum kaybetmez bu durumda. Cehalet sendromunu yanımıza yaklaştırmamakla, kendimizi cehalete esir etmekten kurtarmış oluruz.”
Recep’in duyguları karmakarışıktı. Masanın başında kederi tutuşturan düşüncelerle boğuşarak oturmaya çalıştı. Son zamanlarda ailece yaşadıklarını hatırladıkça kalbi duracak gibi atışlarını sürdürüyordu. Öfkesini yenebilmek için kendisini işine veriyor, bir şeylerle meşgul olmaya çalışıyordu. Eşi Fadime en büyük yardımcısı, teselli edicisi olmuştu. Kardeşinin ölümü hem aileyi hem de kendisini çok sarsmış, deyim yerindeyse dizlerinde derman kalmamıştı. Anasının günler, aylar süren feryatlarına artık dayanacak gücü yoktu. Babası tevekkülle günlük işlerin peşindeydi. Burhan’ın yaptığı işler de babasına kalmıştı.
- “Geç oldu Mehmet amca. Her daim bilge kişiliğinden, konuşmalarından, yol yordam göstermenden faydalanılması gerektiğine inanıyorum. Umarım kasabanın güngörmüş yaşlıları topluma örnek olacak düşüncelerle var olurlar. Şahsi çıkarlarının derdine düşmezler. Şu unutulmamalıdır ki; bu dünyanın kederlerine isyan kolay, dayanmak zordur.”
- “Haklısın Recep oğlum. Söylediklerine katılıyorum. Umarım doğrunun yanı sıra insanlık galip gelir. Toplum kardeşçe bir arada yaşamaya devam eder. Saat epey geç olmuş. Yarına iş güç var bizleri bekleyen. Hocamı da okul bekliyor. Çok sağ olun arkadaşlar herkese iyi akşamlar” deyip oturduğu sandalyeden yavaşça kalktı. Etraftakilerde birer ikişer evlerine dağılmaya başladılar.

20 Nisan 2013 Cumartesi

GECENİN SESSİZLİĞİNDE...



Topal Musa söze karıştı:
-“Neden bu öfke? Eskiden böyle değildi de neden şimdi herkes bir birine küstahça bakar?”
Gerçekten yerinde bir soruydu bu. Bu sorunun cevabı herkese göre farklıydı. Çünkü herkes benzer konuda farklı düşünebiliyordu ki istenmeyen olaylar oluyordu. Orada bulunanlar Topal Musa’nın sorusu karşısında bir an şaşırdılar. Ne diyeceklerini ilk çırpıda bulamadılar. Bir suskunluk etrafı kapladı. Yere atsan iğnenin sesi duyulabilirdi. İçlerinden Topal Musa’yı haklı buluyorlardı da ne cevap vereceklerini bilemiyorlardı.
Topal Musa Uzun boylu, zayıf bir adamdı. Ablak yüzlü, küt burunluydu. Gözleri kahverengiydi. Kalın siyah kaşları gözlerini kapatıyordu. Konuşurken gözlerini uzun süre kapalı tutardı. Bu yüzden gözlerinin ışıktan ürken bir hali vardı. Alnı genişti. Yamalı yıpranmış bir pantolon giymişti. Gömleği ütüsüz ve kolları eğreti bir şekilde kıvrılmıştı. Yoksul olduğu her halinden belliydi. Lakin gözlerindeki ışık onurlu bir duruş sergilediğini düşündürüyordu.
Zamanın yıkıcı etkisinden kasabalı da nasibini almıştı. Topal Musa’nın sorusu zamanda gizliydi. Zaman sessiz bir şekilde insan hücrelerini doğruyu düşünmekten uzaklaştırmıştı.
Gözler bana çevrilmişti. Bir şeyler söylememi bekliyorlardı. Hafifçe doğruldum:
- “Bakın arkadaşlar; doğanın kendi yasaları, kendi tarihi, kendi arzuları vardır. Doğanın görevleri vardır. Zaman doğayla uyumu yıpratmamalıdır. Doğayla iç içe yaşayan, doğanın varlığıyla yaşam bulan insan da doğadan kopmamalıdır. Doğadan kopunca, doğadan faydalanamayınca insanlar birbirine hasım olurlar. Çünkü doğaya yeterince özen göstermeyen, zaman içerisinde elde ettiklerini kaybedecektir. Bu da diğerinin faydalandığı yere el koymayı getirecektir. İşte sorunun kaynağı budur.”
Esat abi:
-  “Hocam konuyu sadece bu bağlamda düşünmek yeterli midir?”
- “Elbette değildir”
- “İşlenebilen toprakların aileler arasında parçalanması, dolayısıyla elde edilen gelirin azalması da etkendir bence.”
- “Haklısın Esat abi. Hatta meraların sökülüp tarla yapılması. Hayvan otlatılacak alanların azalması nedeniyle çıkan anlaşmazlıklar. Suyun kullanımında yaşanan anlaşmazlıklar. Anladığım kadarıyla Gediz depremi öncesinde kasabanın doğusunda akan dere deprem sonrasında kurumuş. Bugün o derede bir damla su yok. Dere kenarında kurulmuş olan değirmen çoktan kaderine terk edilmiş durumda. Tüm bunlar kırsalda yaşanan anlaşmazlıkların kaynağıdır.”
- “Su deyince hocam, kasabada kullanabileceğimiz su da yetersiz.”
- “ Biliyorum. Okulun bahçesinde yeni diktiğimiz akasya ve çam ağaçlarının sulanması için açılan sondaj kuyusunda 75.  Metreden su çıkarıldı. Bu demektir ki yer altı suyuna ulaşmak bile çok kolay değil. Yörede yer altı suyu da derinde. Dolayısıyla geçen yıllarda yaşanan su kavgaları hala zaman zaman sulama dönemlerinde yaşanıyor. İnsanlar bencildir. Komşu hakkı gözetmeden, önce benim işim görülsün düşüncesindedir. Bu durum da çatışmaları beraberinde getirmektedir. Yani anlaşmazlıkların odağında ekonomik durum başı çekmektedir.”
Mehmet amca haklısınız dercesine başını salladı. Etraftakiler suskundu. Her birinin yaşadığı benzer sorunlar vardı çünkü.  Kahveci Muzaffer:
- “Hocam yeni çay demledim” dedi.
- “Getir o zaman masada bulunanlar çayı hak ettiler “dedim gülerek.

18 Nisan 2013 Perşembe

HOCAM VAR YA!


Çağdaş düşünceyi benimsemiş olan Mehmet amca hem söylemleri hem de davranışlarıyla çevresine örnek olan bir insandı. Yılların yıpratıcı etkisi yüzünde ve ellerinde derin çizgiler oluştursa de, düşüncelerinde yıpratıcı bir etki yaratmamış; aksine her geçen gün daha da olgunlaşmış; hayatın ve yaşamın önemini; yaşatmanın önemini; sevgi ve saygının önemini daha derinden anlamasına neden olmuştu.
Kardeşi Budakların Hasan’ın kahpe kurşunuyla öldürülen Burhan her daim Mehmet amcanın yakınında bulunmuş; o’nun verdiği öğütlerle ufkunu insanlığa dair düşüncelerini olgunlaştırmıştı.
Anasının geçen zamana rağmen yıllarca feryatlarının devam etmesi Recep’in yüreğini kanatan bir yara olmaya devam etmişti. Lakin ne yapsa ne etse giden kardeşini geri getiremeyeceğinin bilincindeydi.  
Boş zamanlarında kahvede bir araya gelir, hem okey oynar hem de sohbet eder çay içerlerdi. Kahveye gittiklerinde beni de çağırmayı unutmazlardı. Mehmet amca “hocam olmazsa oyunun da sohbetin de tadı olmuyor” der şakalaşırdı.
Yaz akşamlarında, yeşilliğin her tonunun görüldüğü kasabada akşamüzerleri, güneşin alacakaranlığa ışıklarını teslim ettiği zamanlarda kahvenin önündeki çınar ağacının kollarıyla gökyüzünde perde oluşturduğu geniş alanda yer alan masalarda oturulurdu genelde. Çınar ağacının ve akasya ağaçlarının taçları altında duran havanın dinginliği insanı rahatlatırdı.
Böylesi bir günde güneş ışınları, ağaç dalları üzerinde, gündüzün korlaşmışlığını serinliğe bırakmıştı. Sık dal aralıklarında süzülüp, taze çınar yapraklarıyla serinlemiş ışık demeti altında masalarda oturacak yer kalmamıştı.
Karanlığı aydınlatan fersiz lambaların ışığı altında kahveci Muzaffer’in tavşankanı çayları eşliğinde masanın etrafında toplananlar arasında Altay da vardı. Birkaç kasabalı da konuşmaları dinliyorlardı.
Mehmet amca içlerinde tek yabancı olan bana dönerek anlatmaya başlamıştı. “Hocam diye başlardı” genelde gülerek. “Eskiden bu kasaba, bu dağlar sürüyle koyuna, kuzuya ev sahipliği yapardı. Ufak tefek anlaşmazlıklar dışında kimse kimsenin işine karışmazdı. Herkes işinde gücündeydi. İmece usulü yardımlaşma çoktu. Tarlası olmayanlar ırgatlık yapar, ya da mevsimlik işçi olarak çapaya giderdi. Nereye gitsek hürmet görürdük. İnsan yerine konurduk. Şimdilerde öyle mi ya. Kaç senedir buradasın. İnsanlar birbirlerinden korkar oldu. Eskiden işi yarım kalana yardım eden bu insanlar devir değiştikçe bozuldular. Büyük küçük dinlemez oldular. Zengin fakir ayrımı iyice belirginleşti. Tarlası olmayana yaşam hakkı tanınmaz oldu. Varlıklı insanlar yoksulun yardımına koşmaz oldu. Dolayısıyla ne saygı kaldı ne de yardımlaşma. Bizde de artık takat kalmadı. Sözümüzü dinleyen yok eskisi gibi.”
Etrafta bulunanlardan Esat abi:
“Mehmet amca doğru söylüyor” diye destek verdi.
Çoban Ali elindeki çay bardağında bir yudum alarak söze karıştı:
“Doğru ya” dedi gözlerini kısarak “eskiden bu kadar hasmı olan var mıydı? Şimdi bu kasabada hasmı olmayan bir tek adam gösterebilir misiniz?”
“Var” dedi gülerek kahveci Muzaffer.
“Kim?”
“Hocam var ya” dedi.
Bu söz bile gerçeği tüm çıplaklığıyla açığa vuruyordu. Aslında herkes hemfikirdi bu konuda. Lakin hasımsız olan da yoktu.
Bir diğeri Recep’e dönerek:
“Bu kasaba dal gibi yiğit evlatlarını bir hiç uğruna kara toprağa veriyor.”
Recep başını öne eğdi. Tek kelime etmedi. Bu durumlarda edeceği her laf amacından saptırılıp kullanılabilirdi.
Mehmet amca kardeş” diye söze başladı. “İşte bizimde söylemek istediğimiz bu ya. Kimse kimseyi çekemez oldu. Yok yere sorunlar yaratıldı. Bir tek kuzu için insanlar öldürüldü. Bunların gereği var mıydı? Yoktu. İnsanlar bir anlık öfkelerine yenik düşmeseler bunlar olmayacaktı. Biz bunu anlatmaya çalışıyoruz.”

14 Nisan 2013 Pazar

EMPERYALİZMİN AMACINI İYİ ALGILAMAK LAZIM.



Halkları birbirine düşüren emperyalizm ve şakşakçıları boş durmuyor. Ulus devletleri yıkmanın gayretindeler. Çünkü ulus devlet emperyalizme karşı koymayı hedef alan bir akımdır. Bu konuda Vural Savaş “Kim bu hainler” adlı eserinde şunları yazıyor. “…Ulusçuluk akımının ilk amacı sömürge durumuna düşen ya da sömürülen toplumları bağımsızlığa yöneltmek, ülkelerin bağımsızlığını sağlamaktır…”
Bu gerçeği çok iyi bilen emperyalist zihniyet ulus devletleri yıkmanın koşullarını hazırlamak için sinsice planları hazırlamakta, ideologları vasıtasıyla bunu yapmanın yollarını aramaktalar.
Vural Savaş adı geçen eserinde bakınız ne yazıyor (sf.175) : “1991 yılının Haziran ayında, Almanya’nın Baden Baden bölgesindeki ‘’Kara Ormanlar’’da bir avuç etkili ve zengin insan bir araya gelerek önümüzdeki yüzyılın, hatta belki de daha ötesinin büyük stratejisini belirlemeye çalıştı. Aralarında devlet başkanlarından, önemli hanedanlıkların mensuplarına varıncaya kadar çok önemli simaları barındıran ve kendilerini ‘’Bilderbergci’’ olarak adlandıran bu kişilerin hepsi özel davetiye ile toplantıya çağrılmıştı. Halkın bu toplantının ayrıntılarından hiçbir zaman haberi olmadı.
Trilateral Komisyon’un da kurucusu olan David Rockefeller, Baden Baden’deki toplantının açılış konuşmasını yaptı. Rockefeller konuşmasına şöyle başlamıştı:
“Washington Post, The New York Times gazetelerinin ve Times dergisinin yöneticilerine, toplantımıza katıldıkları ve aynı zamanda 40 yıldır, gizlilik kurallarına riayet ettikleri için minnettarız… Eğer geçen zaman dilimi içerisinde kamuoyunun dikkatine maruz kalsaydık, dünya için tasarladığımız planları gerçekleştirmemiz mümkün olmayacaktı” (Texe Marrs, Uluslararası güç odakları. S.103).
Ahtapotun kollarını görüyor musunuz? Ulus devletlerin kurumlarını sarıp sarmalayarak, ulusal duyarlıkları felce uğratan, ahtapotun kollarına karşı koymak, yapmak istediklerinin bilinciyle hareket etmek gerekir.
Dünyada, her devletin vatandaşı, devletin adını teşkil eden ad ve kimlikle anılır. Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı da Türktür. O nedenle kendi kimliğimize sahip çıkmak durumundayız. Bu düşüncemin haklı olduğunu Trilateral Komisyonu’nun dünya için tasarladığı planlarında söylenenler desteklemektedir.
Bakınız söz konusu planı, bir başka konuşmasında David Rockefeller nasıl açıklıyor.
Bu açıklamayı yine V.Savaş’ın ilgili eserinin 175.s.dan aynen aktaralım: “Dünyada bin devlet oluşturduğumuzda dünya daha mükemmel ve daha istikrarlı olacaktır. Halkların kendilerini yönetme hakları, artık dünya bankerleri ve entelektüelleri olan elitin otoritesi altına girecektir. Yüzyılımızda izleyeceğimiz stratejimiz budur.”
ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Robert Strawsz Hupe de şunları söylüyor:
“Amerika’nın misyonu milli devletleri gömmek, halklarını daha küçük birimlere bölerek yaşatmaktır. Gelecek Amerika’nındır. Yeni Dünya Düzeni, Amerikan İmparatorluğu ve tüm insanlığın rakip olmadığı evrensel düzenin adıdır.” (Erol Bilbilik, CFR Dış İlişkiler Konseyi, Umay Yayınları).
Bu açıklamalar emperyalistler ve küresel sermayenin aktörleri bankerler ve entelektüellerin dünya düzenini kendi amaçları doğrultusunda tekrar dizayn etme, ulusları bölüp parçalama, küçük gruplara ayırma ve dolayısıyla küçülmüş olan lokmaları daha kolay yutma ve yönetme amacında olduklarını göstermektedir.
Bu amaçlarını uygulayabilmek için küresel temelde yandaş edinme, halkları birbirine düşürme ve benzeri planlarla hedeflerine ulaşmanın peşindedirler.
Dün Yugoslavya’yı parçaladılar, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği 1990’lı yıllarda 15 devlete ayrıldı. Ayrılan bu devletler çeşitli sorunlarla boğuşmaktalar hala. Afganistan’ın içinde bulunduğu kargaşa ortamı dünya kamuoyunun gözü önünde olmakta. Her gün suçsuz insanlar kurşunlara hedef olmakta, yaşamını yitirmekte.
Tunus ile başlayan Arap Baharı adı altında Libya ve Mısır’da yaşananları herkes görmekte, bilmektedir. Suriye’de yaşanan iç çatışmalar da Küresel sermayenin ve emperyalist devletlerin rolünü inkâr etmek olanaksızdır. Irak topraklarında milyonlarca insanın Irak’ın işgali sırasında ve sonrasında yaşanan karmaşa nedeniyle yaşamını yitirmesi hafızalarda tazeliğini korumaktadır. Yemen’de iç çatışmalar, Sudan’da iç çatışmalar, Pakistan ve Myanmar’da yaşananları görmemek saflık olur.
Bu nedenle ulus devlet emperyalizme karşı koymanın çimentosudur.





11 Nisan 2013 Perşembe

GERİDE YIKIK DÖKÜK BİR ÜLKE BIRAKTILAR


Metropollere girişte ya da nüfusunun kalabalık olduğu yerleşim birimlerine girişte ilk göze çarpan kentin yoksulluğudur genelde. Gecekondular, derme çatma eğreti binalar, sokaklarında yalınayak koşuşturan çocuklar, küçük bakkal dükkânları, seyyar satıcılar. Demem o ki genelde kentler yoksulluklarıyla karşılar konuklarını.
Şehrin içine girdikçe yoksul görüntülerin, yerini zengin görüntülere bırakacağı düşünülür genelde. Bu varsayım doğrudur da.
Çoğu ülkelerde benzeri durumla karşılaşmak söz konusudur. Örneğin Ankara’mız Esenboğa yolu kentsel dönüşüm öncesi eğreti gecekondu binaları ile konuklarını karşılardı. Mamak tarafına yani şehrin doğu yakasına gidildiğinde on binlerce gecekondunun varlığı ile karşılaşılır. Köylerini terk eden, bir umutla kente gelenler çareyi gecekondu yapımında bulmuşlardır.
Bu ayki Atlas Dergisi’nde yayınlanan Mehmet Yaşin’in yazdığı “Şelale Yolunda” makalesini okuyunca; yazıya konu olan Zambiya’nın Livingstone kentinde yaşanan yoksulluğun kara Afrika’sında var olan yaşam şartlarının ne denli zorlu olduğunu göstermesi bakımından ilginç bir örnektir. Şehrin zenginlerinin yaşadığı yerler yok mudur elbette vardır. Ancak ülkenin en büyük, en eski, uzun yıllar başkent olmuş kentinde yoksulluk diz boyu.
Zambiya Afrika’nın güney bölümünde yer alan bir ülkedir. Uzun yıllar İngiltere’nin sömürgesi konumunda kalan ülke 1964 yılında bağımsızlığını kazanmıştır. Bağımsızlığını kazanması sonrasında ülke uzun yıllar yaşanan siyasi kaosa sahne olmuştur. Ünlü Victoria Şelalesinin üzerinde yer aldığı Zambezi nehri ülkeye adını vermiştir.
Bakınız Mehmet Yaşin Zambiya hakkında neler diyor. Kısaca bir göz atalım.
“Buraya adını veren İngiliz misyoner doktor David Livingstone, öylesine uzun ve heyecan veren bir öykünün kahramanı ki, hepsini bu sayfada anlatmak olanaksız. Kısaca anlatırsam; Livingstone, Orta Afrika’yı doğudan batıya geçen ilk beyaz adam. Amacı, bu kara kıtanın madenlerini bulmak, onları ülkesine taşımak ve tabii ki halkı Hıristiyanlaştırmaktı. Düşlerin hepsi gerçek oldu.; bakır ve pırlanta madenleri son noktasına kadar sömürüldü, halk onların dinine inandırıldı. Geride yıkık dökük bir ülke, yarım yamalak bir lisan ve yoksul bir halk bırakıp Zambiya’yı terk ettiler.”

Dikkatimi çeken “Geride yıkık dökük bir ülke, yarım yamalak bir lisan ve yoksul bir halk bırakıp Zambiya’yı terk ettiler” cümlesidir. Bu cümle emperyalist sömürgeci ülkelerin kendi ülkelerinin ekonomik ve kültürel çıkarı için yoksul ülke kaynaklarını ne denli acımasızca yağmaladığının kanıtıdır. İliğine kadar sömürdüğü ülkede işe yarar kaynak kalmadığın da, o ülkeyi terk etmekte ve halkı kaderleriyle baş başa bırakmakta, bir daha da geriye dönüp bakma gereğini duymamaktadır.
Bugün “Arap Baharı” söylemi ile Afrika’nın kuzeyinde yer alan Tunus, Mısır, Libya da; Yemen ve Suriye’de: dün Irak’ta ve halen Afganistan’da yaptıkları ve yapmaya çalıştıkları şey Zambiya’dan farklı değildir.
Bir yandan halkları birbirine düşürmek için sinsice plan ve tuzakların içindeler, bir yandan da sorun yarattıkları ülkelere silah satmakta, kendi silah şirketlerinin palazlanmasını sağlamaktalar. Diğer yandan da yoksul ya da gelişmekte olan, kendi ayakları üzerinde durmanın savaşını veren ülkelerin yer altı ve yer üstü kaynaklarına el koymakta, enerji koridorlarını denetimleri altına almakta ya da çok uluslu şirketlerce işletilmesini sağlamaktalar.
Dün Zambiya’da yapılanların bilincinde olan ülkelerin emperyalist girişimlere karşı çıkmaları kan ve barutla yok edilmeye çalışılmaktadır.
Emperyalizm ve onun çarklarını döndüren kapitalizm yoksulu değil varsılı korumaktadır.

9 Nisan 2013 Salı

PARKTA BİR ÖĞLE VAKTİ



Haziran güneşinin kavurucu sıcağında terlemişti.
Gürültüden uzak soluklanacağı gölgelik bir yer olmalıydı.
Etrafı ürkek bakışlarla kolaçan etti.
Çocuk seslerinin geldiği yere yöneldi.
Duyguları onu yanıltmamıştı.
Parktaki ağaç gölgesine sığınmış çocukların neşeli koşuşturmaları ile karşılaştı.
Banklara oturmuş sohbet eden yaşlılar belli ki parkın müdavimlerindendi.
Serçeler kanat çırpışları ile çocukların oyununa eşlik ediyordu.
Boş sıralardan birine ilişti.
Az ileride ki yaşlılar koyu bir sohbete dalmış olacaklar ki selam verdiğini fark etmediler.
Heyecanla birbirlerine bir şeyler anlatıyorlardı.
Üç kişiydiler.
Sırtında rengi solmuş bir gömlek, ayaklarında ütüsüz pantolon ve boyası çoktan kaybolmuş ayakkabıları ile sakalı kırlaşmış yetmişli yaşlarında olan adam gömleği koltuk altlarında sıkıyormuş gibi, durmadan kımıldıyor, ellerini durmadan kımıldatıyor, tuhaf bir şekilde çevresini kolaçan ediyordu.
Diğeri zayıf, uzun boyluydu.
Başında rengi solmuş bir kasketi vardı.
Avurtları çökük, gözleri kahverengi küstah ve sabit bakışlıydı.
Sırtında düğmelerinin bir kısmı açılmış yazlık bir gömlek vardı.
Üçüncü adam ise isteksiz bir tavırla konuşuyordu.
Etrafına öfkeli öfkeli bakıyor, sıkılgan bir tavırla yerinde duramıyor sürekli kımıldıyordu.
Huzursuz olduğu her halinden belliydi.
Giyimi sadeydi.
Zayıf ve orta boyluydu.
Saçları kırlaşmış ve dağınıktı.
Diğer ikisinin konuşmalarını öylesine dinliyordu.
Arada bir kendisi de konuşuyor ya da konuşulanları başı ile evet anlamında onaylıyordu. 
İlk bakışta iyi yürekli bir adamcağız kanaati oluşturuyordu.
Etraflarına ilgisizdiler.
Kendi aralarında hararetli bir sohbete dalmışlardı.
Zaman zaman birbirlerine el kol hareketleri ile bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı.
Çocukların gürültülü oyunlarına dalmışken aniden yaşlılardan biri oturduğu yerden hışımla kalktı.
Pet şişedeki suyu diğerinin başından aşağı kızgınlıkla boşaltıverdi.
Diğeri yerinden kalkmak için çabaladı.
Banka tutunarak güçlükle ayağa kalktı.
Konuşma zorluğu da çektiği derdini anlatamamasından belliydi.
Diğerinin müdahalesi ile sakinleşen taraflar tekrar yerlerine oturdu.
Derin bir sessizlik çökmüştü.
Çocuklar uzaklaşmışlar, serçeler de uzağa konmuşlardı.
Olan biteni sessizce oturduğu yerden izledi.
Bütün duyguları felce uğramıştı.
İnsanlara olan itimadı onarılmaz derecede yara almaktaydı.
Öğle olmuştu.
Yukarıda ise güneş gökyüzünü baştan başa örten beyaz bulutların arasında olanca kızgınlığı ile ortalığı kavurmaya devam ediyordu.
Her şey susmuştu.
Yalnızca uzaklarda çığırtkan bir kuşun tiz ve ağlamaklı sesi çınlayıp duruyordu.
Başkalarının acılarına yabancıyız diye düşündü.
Çünkü hepimiz kendimizle, kendi yaşamımızla ilgiliyiz.
Çünkü korkağız.
Başkalarını anlamaktan korkuyoruz.
Bu korkaklık bizleri kör etti.
Etrafımızda olan biteni görmüyoruz.
Farkında bile değiliz.
Duygularımızın, hislerimizin üzerinde bu denli değişimin olması şaşırtıcı.
Bu denli korkakça, vicdansızca, hastalıklı duygunun varlığı ürkütücü.
Sohbetlerinin bir yerinde anlaşamayıp birbirini üzen bu yaşlı insanların anlaşamadıkları ne olabilirdi?
Belki de tanışmaları soluk almak için kendilerini attıkları bu parkta olmuştu.
Sokakların ve caddelerin gürültüsünden uzak huzurlu bir zaman geçirmek değil miydi tek istekleri?
O halde neden birbirlerini kırma noktasına gelmişlerdi?
Üçünün de giyimlerine, tavırlarına, yüzlerindeki derin çizgilere bakıldığında yoksul oldukları belli oluyordu.
Feleğin sillesini çoktan yemişlerdi.
İsyankar olmaları çaresizliklerinin bir sonucu muydu? 
Yaşamın zorlukları vicdanlarını yok saymalarına mı neden olmuştu?
İç dünyalarında kopan fırtınaların sebebi birinden diğerine farklılık gösterse de hisleri ve duyguları üzerinde küçümsenmeyecek değişimlerin varlığı ortak noktalarını oluşturuyordu.
Biz başkalarının acılarına ve duygularına yabancı mıyız?
Kabullenemediğimiz şey nedir?

6 Nisan 2013 Cumartesi

KAR TANELERİ



Kar taneleri düşüyor tek tek
Şehirlerin varoşlarına
Sokaklar diz boyu kar,
Gelinliğini mi kuşanıyor dağlar, ağaçlar, tekmil canlı
Kim bilir.
Gün doğuyor uzak tepelerden,
Alacakaranlık kayboluyor yavaş yavaş
Buz gibi havada güneşi kucaklıyoruz sonrasında
Sabahın ilk ışıkları ile insanlar yollarda
Gidecekleri yere gitmenin telaşında
Motor homurtularıdır çınlayan, kulaklarda
Çocuklar kan uykularında,
Fırınlarda sıcak ekmek kokusu,
Serçeler ve kumrular kanat çırpıyor bir tek yiyecek için
Konup konup kalkıyorlar balkonlara
Ne bir parça yiyecek bulabiliyorlar ne korunacakları bir yer ayazda.
Köprü altlarında yaşam süren evsizlerin,
Sobasında bir tek odun bulunmayan yoksulların durumu nedir?
Kar tanelerine mi sorsak acaba?
Kadınlara yapılan şiddet hız kesmeden devam ediyor
Kaburgası kırılan,
Kurşunla vurulan,
Yüzü moraran kadınlar
Kerpiç evlerde,
Gecekondularda,
Apartmanlarda
Dört duvar arasında tutsak kadınlar.
Sabahın alacakaranlığında,
Hep soğuk sokaklar, soğuk binalar,
İlk kez bu denli üşüyorum ben.
Ve uykusuz gözleri. Ağarırken tan
Kurtuluyor Ayşe en sinsi tuzaktan.
Bir adam nefret içinde, yüreği buz
Bir kış rüzgârı gibi acımasız.
Yorgun bir fırtına
Umutları uçursa yarına doğru
Bin yıllık korkuları yok etse yeniden.


H.Güzel / 06.04.2013

2 Nisan 2013 Salı

GELECEK KUŞAKLARA YAZIK ETMEMELİ İNSAN...



Mehmet amca, Altay, Recep, Kahveci Muzaffer, Esat abi, Çoban Mehmet ve daha niceleriyle yaptığım sohbetlerde tanık olduklarım; o sert ve acılı coğrafyada naif ve eğlenceli hikâyelerin belki de yüzyıllar boyunca hiç yaşanmayacak olması duygusuna kapılmama neden oldu ne yazık ki.
Günler boyu; Güneşe ve ayaza aldırmadan, ağır yüklerin altında nefes bile almadan, ölmeden öldürülmüş, yoksulluğa kader demişken bile çatlamış ellerinin sızısıyla, inatla yaşıyorlar. Yaşıyoruz bizler diyor bu insanlar. Bizler varız diyorlar, kimselerin bilmediği, bilmek istemediği.
O yıllarda, orada kaldığım süre içinde, çoğu insanın, çoğu kasabalının yoksullukla mücadele içinde geçen hayatlarının dramlarına, gerçekliğine tanık olmuştum. Yaşamın içinde tökezlemeden yürümek çok zor. Yürüsen dahi diğeri tökezlemen için seni ezmeye, yok etmeye çalışır. Bir hiç uğruna, nedensiz yaşamına son verilen Burhan’ın durumu, tökezletmek isteyen zihniyetin bir yansıması, gerçeğe dönüşmesi değil midir? Yaşanan bu acıya rağmen, Burhan’ın kardeşi Recep ve ailesinin tökezlemeye direnmeleri yaşam nehrinde insanın ne denli direngen ve mücadeleci olduğunun göstergesidir. Bu bağlamda hakkı yenenler, ezilenler, dram yaşayanlar acının sarmalında var olma savaşı gayretindedirler. İnsanın yüreğine ağırlık hissi veren, iç burkan bir durum. O hayatların hepsine, anlatımlar boyunca kısacık da olsa misafir oluyor insan. Yoksul hayatların dramlarıyla dolduruyor yüreğini. Mehmet amcanın çalıştığı iş yerinde yaşanan talihsiz gelişme sonucunda kızı Zeynep’in okulunu bırakıp akrabasıyla evlendirilmesi ve sonrasında yaşadığı sefil hayat huzursuzluk kaynağı olmaya devam ediyordu. Bozkıra ve insanına dair çok şey öğreniyor, bilgileniyor, çok şeye tanık oluyor; lakin o insanların hayatlarında hiçbir şeyi değiştiremiyordum. Dilimin döndüğünce yapılması gerekenleri, doğru bildiklerimi anlatıyor; kader diye dayatılan kirli oyunları, ezberletilmişleri bozmaları gerektiğini, sorunsuzca bir arada yaşamalarının birbirlerini daha iyi anlamalarına bağlı olduğunu söylüyordum.
Burhan’ın, o yiğit delikanlının beş para etmez bir cahilin, bir gözü dönmüş katilin beş para etmez kurşunuyla ölmesi üzerinden günler geçmişti.
Kadın sevgidir, umut ve yüz akıdır yaşamın. Adam ettiği çocuklara, avuttuğu erkeğe öğretir yüreğe yürek olmayı. Lakin Budakların Hasan’a ya anası öğretememiştir ya da kendisi öğrenememiştir yüreğe yürek olmayı, kırlangıcın yaralı kanadına merhem olmayı. Oysa insanın yüreği güneşli olmalı, dalgasız bir deniz yüzü gibi kırışıksız olmalı. Kamburlardan kendisini kurtarmış olmalı.
Ne toplum ne de toplumda yaşam alanı bulmuş insanlar değer yargılarını yitirmemeli, doğru bildiği yolda yürümeli, başkalarının ayağına çelme takmamalı. Hayat anlayışı insan odaklı olmalı. Çünkü hayat kendi kafalarımızda kurduğumuz tozpembe dünyadan çok daha farklı ve zordur. Gelecek kuşaklara yazık etmemeli insan.

1 Nisan 2013 Pazartesi

HİÇ BİR BABA EVLADINA MUHTAÇ YAŞAMAK İSTEMEZ



Öyle dönemler yaşadık ki, insanlar seslenmez oldular birbirlerine. Yaşamın getirdiği bir sonuç muydu bu? Bir çift sevgi sözcüğü yerine suskular, tepkisizlikler paylaşılmaya başlandı.
Kaç parçaya bölündü yüreklerimiz, kaç kez parçalara ayrıldı hücrelerimiz, bilen var mı? Yüreklerimiz katı, ellerimiz buz.
Bencillik yaşam tarzımız olmuş. Niçin hep ben hep ben? Ya diğerleri, ya yaşlılarımız. Dünün peşinde koştuğumuz analarımız babalarımız? Paylaşımlar lafta, sözcüklerde kaldı.
Yanlışları başkalarına yükleyip, başarıları sahiplenmek moda oldu. İnsanların ne kadar bencil oldukları aslında şaşırtıcı değil. Asıl şaşırtıcı olan bencilliğini bile bile bir diğerine bencil denmesi değil midir?
İnsanoğlu kimi zaman acımasız, kimi zaman yufka yüreklidir. Çoğunlukla kendinde olan eksik, gedikleri bir türlü kabul etmez. Her şeyi o bilir. Her doğruyu o yapar. Yanlış yapan başkalarıdır.
Hatta öyle söz eder, öyle gürler ki “ kötü günümde yanımda olmayan; nasılsın dediğinde ‘sana ne’ derim” diyebilecek kadar bencildir. Hiç düşünmez ki kendisi bir başkasının kötü gününde yanında olmuş, elini tutmuş mudur?
Her şeyi başkasında beklemek insanoğlunun bencil olanına has bir tutumdur. Dedik ya kendi eksiğini, hatasını kabul ettiremezsin. Lakin ahkâm kesmeye gelince eline su dökemezsin.
Öyleleri var ki hayatta şahit olduğum. Kendi yaşlı anasını yanına alıp bakar. Yaşlılığında yanında yer alır. Hakkıdır da bunu yapmak, doğrudur da aslında. Lakin yanlış olan anasına yaptığını kaynanasına yapmamasıdır.
Oysa ister kendi anası olsun ister eşinin anası hiç fark etmez. Yaşlı insanlara sahip çıkmak lazım.
Hani bir laf vardır. Derler ki “bir baba altı evladına bakar ama bir evlat o babaya bakmaz”. Bunu söyleten elbette ki gerçeklerdir.
Yaşlı insanların barındırıldığı huzurevleri evlatlarının bakmadığı yaşlılarla doludur. Evladının sahip çıkmadığına bir şekilde devlet sahip çıkmaktadır. Fakat huzurevinde kalan yaşlı biri evladının yanında göreceği sevgiden maalesef yoksundur. Hasret duyduğu sevgiye muhtaçtır. Torunlarının gülücüklerine “dede” ya da “babaanne” büyükanne” sözlerine hasrettir.
Daha dün bizler için çırpınan yaşlı ana ve babalarımız, bugün yaşlanmışlardır. Bizlerinde o günleri yaşayacağımızı unutmamamız gerekir.
Gençliklerindeki güç ve kuvvetlerini kaybetmişlerse, bu onların suçu değildir. Hiçbir baba evladına muhtaç yaşamak istemez. Hiçbir ana evladının eline bakmak istemez.  Lakin yaşam şartları çoğunlukla onları buna zorlamaktadır.
Bu durumda o insanlara öz evlatlarının bakması, onların ihtiyaçlarını karşılaması, yanlarında yer alması, kısacası sahip çıkması gerekir.
Yazar George Thomson anlatıyor: “ Thomson bir akşam, Atlas Okyanusu’na bakan bir tepe üzerindeki bir köyde dolaşırken, köyün kuyusunun başına gelir. Tanıdığı yaşlı bir kadına rastlar orada. Kovalarını daha yeni doldurmuş, durmuş denize bakmaktadır. Kocası ölmüş, yedi oğlu da, “toparlanıp” Massachusetts’in Springfield kentine “gitmişlerdir”.
Birkaç gün önce oğullarından birinden bir mektup gelmiştir, son günlerini rahat geçirsin diye onu da yanlarına çağırıyordur, yol parasını da gönderecektir, yeter ki o razı olsun.
Ayrıntılarıyla anlattı bütün bunları bana diye aktarıyor Thomson. “sonra da tepelerdeki tezek yığınına gitmek için nasıl yorulduğundan, tavuklarının öldüğün den, karanlık, isli kulübesinden yakındı; ardından, düşündeki Amerika’nın taşı toprağı altın bir Eldorado olduğundan, Cork’a kadar yapılması gereken tren yolculuğundan, denizleri aşmaktan söz açtı, ama tek dileğinin kemiklerinin İrlanda toprağında dinlenmesi olduğunu söyledi… Sonra gülerek kovalarını aldı, bana iyi geceler diledi, evinin yolunu tuttu…”
Thomson’un 1930’larda yaşadığı bu durum insanı alıp götürüyor. Yaşlı insanlarımız her şartta doğup büyüdüğü topraklarda kalmak, mezarının o ücra topraklarda olmasını istiyor. Ne denir ki? Oğul uzaklarda, geçim derdinde. Ana yaşlı. İstese de gidemez oralara.
Ya uzak olmayıp da yakınımızda olan yaşlılarımızın durumu?