26 Aralık 2015 Cumartesi

SONRA DİYORUM Kİ



Bereket fışkırıyor toprak
dört bir yan çiçek
gelip içime oturuyor çiğdem kokuları
buram buram
hiç bitmeyen bir umut
uyanıveriyorum sonrasında
insan uyuyamıyor zalim değilse
bazen çöllerde bir ceren
bazen dağlarda bir doğan
ama hep tek başına
mavi mavi açıyorum
kayalar ardında
güneşe dönüyorum yüzümü
aydınlığa
dağ, taş , ot, bayır
delicesine koşuyorum
uçarcasına...
Sonra diyorum  ki
masmavi gökyüzüne rastlamak ne mümkün
ay bile soluk ve fersiz
sadece çiçekler
renkleri ve kokuları aynı
kafam karmakarışık
ırmaklarla yan yana
bilinmeyen denizlere çekse de
başına buyruk değil ayaklarım
ve yüreğim
yıldızsız ve aysız
geceler çekilmiyor karanlık
gündüzler güneşsiz
insanlar soluksuz
sokaklar insansız.


Hüseyin Güzel/ 26.12.2015


17 Aralık 2015 Perşembe

GENÇLİK GERÇEĞİ BİLMEKTEDİR

Mustafa Kemal’in düşüncelerini ve yaptıklarını anlamayanlar kuşkusuz ne dünü anlamışlardır ne de bugünü.
Ne dünü anlayabileceklerdir ne de bugünü…
Mustafa Kemal’in “Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur”  ifadesini  “sorunlu” olduğunu ifade edenler ne memleketin geçmişte içinde bulunduğu durumu anlayabilecek kapasitededirler ne de geçmişte yaşanan olayların bilincindedirler.
Şair ne demiş “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır”. Demek ki üzerinde yaşadığımız toprakları kanımız canımız pahasına içten ve dıştan gelebilecek her türlü saldırılara karşı korumak zorundayız.
Çanakkale’de toprağa düşen yüz binler, Sarıkamış’ta donarak ölen on binler, Yemen çöllerinde iskorbüte, açlığa ve susuzluğa yenik düşenler bilinmelidir ki bu vatan topraklarında çocuklarımızın, analarımızın, bacılarımızın gelecekte özgürce yaşamaları için canlarını vermişlerdir.
Birileri bunu anlamakta zorlanabilir.
Anlamamakta direnebilir.

Ancak gerçek budur ve asla değişmeyecektir.
Mustafa Kemal’in "Bağımsızlığımızı ve cumhuriyetimizi” emanet ettiği gençlerde bu gerçeği bilmektedir. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın.
Geçmişin karanlık yüzünü çok iyi bilen Mustafa Kemal bir daha o karanlık ve insanlık dışı olayların yaşanmaması için “Türk gençliği” ne “Türkiye Cumhuriyetini ve bağımsızlığını” koruma ve kollama görevini vermiştir.
Kurtuluş Savaşı sırasında emperyal güçlerin ülkemizi “Mondros Ateşkes Antlaşması” hükümleri çerçevesinde işgal etmeye başlaması ve işgal edilen topraklarda yaşayan Türk insanına yaptıkları insanlık dışı muameleler henüz hatıralarda tazeliğini korumaktadır.
Yukarıdaki ifadeyi “sorunlu” olarak niteleyen zihniyet acaba doğu’da Rus destekli Ermeni”nin, batıda İngiliz destekli Yunan’ın, Güneydoğu’da Fransız destekli Ermeni’nin, Kuzeyde bizzat İngiliz’in ve desteğinde Pontus’lu Rum’un yaptıkları mezalimleri bilmiyor mu?
Yoksa bilmek işlerine mi gelmiyor?
Tarihin tozlu sayfalarını açıp okuduklarında ya da arşivleri incelediklerinde ( ki sadece Osmanlı arşivini değil, Rus, İngiliz, Ermeni, Yunan, Fransız, İtalyan arşivlerini) gerçeği tüm çıplaklığı ile göreceklerdir.
Batı Anadolu’yu Emperyalist güçlerin desteği ile işgale başlayan Yunan’ın yaptığı mezalimlerin fotoğraflarının rengi henüz solmamıştır.
Bursa’da, Balıkesir’de, Kütahya’da, İzmir’de, Afyon’da, Aydın’da ve ilçelerinde savunmasız insanları baltalarla doğrayan, kadınlara genç kızlara tecavüz edip acımasızca öldüren Yunan değil de kimdir?
Ermeni’nin yaptığı mezalimlerin burada anlatılmaya kalkışılması durumunda, yapılan mezalimleri okuyanlar gözyaşlarını tutamayacaklardır.

Ermeni güçleri Türk insanına akla hayale sığmayacak mezalimleri, işkenceleri yapmışlardır.
Halkın dilinden bu güne ulaşan “destan”lar, konuya ilişkin yazılan kitaplar, arşiv fotoğrafları incelendiğinde gerçeği görmemek için ya kör olmak ya da şaşı olmak lazım.
Sâmiha Ayverdi’nin “Türkiye’nin Ermeni meselesi” adlı kitabının birinci bölümünün LVII sayfasında yer alan bir bilgiye göre : “Ermeni ve Rusların Van ve havalisinde Müslüman ahaliye büyük mezalim yaptıkları, Van’ın Abbasağa mahallesinden Firdevs’in ifadesine göre işgalcilerin kadın, çocuk, genç, ihtiyar demeden İslâm ahaliyi çeşitli zulümler yaparak öldürdükleri; hamile bir kadının karnını yararak çocuğu çıkarıp kafasını kestikleri, girdikleri evlerdeki insanları saatlerce işkence yaptıktan sonra öldürdükleri, on beş- on altı yaşlarında bir erkek çocuğu çırılçıplak soyarak cinsel organını kestikleri ve daha sonra doğradıkları; Amerikan müessesesine götürülen kadın ve kızların ırzına geçildiği, mezarlıkları kazarak defnedilmiş olanları dışarı çıkardıkları ve ziyaretgâhları kazıp içlerine pislik doldurdukları…” anlatılmaktadır.
Örnek teşkil etmesi bakımından yukarıdaki bilgi notunu buraya aldım. Bunun gibi yüzlerce, binlerce olay söz konusudur.
Tüm bu bilgiler ışığında ve bu olan bitenleri içinde bulunduğu dönemde yaşayan, duyan, gören Mustafa Kemal ne yapmalıydı?
“Gençliğe Hitabe” kaldırılmalıdır diyenlere sormak lazım.
Bu yaşananlar karşısında Mustafa kemal “Bağımsızlığımızı ve Cumhuriyetimizi” gençliğe değil de kime emanet etmeliydi?
Gençliğe Hitabe kaldırılmalıdır” diyen zihniyet 

Hitabe’nin devamı daha da sorunlu” diyor ve devamla şunları yazıyor:

“İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dâhilî ve haricî bedhahların olacaktır.” Dâhilî ve haricî bedhahlar! Yani “iç ve dış düşmanlar”!
“Yani, belirli toplumsal kesimleri “iç düşman” olarak damgalayıp..."
Sormazlar mı adama Kurtuluş savaşı sırasında Kuvay-ı Milliye güçlerine karşı kurulan Kuvay-ı İnzibatiye nedir diye?
Mustafa Kemal’in “Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dâhili ve haricî bedhahların olacaktır” söyleminin söylendiği dönemin olaylarını anlamakta güçlük çekiyor.
Gençliğe Hitabe öncesi yaşanan olaylara ve yurdumuza yönelik iç ve dış düşmanların saldırılarına bakıldığında, hitabenin neden ve niçin söylendiği daha rahat görülecektir.
İzmir’e işgal amaçlı asker çıkaranları alkışlayan, “Kuvay-ı Milliye” birliklerine karşı cephe gerisinde taassup ve cehaleti harekete geçiren, yeşil bayrağı açarak Anadolu’nun dört bir yanında isyan çıkaranların varlığı ne çabuk unutuldu.
Mustafa kemal’in Anadolu’yu düşman işgalinden kurtarmak için gösterdiği çaba yok edilmek için, Damat Ferit Paşa Hükümeti tarafından en ağır tedbirlerle engellenmeye çalışılmadı mı?
Bu amaçla “irtica” işgalci güçlerle birleşerek Türk Milletinin kurtuluşunu ve bağımsızlık hamlesini kırmak, yok etmek için uğraşmadı mı?
Mustafa Kemal “Divanı Harp” in aldığı 4 Mayıs 1920 tarihli karar ile “resmî rütbe ve nişanlarının alınması” ve “idam cezasına” mahkûm edilmedi mi?
Anzavur İsyanı, Kuvay-ı İnzibatiye, Düzce-Hendek ve Adapazarı isyanları, Yenihan, Yozgat ve Boğazlıyan isyanları, Afyon’da Çopur Musa isyanı, Konya isyanları, Millî aşiretinin isyanı vs. İstanbul Hükümeti ve İtilaf devletlerinin ortaklaşa yaptıkları tahrikler sonucu çıkmış olup cahil ve taassup sahibi kimselerle işbirliği yapılmadı mı?
Çerkez Etem olayı yaşanmadı mı?
Şimdi çıkıp “iç ve dış” düşmanlardan bahsettiği için, gençliği ve Türk Milletini uyardığı için “Hitabe’nin devamı daha sorunlu” demek aymazlık değil midir?
Tarihi olayları ve Hitabe’nin söylendiği yılların olaylarını görmezden gelip, olayları kendi düşüncesine göre yontmak değil midir?
O dönemlerde her şeyin belirsiz, her şeyin bıçak sırtı olduğu karanlık günler yaşanmadı mı?
Bu karanlık günlerden çıkış Türk Milleti’nin amansız mücadelesi ile gerçekleşmedi mi?
Vatanın kurtuluşu için her türlü tehlikeyi göze almış, boynunda asılı “idam yaftası” karşısında gözünü kırpmadan kurtuluş için mücadele etmiş, suikastlardan kurtulmuş, kurulmuş tuzaklardan sıyrılmasını bilmiş Mustafa Kemal, memleketin geleceğini “Türk Gençliği” ne bırakmayıp da ne yapacaktı?
Ne yapmasını ne demesini beklerdiniz?
İlgili yazıyı daha fazla dikkate almaya gerek yok sanırım. İçeriğine asla katılmadığım cümleler ile devam ediyor. Yazıyı okuyanlar zaten yazının kimleri hedef aldığını görüyorlar, okuyorlar.
Ancak şu kadarını söyleyeyim ki geleceği görmek, tasarımlamak için geçmişten yani tarihi olaylardan ve yaşananlardan ders çıkarmak gereği vardır.
Türk genci devrimlerin ve devlet düzeninin bekçisidir. Dün de bekçisi idi bugün de bekçisidir, gelecekte de bekçisi olacaktır. Çünkü Atatürk ilke ve devrimlerini benimsemiştir. Cumhuriyet ve bağımsızlığımıza gelecek her türlü saldırılara karşı elindeki her türlü imkânlarla karşı koyacaktır.
Bunu yaparken de muhtaç olduğu kudretin “damarlarındaki asil kanda” olduğunu unutmayacaktır.
Bir takım “aydın” kılıklı zevat da bunu böyle algılamalı böyle bilmelidir.
 “’Gençliğe Hitabe’ de kaldırılmalı dendiğinde Mustafa Kemal ve arkadaşlarının 1920’lerde ve hatta daha öncesi 1905-1920 yılları arasında yaptığı mücadeleyi anımsamamak mümkün değil.
Mustafa Kemal 1905 yılı itibari ile genç bir subay olarak ordu birliklerinde görev almaya başlamış, cepheden cepheye koşmuş, genç yaşta ordu komutanlığı yapmış, gittiği cephelerde emrindeki Mehmetçikler ile verdiği amansız mücadelede başarılı olmuştur.
Osmanlı’nın Alman üçkâğıtçılığı sonrasında bir oldubitti ile I.Dünya Savaşı’na girmesini hepimiz biliriz.
I.Dünya Savaşı’nda Osmanlının içine düştüğü durumu burada anlatmanın gereği yok.
Zaten buna gerek de yok.
Mustafa Kemal’in bizzat söylediği “Nutuk” okunduğunda verilen mücadelenin durumu, seyri ve önemi anlaşılmaktadır.
Genç kuşaklar “Nutuk”u okudukları zaman dönemin tarihsel olaylarını yakından öğrenme olanağını zaten bulurlar.
Ancak şu kadarını yazmak ta fayda var ki Mustafa kemal Nutuk’un sonunda “Türk Gençliğine bıraktığı kutsal armağanı” yani “Gençliğe Hitabe”sini söylemektedir.
Gençliğe hitabeyi söylemeden önce şunları belirtir:
“Sayın baylar, sizi, günlerce işlerinizden alıkoyan uzun ve ayrıntılı sözlerim, en sonu tarihe mal olmuş bir çağın öyküsüdür. Bunda, ulusum için ve yarınki çocuklarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları belirtebilmiş isem kendimi mutlu sayacağım.
Baylar, bu söylevimle, ulusal varlığı sona ermiş sayılan bir ulusun, bağımsızlığını nasıl kazandığını; bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım.
Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal yıkımların yarattığı uyanıklığın ve bu sevgili yurdun her köşesini sulayan kanların karşılığıdır.”
Bu sonucu, Türk gençliğine emanet ediyorum” diyor ve sonrasında her Türk gencinin dikkatlice ve göğsü kabararak okuduğu “Gençliğe Hitabe” sini söylüyor.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Mustafa Kemal Atatürk dönemi olarak adlandırdığımız dönem 1923- 1938 tarihleri arasını kapsamaktadır.
Bu dönemde Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri atılmış, büyük bir azim ve irade ile her türlü engellere karşı mücadele edilmiştir.
Mustafa Kemal’in cumhuriyeti, cumhuriyetin temelini ayrılıklar üzerine değil, Anadolu coğrafyasında birlik ve beraberlik içerisinde yaşanılması üzerine kurduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
Bu hitabe her okulun girişinde ve sınıflarında yani Türk Gençliği’nin okuması gereken yerlerdeki müstesna yerini almıştır.
Yıllarca yaptığım öğretmenlik mesleği boyunca Atatürk’ün “Gençliğe Hitabe” sini büyük bir mutlulukla sınıflarda görme olanağı buldum.
Öğrencilerimin mutlaka dikkatlice okumalarını ve öğrenmelerini istedim. Gençliğe hitabenin söylenmesinin nedenlerini onlara öğrettim.
Ve binlerce öğretmenin de aynı duygularla öğretmeye devam ettiğini de biliyorum.


4 Aralık 2015 Cuma

İNSANIN İNSANA YAPTIĞI ZULÜM

Emperyalizmin sorumlu olduğu küresel terör insanlığı vuruyor. Terör ile insanları katledip, gözünü korkutmaya çalışanlar; vicdansızdır, acımasızdır, kör cahildir, ahlâksızdır, rant avcısıdır, yalancıdır, kibirlidir, öteki düşmanıdır, demokrasi ve özgürlük düşmanıdır.
Küresel terörden sorumlu olanların ne denli acımasız olduğunu yapılan katliamlardan görüyoruz.
Bugün küresel terörden şikayet edenlerin, küresel terörün yaygınlaşmasındaki rolleri  küçümsenmeyecek boyutta.
Terörden şikayet eden emperyalist ülkeler, terörden yararlanıp var olan sistemlerini, yol haritalarını devam ettirme amacındalar.
Bırakınız küresel terörü, yaşamın her alanında yaptıkları, yapmaya çalıştıkları ile insanlık için büyük tehlike arz ediyorlar.

Küresel ısınmanın müsebbibi de onlar. İşin şakası yok. Atmosfere salınan devasa karbon miktarı ile küresel ısınmanın önüne geçmenin olanağı yok. Isınma devam ettiği sürece flora ve fauna tehlike altında.
Canlıların yaşam alanları yok edildiğinde, insanların yaşam alanları da yok ediliyor demektir. Küresel ağababalar kendi çıkarları için dünyayı yaşanmaz kılmaktan kaçınmıyor.
Rotatifler dönsün, egemenler daha fazla kazansın diye fosil yakıt tüketimi doğanın döngüsünün alt üst ediyor.
Şehirlerde zehir solunuyor, kirlenen içme suları tüketiliyor.
Kuzey Kutup buzulları eriyor. Himalayalar, Alpler barındırdığı buzullardan kurtuluyor. Dolayısıyla  denizlerdeki su seviyesi artıyor, kıyılar yaşanabilirlikten hızla uzaklaşıyor.
Tayfunların, kasırgaların, sel baskınlarının, heyelanların ardı arkası kesilmiyor.
Elbette suçlu egemenler, kapitalistler ve emperyalistlerdir. Bunlar ikiyüzlü politikaları ile milyonlarca suçsuz insanın yaşamını zora sokuyor, yok ediyor, zapturapt altına alıyor.
Akıllarda olumsuz imgeler oluşmuş durumda. Gerek terör belası, gerekse dünyanın yaşanabilirliğinin zora girmesi milyonlarca insanı olumsuz etkiliyor, etkileyecek.
Açlık ve susuzluk, yoksulluk ve yoksunluk, terör ve sığınmacıların artması, ata yurdunu terk edenlerin sınırları zorlaması, süregelen kaçış, olumsuzluklara sahne olan coğrafyalar.
İnsanın insana yaptığı zulüm. Ölüm ve yağma her yerde. Modern yaşam tarzının benimsendiği yüzyılımızda köle pazarları, yaşam mücadelesi veren kimsesizler. erkek egemen toplumda varlığı ile yokluğu umursanmayan kadınlar, kızlar.
Yapılan kıyımların, ötekileştirmelerin, insanın insana yaptıklarının kanıksanması. Ölümün doğallıktan yoksun kılınması. Binlerce yılda süzülüp gelen kültür eserlerinin balyoz darbeleriyle yok edilmesi. İnsana ait yeryüzü izlerinin silinmeye çalışılması.
Acıtıcı gerçeklerin yanı sıra düşündürücü gerçeklerin yüzümüze birer tokat gibi savrulması. Boşuna dememişler "insan insanın kurdudur" diye.
Unutulmamalıdır ki kazanılan değerler yok edilirse insanlık yok olur. Dünya yaşanabilir olmaktan çıkar.

20 Kasım 2015 Cuma

KADINLAR, ÇOCUKLAR, SAVUNMASIZ BİREYLER



10 Aralık her yıl "İnsan hakları Günü" olarak kutlanır tüm dünyada. Bu haklar " İnsan Hakları Evrensel  beyannamesi" ve "Çocuk Hakları Beyannamesi" ile düzenlenmiştir.
İnsan haklarını ihlal edenler, ki bu bir devlet de olabilir, bir grup da olabilir, bir birey de olabilir, öncelikle insan sevgisinden uzak, kişisel çıkarlarını ve rant anlayışını benimseyenlerdir.
Onlarda insana özgü en güzel değerler, örneğin yaşama sevinci, sevgi, dostluk, hasret, eşitlik, demokrasi anlayışı ya yoktur ya da bu değerlerin ne anlama geldiğinin ayırdın da değiller bir insan olarak.
Feodalizmin kalıntılarını beyinlerinin kıvrımlarında barındıranların "İnsan Hakları" kavramını ve önemini anlamaları zaten olanaklı değildir.
"Aşiret" anlayışı, "Aile Meclisi Kararı" anlayışı ile kendisine yol haritasını çizenlerin, kadınlara ve genç kızlara yaşamı dar edenlerin yaptıkları davranışlar orta yerde  sırıtıp duruyor.
İnsan haklarının ihlal edilmesi nedeni ile en çok etkilenen "kadınlar, çocuklar, savunmasız bireyler" dir.
Düşünün ki kadın olarak sokakta tek başına yürüyememek, evinize yüz, yüz elli metre uzakta olan bakkala, markete tek başına gidememek,  acil ihtiyaçlarını bir akrabası, eşi olmadan sokağa çıkıp alamamak, tek başına seyahat edememek, en temel insan haklarından mahrum kalmak, hâlâ erkeklerin vesayeti altında olmak...Eğitim ve sağlık alanları dışında çalışamamak, karşı cinsten(eşi dışında) biri ile yan yana dolaşamamak, alış veriş merkezlerine gidememek, araba kullanamamak, kız çocuklarının sokakta oynayamaması, kadınların komşularına dahi bakmasının yasak olması, evleri birbirinden ayıran kalın ve yüksek duvarların olması, pencerelerin demirli ve kafesli olmasına rağmen tavana yakın olması, evde tek başına kalmaya mahkum bir kadının gökyüzünü dahi görmeye hasret kalması, bir tutam yeşile hasret kalması...
Zekiye Yüksel "Şeriat Ülkesinde kadın Olmak" adlı eserinde  bu konuya oldukça geniş bir yer veriyor. Bir kadın olarak Suudi Arabistan'da yaşadıklarını anlatıyor.  Zekiye Yüksel 2002-2006 yılları arasında devlet tarafından Suudi Arabistan'da Türkçe ve Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak 'Riyad Uluslararası Türk Okulu'nda görevlendirilen bir öğretmen.
"...Kadın olarak tek başına sokakta yürüyememek çıldırtıyor beni. Evde tuzumuz yok. Almaya gidemiyoruz. ( Birlikte iki bayan öğretmen ile aynı evde kalıyor) Bir erkek arkadaşa söyledik, unutmazsa alacak, biz de yemeğimize tuz koyabileceğiz...."
Suudi Arabistan'da "Şeriat Kuralları"nın ödünsüz uygulanmakta olduğu bir gerçek. Vahhabilik, Suudi Arabistan'ın resmi ideolojisi aslında. İktidarda bulunan Suudi Ailesi de Vahhabi.  Vahhabiliğin kurucusu, ailece Hanbeli mezhebinden olan Muhammed bin Abdülvahap (1691-1787). Ona uyanlara da Vahhabi deniliyor.
 Zekiye Yüksel, "...Vahhabilerin, İslamın içinden ortaya çıkmış olan tüm mezhepleri reddetmeleri ilginç. En küçük görüş ayrılıklarına da tahammüllerinin olmaması, kendilerinden olmayan Müslümanları dışlayarak kâfir ilan etmeleri korkunç geliyor bana. Onlara göre Aleviler sapık. Çoğu Alevi olan Antakyalı velilerimin mezheplerini gizlemek zorunda kaldıklarını öğrendim." Bu anlayışın neresinde "İnsan Hakları" kavramı gizli? Neresinde insan yaşamına duyulan saygı söz konusu? Neresinde eşitlik, demokrasi, saygı, sevgi, hoşgörü, hak hukuk var? "Ya benim olduğum taraftansın ya da duvarın öte tarafındansın" tipik ayrımcı anlayışı .
Kadını yok sayan bir anlayışın sanata, felsefeye, fotoğraf çekmeye karşı olması şaşırtıcı değil. Onlara göre  "kadın aklen ve dinen dûn(eksik) dur.
Zekiye Yüksel  şöyle diyor, "...Toplu taşıma araçları burada yok, kadınlara araba kullanmak zaten yasak.
Petrol zengini olan Suudi Arabistan kadın hakları yoksulu. Altı yaşından itibaren okulların ayrılmasıyla, kızlarla erkeklerin dünyası ayrı şekillenmeye başlıyor, bu üniversitede de devam ediyor, derslerin çoğunu televizyonlardan izliyorlar ya da erkek hocanın görüntüsü engellenerek dinliyorlar."
Ülkemizde kimi zaman haberlerde dikkatimizi çeker. "Karma Eğitim" yerine kız ve erkeklerin ayrı okullarda okuması, "Kız ve Erkek çocukların aynı sırada oturmaması" şeklinde ki anlayış.
Sonuçta şu sözü tekrarlamakta yarar vardır. "Her toplum layık olduğu şekilde yönetilir."
Mustafa kemal Atatürk'ün 1930'lu yıllarda Türk Kadınına verdiği seçme ve seçilme, çalışma yaşamına katılma haklarının önemini daha iyi anlıyoruz.





13 Kasım 2015 Cuma

ACI İNSANIN EMEĞİDİR

Daha özgür, daha eşitlikçi, daha adil, daha güvenli ve yaşam standardı daha yüksek bir toplumda sorunlar; demokrasiyi, insan haklarını, kadın erkek eşitliğini içselleştirememiş toplumlara göre daha azdır.
Hiç kuşkusuz çağdaş uygar düşüncenin, dünyaya bakışın, yaşamı kucaklamanın, yaşama tutkuyla bağlı olmanın, sevgi ve saygının sorunları azaltmada ki rolü küçümsenemez.
Toplum acı çekiyor. Karanlığın, acımasızlığın, hoyratlığın, tehdit ve yasakların, kadınları katletmenin, haksızlıkların, kötülüklerin kol gezdiği bir ortamda toplum acı çekiyor.
Bu bağlamda "acı" insanın "emeğidir". İnsan acıyı kendisi "bal" eyler. Şairin dediği gibi "acıyı bal eyledik".  Bunu yaparken elbette  acıyı "diğeri" kendisine uygun görür.
Yaşamın imbiğinden süzülüp gelen çok farklı acı vardır.


En onmazı diğerinin bireye yaptıkları sonucu yaşanan acıdır.  Acı bu topraklarda yüzyıllarca "kutsanmıştır". Acı her daim varlığını birey üzerinde hissettirmiştir. Birey acıyı yaşayarak olgunlaşmıştır. Lakin acıyı  ve acı vermeyi terk etmemiştir.

Ülkemizde işlenen kadın cinayetlerine bakıldığında, kadınların çektiği acıyı görmemek körlüktür. aymazlıktır, acımasızlıktır, vicdansızlıktır.
Münevver Karabulut, Ayşe Paşalı, Özgecan Aslan, Değer Deniz ve daha niceleri katledilen kadınlardır.  Bu dört isim "kadın cinayetlerini" konuşulur hale getirmiştir.
Münevver Karabulut "varlık yokluk" bağlamında, Değer Deniz "tek başına yaşıyor" olması bağlamında katledilmişlerdir.
Özgecan "üniversite"den evine gitmek için bindiği hiç tanımadığı minibüs şoförü tarafından acımasızca ve hunharca katledilmiştir.
2015 yılının 11 ayında 249 kadın katledilmiş. Yaşanan 249 acı. Yakınlarının, sevdiklerinin, oğullarının, kızlarının, ana ve babalarının unutamayacağı 249 can.
Ayrıca 112 kadına tecavüz edilmiş. 157 kadın fuhşa zorlanmış, 319 kadın yaralanmış, 179 kadın taciz edilmiş. Sadece Ekim 2015'de  25 kadın öldürülmüş.

Kadınlarımıza reva görülen bu olmamalı. Hangimiz bir kadına muhtaç değiliz? Kadın bir toplumun bel kemiği, geleceğidir. Yarınlara evladını yetiştirip büyüten kadındır. Sofrasına konacak bir tas çorbanın, bir lokma ekmeğin temini için eşine yardımcı olan kadındır. Irgat olarak bağda, bostanda, tarlada; işçi olarak fabrikada; temizlikçi olarak çeşitli iş kollarında çalışan, evinin tüm işlerini yapan o dur.
Son günlerde yaşanan kadın cinayetlerine bakıldığında olayın boyutunun ne denli büyük olduğu görülür.
13.11.2015: "Trabzon'un Sürmene ilçesinde Gökhan ayar, ayrı yaşadığı eşi Nurten Ayar ile yanında gördüğü  Mehmet Taşkara'yı parkta tabanca ile vurarak öldürdü."
12.11.2015"R.A. geçen yıl ekim ayında kuzeni Emre B. ve 2 arkadaşıyla mantar toplamaya gitti. Emre B. arkadaşlarını farklı bir bölgeye gönderip, R.A. ile yalnız kaldı. Emre B. iddiaya göre ağaçların arasında zorla yere yatırdığı R.A.ya tecavüz etti. Kimseye anlatmaması için tehdit etti. Geçen Nisan ayında R.A.nın teyzesinin kocası Ergün O. da Emre B.den yaşananları öğrendi. Ergün O. yalnız kaldığı sırada R.A.nın evine girerek küçük kıza tecavüz etti..."
12.11.205 : "Kocaeli Darıca  ilçesinde yaşayan Hazal Atmaca boşanmak istediği eşi tarafından öldürüldü."
12.11.2015 : " Bursa'nın Orhangazi ilçesinde , Sonay Demir sevgilisi tarafından öldürüldü."
12.11.2015 : "Manisa'nın Akhisar ilçesinde, Derya Ülker ve babası İsmail Ülker sokak ortasında boşandığı eşi H.Ö.tarafından öldürüldü."
11.11.2015 : "Sevgilisi Edda Sönmez'i  darp eden oyuncu  Saruhan Hünel'in  'seni döverken belimi incittim. Fıtık tedavisi oluyorum. Ağrılar içindeyim' dediği iddia edildi."
06.11.2015 : "Küçükçekmece'de oturan Zeynep E. eşi tarafından  kaynar su ile yakıldı. Eşini öldürmeye çalışan Yunus E. vücudunun büyük bölümünde yanıklar olan karısını 2 gün evde hapsetti. Olay Zeynep E'nin bir şekilde babasına kısa mesaj atmasıyla ortaya çıktı."
15.07.2015 :  "İzmir'in Bayraklı ilçesi Osmangazi mahallesinde Elif Konur yeni evli olduğu kocası Savaş Kocabaş tarafından defalarca bıçaklanarak öldürüldü."

Verilen bu bir kaç örnek  olayın boyutlarını anlamak bakımından düşündürücü. Çeşitli anlaşmazlıklar sonucu eşinden ayrılan, ayrı yaşayanlar ellerine aldığı cinayet araçları ile acımasızca kadınları katletmektedir.
Kadınları katledenlere verilen cezalar yeterli ve caydırıcı olmalıdır. Toplum bu konuda eğitilmeli, farkındalık yaratılmalıdır. Her ne sebeple olursa olsun bir insanın yaşamına bir diğeri son vermemelidir.
Yaşam kutsaldır. Herkes hak ettiği yaşamı özgürce, sorunsuzca, ötekileştirilmeden, ayrımcılığa uğramadan yaşamalıdır.

6 Kasım 2015 Cuma

NAM-I MÜSTEAR

İnternet, modern yaşam tarzını benimsemiş, eli kalem tutan, okuryazar, yada ‘fikri tek’liği savunan entelektüellerin yeni yaz boz tahtasıdır. Her konuda arananı bir tık ile bulabileceğimiz bir sorgulama alanıdır.
Bu düşünce geçtiğimiz on yıl öncesi için geçerliydi. Bugün köylüsünden kentlisine, dağdaki çobanından genel müdürüne, fikri olandan olmayanına herkesin kullandığı bir alandır.
Taksitle aldığı "akıllı" cep telefonunu elinde düşürmeyen, çarşıda pazarda, metroda, otobüste, sokakta caddede velhasıl yaşam alanının her safhasında cep telefonu ile "sosyal medya" trafiğinde paylaşım yapma derdinde "fikir sahibi olmadan düşünce sahibi olanların" yaz boz tahtasıdır.
Yada ”adı olmayan adamların sallama tahtasıdır" 
Veya ”Belli bir anlayış içinde ‘benden olmayan’ diğerlerinin üzerine yürüme alanıdır”
Veya “agresif, kompleksli ve asosyal kişilerin ‘ortak fikir beyan etme ya da düşünce üretme’  anlayışıdır” düşünceleri ne denli gerçekçidir, ne denli yanlıştır okuyucunun vereceği karara, algılama gücüne bağlıdır.
Sosyal medya'nın yanısıra; amacı, rotası, varoluş anlayışı, yayın politikası birbirinden çok farklı olan, magazin ağırlıklı, haber ve yorumlara yer veren, fikir ve tartışma ortamı sunan internet siteleri de vardır.
Bazen bu siteler aynı müştereklerde birleşen fikir cereyanlarının vücut bulduğu yerlerdir.  Bazen da ‘zıt’ söylemlerin yer aldığı, tartışmaların hararetle sürdürüldüğü alanlardır. Bazen faşisti ve demokratı, komünisti ve kapitalisti, dincisi yada laiği aynı çatı altında yazar. Herkes belli norm ve kriterleri aşmadan eteğindeki taşları döker.
Aynı çatı altında, benzer sosyal, ahlâki aile gelenekleri içinde yetişmiş, belli bir yaş aralığındaki entelektüel topluluğun bazı beğeni yada eleştirilerinin de dile getirilmesi yadırganacak bir durum değildir.
Esas mesele ‘nam-ı müstear’, yani ‘takma ad’  kullanılması meselesidir.
Takma adla yazmak gerçek adla yazmaktan farklıdır ve yazana belli bir rahatlık ve serbestlik alanı sağlamaktadır.
Kişisel çıkarlarını kovalayanların yada ‘benim dediğim’ veya ‘benimseyip savunduğum’ düşünce ve fikirler ‘tek ve doğrudur’ söylemi içinde olanların zaman zaman başvurdukları bir yoldur.
Gerçek adını vermekten imtina edenlerin sığındığı yapay bir ‘buz odası’ dır.
Şahsi fikirlerini başkalarına kabul ettirmek için veya geçmişte bu ülke için olağanüstü çaba sarf etmiş, toplumun olmazsa olmazları arasında olan devlet ve fikir adamlarının düşüncelerini ‘yok hükmünde’ saymak ve topluma lanse etmek için kullanılır.
Milyarlarca doğru ya da yanlış bilgi ve düşüncenin yer aldığı bu devasa ortamda gerçeği ve doğruyu bulmak için kendini iyi yetiştirmek, bilgi sahibi olmanın yanısıra ve sorgulayıcı olmak gerekir.
Takma adla yazıp bir düşünceye saldırmak, hatta kişileri hedef almak ne derece ahlâkidir? Kişisel çıkar ve egolarını tatmin için birilerini kötülemek isteyecek ‘tip’lerde takma adlarına sığınıp yazı yazacaklar, fikir beyan edeceklerdir.
Ancak diğer yandan bu yazılar isimsiz telefon gibi algılanacak, gün gelecek dikkate alınmayacaktır. Rant uğruna bu davranışı sergileyenlerde maalesef vardır.
Takma adla yazı yazıp da gerçek ismini saklamayanlara elbette sözümüz yoktur.
Takma isim kullanılması zaman zaman Türk edebiyatçılarının başvurduğu bir yol’dur, ancak kimlerin hangi takma adlarla yazdıkları da bellidir. Bu konuda yine internet ortamında aldığım (doğru veya yanlış teyit etme olanağı zor olan) birkaç örnek vereyim.
MÜSTEAR ADLAR.
Gerçek Adı   Müstear Adı:
Adalet Cimcoz = Fitne Fücur
Ahmet Turan Alkan = Recai Güllaptan
Ali Sirmen = Samim Lütfü
Attila İlhan = Abbas Yolcu, Beteroğlu, Ali Polatoğlu, Nevin Yıldız
Aziz Nesin = Alişan Konuşkan, Bahri Filbahri, Bedri Birdirbir, Falan Filan, Hakkı haklar, Sıtkı Sırılsıklam, Sülüman Gider, Kerim Kihkih, Oya Ateş…vs..
Çetin Altan = Hadi Borazan, Hüseyin Zurna
Necip Fazıl = Adıdeğmez, Mürid, Ahmet Abdülbaki
Ziya Gökalp = Bimar, Büyük Baba….vs…Bu listeyi uzatmak mümkündür.


27 Ekim 2015 Salı

BAKIŞ ACI'SI

Cervantes'ten bu yana roman okuruz.  İnsan ilişkileri, yaşamı öteden beri taşlara, ağaçlara resmedilmiştir. Yaşanan zorluklara, sevinç ve acılara, yok oluşlara tanık olanların bıraktığı izlerdir bunlar. Otuz kırk bin yıl öncesinde kalan mağara resimleri, Orta Asya bozkırlarında gün yüzüne çıkarılan kaya resimleri tarihin sessiz tanıklarıdır.
Marquez ve Yaşar Kemal gibi anlatıcıların kalemleri sayesinde insan topluluklarını birer birey olarak algıladık. Okuduğumuz roman ve öykü kahramanları bulundukları toplumun bazen en acımasızı, bazen kaybedilen erdemlerin, kadim değerlerin sürdürücüsüdür.
"Kaybetmek"  ve "kazanmak" bireylerin gerçeğidir. Lakin "teslimiyet" karanlığa hapsolmaktır. Birey karanlığa hapsolmamalıdır. Yaşanan acı ne denli zorlu olursa olsun dik durmasını bilmelidir. İnsanın başında yaşamı boyunca çok farklı olaylar geçer. Dayanılmayacak acıları çeker. Sevinçleri yaşar. Kaybettikleri "üzerine vurulan balyoz etkisi" yapar. Lakin o "balyoz etkisini" etkisiz hale getirmek yine  ona düşer.
Öyle anlar vardır ki tutunacak dal kalmaz. Tutunulan dal elimizin altında, gözümüzün önünde kayıp gitmiştir. Ve işte tam da o anda, o kayıptan sonra, var olan boşluğa düşmemek için kalan dalların birbirine sıkı sıkıya sarılması lazım. Çevredeki ayrık otları, kuru dal parçaları asla yaklaştırılmamalıdır. O kuru dal parçaları ve ayrık otları iyi tanınmalı pes edilmemelidir.
Yaşanan acı ne denli ezici olursa olsun insan o acıyı unutmadan, yaşananları unutmadan, ama akıllı ve bilinçli bir şekilde yaşamı devam ettirmesi  için kendisine yeni yol haritası çizmelidir.
Bir Çin atasözünde "Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri oluşuyorsa, orada güneş batıyor demektir" denir. Güneşin batmaması için, karanlığın hakim olmaması için, aydınlığın devam etmesi için o küçük insanların büyümesini engellemek gerekir. Bunun yolu ise hiç kuşkusuz acı ve sıkıntılara, yok oluşlara rağmen dik durmaktan geçer.
Değerli yazarımız Hanife Mert'in  "Bakış Acı'sı" romanının bir bölümünü okuduğumda hafızamda şekillenen düşüncelerdi bunlar. Umutsuzluğun yanı sıra umut dolu düşünceler.
Ana kızına şöyle der "İşimiz zor kızım, hem de çok zor, dedi. Ardından hemen ekledi. Ama biz el ele verirsek bu zorluğu aşarız  diyerek ümitsiz olmadığını ifade etmişti..."
Eşini genç yaşta kaybeden bir kadının yaşadığı dram okuduğum bu kısa bölümde insanın içini acıtıyor. Genç yaşta "dul" kalan bir kadının mücadelesi ve çocuklarına verdiği öğütler insanı hüzünlendiriyor.
Anadolu topraklarında  eşini kaybeden bir kadına toplumun acımasızca "dul yaftasını"  yapıştırması sorgulanıyor. Eşini kaybetmiş, çocukları ile tek başına bozkırın sessizliğinde tek başına kalmış bir kadının okumadığı için, ekonomik özgürlüğüne kavuşamadığını  ve muhtaç olmasının verdiği huzursuzluğu da satır aralarında görmek olası.
Tutunacak tek dalı kendisi ve çocukları olan kadının çektiği sıkıntılar ve mücadeleler ilerleyen safhada nasıl bir rota izleyecek şimdilik öngörmemiz olanaksız.
Sayın yazarımız, bu kısa bölümden anladığım kadarı ile toplumsal bir olguyu güçlü kalemi ile karşımıza çıkarıyor.
Aslında olması gereken zor durumda olana sahip çıkmak, yardım elini uzatmak, acısına ortak olmaktır.
Ne yazık ki toplumun bir kesimi öyle bir bataklık içine düşmüş durumda ki, her yanı çamura bulaşmış. Pişkinlikle, utanmazlıkla, arsızlıkla, diğerinin yaşam alanının kısıtlanması ile, korumasız kalana baskıcı yöntemlerle devranını sürdürmeye çalışıyor.
Eşinin kaybı sonrasında ikinci darbeyi çevresinden yiyen o kadar insan var ki. Darbe vurmaya hazır o kadar vicdansız var ki.
Darbe yiyen kendi sessiz dünyasına çekiliyor. Kendini anlatamamanın, özgürlüğünü yaşayamamanın acısını yüreğinde duyumsuyor.
Genç bir anne, saçları erken beyazlamaya başlamış. Ve çocukları. Dolayısıyla, yoksulluk ve acı iç içe geçmiş. Sıkıntılardan nasıl çıkılır? Nasıl çıkılmalı? Roman kahramanlarının seçeceği yol haritası nasıl olacak?  Sorularını kendi kendine soruyor okuyucu. Lakin yaşanan  bir gerçek var ki onu değiştirmek kolay değil. Yani toplumun çok da olmasa belli bir kesiminin bakış açısı.
Annenin sözleri bilgece söylenmiş sözler. Büyük acısına rağmen yaşama tutunmaya çalışan bir ananın sözleri başka nasıl olabilir ki.