30 Temmuz 2018 Pazartesi

ÖĞRENMEK İÇİN BEDEL ÖDEMEK GEREKMİYOR

Yaşam bütünseldir. O bütünsellik içinde yaşanan acılar, coşkular vardır. Özlemler, isyanlar, çığlıklar, kopuşlar vardır. Susmalar, ağıtlar, gözyaşları vardır sessiz ve derinden gelen. Bunlar yaşamın gerçeğidir. O gerçeklerden uzak durmak, o gerçekleri anlamamak şaşırtıcı ve bencilce bir duygudur.

Geçmişimiz, bugünümüz ve özümüz yani öz benliğimiz, düşüncemiz önemlidir. Yaşadığımız şeylerde önemlidir. Fakat asıl olan, onları kendimizde niçin ve nasıl yaşattığımızdır. Dünü olduğu gibi bugünü de nasıl yaşayacağımıza kendimiz karar vermeliyiz. Kendimizle ya da diğerleri ile ilgili kararlarımızda vicdanımızın doğru bildiğini yapmalıyız. Başkalarının beğenmesi için karar alıp yola çıkmamalıyız.

Yaşam bütünseldir dediğimde bir arkadaşım aynen şunları söyledi. “ ‘Özlemler, isyanlar, çığlıklar, kopuşlar vardır. Susmalar, ağıtlar, gözyaşları vardır’ diyorsunuz. Bence önemli olan hayatımızda bu duygulardan hangisinin ağır bastığıdır. Kaçınılmaz gerçekler olsa da bu duygulardan ne kadarı yaşamımızı etkiliyor, bu çok önemli bence. Hayatta yaşanacak ne varsa yaşıyoruz ama buna kendimiz karar veremiyoruz. Dün de biz karar veremedik bugünde.”  Ve ekliyor “eğer kararı biz kendimiz verebilseydik son yıllarda yaşadıklarımı asla yaşamak istemezdim”. Sözünü ise şöyle bitiriyor “hayatımda hak etmediğim olumsuzluklara engel olur onları yaşamazdım” .

Bir başkası “vicdanım rahat” diyor “çünkü vicdanımı rahatsız edecek bir yanılgıya düşmedim”. İnsanların kendi özünü ve geçmişini, geleceğini aramasında ve sorgulamasında şaşılacak bir şey yok. Çünkü insanlar kimlikleri ile yaşarlar. Hangi yaşta olursa olsun kendilerini ararlar, sorgularlar. Yaşamlarında olan bitenleri mantıklarıyla bütünleştirmeye çalışır, akıl süzgecinden geçirirler. Tüm bu olgular olurken güven duygusunu aramak ve o duygu ile bütünleşmek önemlidir. Kimisi bu duyguyu asla bulamaz kimisi içinse sorun olmaz.

İnsanlarda sevgi ve anlayış, sevildiğine ve sayıldığına olan inanç da önemlidir. Bu inancı aramaktan asla vazgeçmezler. Tıpkı şairin şiirin gizeminden vazgeçemediği gibi.

Yaşamımızda kadın, erkek, genç, yaşlı hiç fark etmez. İnsan olması gerektiği gibi yaşar. Bu yaşamında çevresi etken olduğu gibi ailesi ve sokak da etkendir. Aldığı eğitimin yanı sıra içinde yetiştiği kültürde önemlidir. Edindikleri ya da edinmeye çalıştıkları misyon da önemlidir. Misyonun yaşama katkısı gri görüntüyü azaltır. İnsan bir şekilde kendisini anlatmak durumundadır. Bunu yaşam hattında zaten yapar. Gri bir yaşam tarzında sıkılmak, sıradanlık, boşluk hissi hayatta gelgitler yaratır. O gelgitlere maruz kalmamak için doğru karar vermek, olan bitenleri doğru okumak, volkanlara, tsunami ve depremlere yenik düşmemek için misyonumuzu doğru yöne kanalize etmemiz çok önemlidir.

Toplumumuzun kadına bakış açısını ele alalım. Bir yandan çocuk yaşta evlenmeye zorlanan ya da evlendirilen, o yaşta sorumluluk almaya çalışan kız çocukları, diğer yandan “töre” denen ortaçağ kalıntısı bir kültür anlayışı içinde gidip gelmeler. Kaburga kırmalar, yüzlerde morartılar, cinayetler. Bunun sonucunda oluşan dramlar ve sendromlar. Görücü usulü ile evlenip, hem de erken yaşta, anlaşamayan ve bir şekilde yaşamları zindan olanlar. Deyim yerinde ise bileklerine aile çevresince kelepçe vurulanlar. Ve yaşamlarını dizayn ederken istediği ile değil diğeri ile yaşamak zorunda kalanlar. Hırpalanan, ötelenen, sevme ve sevebilme ihtimalini unutanlar.

Adıyaman’da ailesi tarafından iki yıl önce zorla evlendirilen bir kız çocuğu “annemi, babamı, kardeşlerimi iki yıldır görmüyorum, çok özledim”diyerek söze başlıyor. Küçük kız, kendisini görmeye gelenlerden hangisinin “damat” olduğunu bilmeden evlendiğini, kısa sürede hamile kaldığını ve bir kız çocuğu dünyaya getirdiğini anlatıyor. Beş bine satılan çocuklardan biri o. Ya onun gibi yüzlercesi. Bu bir “köle pazarı mıdır” diye manşet atan gazete yanlış mıdır?

Bu ve benzeri yaşananlar, yaşanacak olanlar, yaşanmış olanlar. Doğaldır ki insan dimağında yerlerini alacaktır, almıştır, almaktadır.

Yaşam savaşçısı olmak, güven duygusunu kaybetmemek lazım. Velev ki bir hata söz konusu, bu durumda, “kıyamet kopuyor” yerine insanların birbirlerini anlamaları, birbirlerine saygı duymaları gerekir. Kendimize ve başkalarına “vize” uygulamak doğru değildir aykırı olmak da. Yaşamı değiştirmek için başkalarını “anlama” ya çalışmak, diğer renkleri görmeye çalışmak için çok da fazla bir gayret gerekmez aslında. Yeter ki anlayışlı olalım. Düşüncelere saygı duymasını bilelim.

22 Temmuz 2018 Pazar

HER YOL HİKAYESİNİN İÇİNDE KAR TANELERİ GİBİ BİTİŞLER VARDIR


Sesler yavaş yavaş kesilip etraf sessizliğe bürününce Sinan'da yorgun gözlerini kapatıp zihnini meşgul eden düşüncelerle baş başa kaldı. Alışık olmadığı uzun bir yolculuğa çıkmıştı.  Yolculuk bitmeden bedeni yorgun düşmüş, ayakları hareketsizlikten uyuşmaya başlamıştı. Bir süre öylece hareketsiz kaldı. Sonra gözlerini usulca açıp otobüsün farları ile aydınlanan akıp giden yol çizgilerine baktı. Tıpkı insan ömrünün akıp gitmesi gibi diye düşündü.
Uzaklarda kalmış bir fotoğraf karesine bakar gibi aklındaki anılara, lise yıllarında yaşadığı duygulara,  elinden sabun köpüğü gibi kayıp giden sevdiğine,  yaşadıklarına, geçip gidenlere, yarım kalanlara, zamanın geçmişi yıkıp kuş misali uçup gitmesine takıldı bir süre.
Yıllar öncesinin gençlik hayallerini düşündü. Güler yüzlü, çok sevimli bir kızdı Aslı. Babası öğretmendi. Hem okulda öğrencilere hem de çocuklarına karşı otoriter bir yaklaşımı vardı. Yüzü pek gülmezdi. Teneffüslerde elinde ince uzun sopası ile koridorlarda ve bahçedeydi her zaman. Aslı böyle bir öğretmenin kızıydı. Her zaman içine kapanık, gözleri buğuluydu. Kader onları aynı okulda ve aynı sınıfta buluşturmuştu. Zaman geçtikçe birbirlerine karşı içlerinde bir şeyler hareketlenmeye, yürekleri gün geçtikçe yanmaya, birbirlerini her gördüklerinde dudakları titremeye başlamıştı. O yıllar bitmesini istemedikleri çocukça bir rüyaydı Aslı ile Sinan'ın sevgisi. Gecelerin hiç olmamasını, pas tutan düşüncelere ışık, kör karanlığa aydınlık olmasını istercesine narin  ellerini birbirinden ayırmaya korkarak düşlemişlerdi geleceği.
Sinan'ın yıllar geçmesine rağmen unutamadığı bir gündü o gün. Okulun arka tarafında bulunan ağaçlıkta gölgenin serinliğinde, gözlerini rüzgarın hafifçe hışırdattığı ağaç dallarından ayırmadan, yaklaşmakta olan ayak seslerini umursamadan sırtüstü uzanmıştı. Ayak sesleri sessizce yaklaştı, gölgesi ağaç dalları arasında belirdi. Sinan başını çevirip baktı, oydu gelen, sevdiği ve her an aklından çıkaramadığıydı. Gelmişti sonunda işte yanındaydı.
Aslı'nın gözlerindeki parıltı her daim Sinan'ı rahatlatmıştı. Yine o parıltı vardı gülümseyen gözlerinde.
Aslı, "bil bakalım dedi dün gece ne yaptım?"
Sinan, "bilmem" dedi "kitap mı okudun?"
"Evet" dedi Aslı, "yalnız okuduğum bir roman ve ya hikaye değildi en güzel Hasan Hüseyin Korkmazgil şiirleriydi."
"Ne güzel bir seçim yapmışsın." diye güler yüzle cevap verdi Sinan. "Bende severim Korkmazgil şiirlerini. Hem kendi toprağımızın yetiştirdiği bir şairdir o."
"Doğru dersin. Hele o eşine yazdığı şiirler yok mu insanı alıp götürüyor başka dünyalara."
Haklıydı. Şair hiç tanımadan, yüzünü görmeden aşık olduğu sevdiğine ne de güzel şiirler yazmıştı. Hasret kokan, aşk ve sevgi kokan.
"Sen ne yaptın anlatsana" diye Sinan'ın gözlerine baktı Aslı.
Nasıl anlatabilirdi ki dün gece nerde olduğunu ne yaptığını. Akşamın alacakaranlığında evden çıkışını. Ayaklarının onu serseri mayınlar gibi sürükleyişini. Evlerinin ışık sızan penceresinin altına gelip saatlerce, çıt çıkarmadan ışık sönene kadar elleri koynunda çıt çıkartmadan kuytuda bekleyişini. Nasıl anlatabilirdi ki.
Aslı sesini çıkarmadan bekledi ki konuşsun. Duruşu, yürüyüşü, davranışları o kadar güzel ve etkileyiciydi ki. Yanı başında anlat diye ısrarlı bakışları.
Dayanamadı Sinan, ne yaptığını, nerede olduğunu anlattı ona. Anlattıkça Aslı'nın yüzü kızarmaya, gözleri nemlenmeye başlamıştı.
"Ne olacak bu halimiz söylesene ne yapacağız "
"Bilmem" dedi Sinan, bakışlarını uzaklara çevirerek "bilmem."
Gerçektende ne olacağını bilmiyordu. Sadece ona olan tutkusunun vazgeçilmezliğini biliyordu.
Aslı'nın babası öğretmendi.Sinan'ın babası ise kol gücü ile tarlasında, hayvanlarının peşinde dağda taşta rızkını çıkarmaya çalışan yoksul biri.
Bu durumda kavuşmaları olası mıydı gerçekten bilmiyordu.
Bilmek istemiyordu.
Çünkü Aslı'nın babası oldukça sertti.
Acımasızdı. Ne yapacağını, nasıl karar vereceğini kestirmek güçtü. Hatta imkansızdı.
Sabah okula geç kalan öğrencileri okulun giriş kapısında elinde sopa ile beklerdi, gelenlere ceza verirdi.
Bu durum Sinan'ı korkutuyordu. Bunu Aslı'ya söylemesi hem imkansız hem de doğru değildi.
"Bilmem" deyip sustu.
"Biliyor musun" dedi Aslı, "şiirleri okurken hep seni düşündüm, geleceğimizi." Aslı o kadar zarif, o kadar güzel ve o kadar içten konuşuyordu ki görenler onun mutlu olduğunu sanırdı. Ne büyük yanılgıydı... Aslı da acı çekiyordu, çektiği acıyı yüzüne yansıtmıyordu. Çünkü o gerçekten özel bir insandı. Sinan onu sevdiğine pişman değildi. Pişman olmayacağını da biliyordu. Hüzünlü gözlerinin detaylarını bilmese de Aslı onun için özel bir insandı.
Sinan da dün gece evlerinin penceresinden dışarıya sızan loş ışığın aydınlattığı perdenin arkasında bir kez dahi olsa onun gölgesini görmek için saatlerce beklediğini, onu düşündüğünü tekrar etti. Aslı'nın yanakları elma kırmızısına döndü. Gözlerini kaçırdı.
Sinan uzandığı yerden doğruldu. Sanki sırtında tonlarca yük taşıyor gibiydi. Heyecanlanmıştı. Tüm vücudu sıtma olmuşçasına zangır zangır titriyordu.
Terleyen alnını mendiliyle sildi. Her zamankinden daha canlı, daha neşeli olmaya özen göstermeye çalışarak Aslı'nın ellerini avuçlarının içine alıp hüzünlü gözlerine baktı. Ararlarında yaşanan ve çok kısa süren bu sımsıcak duygusal etkileşimden sonra, bu sefer Aslı boşta kalan elini Sinan'ın elinin üzerine koydu. Sinan, o an zihnine gelip yerleşen kaygıyı bir tarafa bırakıp gülerek;
"Ben aylardır farklı yaşamayı unuttum. Derslerde sen, teneffüste sen, evde sen, çarşıda sen,  ayazda üşürken, yağmurda ıslanırken sen. Her nereye dönsem, ne yapsam düşüncemde, gözlerimin önünde sen. Kolay mı bu sanırsın. Okul bittiğinde ne yapacağımı bende bilmiyorum. Okulda seni her gün görüyorum. Kokunu içime çekiyorum. İnan bana okul bitince ne yapacağım bilmiyorum."
Aslı'nın elma kırmızısı yüzü hafifçe sarardı. Sıkıntılı, zorlukla anlaşılabilen titrek ve heyecanlı bir ses tonu ile "ben farklı mıyım ki" dedi.
Sinan'ın bedeninde yıpratıcı bir etki, iç dünyasında sarsıntı yaratan "ben farklı mıyım ki" sözleri derin bir "ah" çekmesine neden oldu.
Yüzünde endişe, sıkıntı ve keder ifadesi belirdi. O ifadede açık seçik bir kaygının izleri hissediliyordu. Zihninden geçenler serseri bir mayın gibiydi. Yüreğinde bir kavga vardı. Bütün yüzünü, gözlerini acı bir gülümseme kaplamıştı. Gözlerinde başlayan titreme dayanılması zor bir hal almış, tüm hücrelerine kısa zamanda yayılmıştı. Sert esen rüzgârın ritmine boyun eğen gri bulutlar gibi bulunduğu yerden uzaklaşmak istiyordu.  Kederi de, acıyı da olanca ağırlığıyla duyumsadı yüreğinde. O keder ki, o acı ki ona ağırlık yapıyor, acı veriyor, üşütüyor, yüreğini burkuyordu. Bir süre Aslı'nın ellerini sıkıca tuttu. Bırakınca bir daha tutamayacakmış, ellerinin arasından kayıp gidecekmiş gibi kuvvetle sıkıyordu.
Aslı'nın gözlerinden yansıyan hüzünlü bakış, gelecek konusundaki umutsuzluk, çaresizlik ve kararsızlık karşısında ne diyebilirdi ki. Ne onun ailesinden destek olabilirdi ne de Sinan'ın ailesinde bir atılım. Hiçbir şey istenildiği gibi olmuyordu. Bir yandan yoksul bir aile, diğer yandan baskıcı bir baba ve çocukları. Bir yandan küflenmiş düşünceler, diğer yandan geleceğe dair umut dolu bakışlar. Yaşamın gizem dolu labirentleri içinde bocalayan bir çift yürek.
Sinan Aslı'nın elini bırakmadı uzun bir süre. Yüreği kor gibi yanıyordu. Sinan Aslı ile ne konuşacağını bilmiyordu. Aslı'da Sinanla aynı hisleri paylaşıyor olmalıydı ki onun da sesi çıkmıyordu.
Aslı ve Sinan ağaçların gözlerden uzak köşesine doğru yavaş yavaş yürümeye başladı. Bu öyle sessiz bir yürüyüştü ki her ikisi de o uzak köşede bir daha geriye dönmemek üzere kalmak istiyordu. Birbirlerine söylemeselerde, her ikisinde de ortak bir duyguydu bu.
Sinan aklından geçen onlarca düşünceyi bir anlığına bırakıp göz ucuyla Aslı'ya baktı. Onun ve kendisinin yaşadığı bu azap dolu anların etkisiyle ağaçların arasında attığı adımlar halsizleşiyordu.
Aslı'nın da Sinan'ın da gözleri kızarmış, ağlamamak için kendilerini zor tutuyorlardı. Sinan Aslı'ya sıkıca sarıldı. Bir daha ayrılmamacasına öyle kalmak istiyordu. Fakat kader ağlarını bir kez örmüştü. Umutsuz ve çaresizdiler.
Aslı Sinan'a dönüp, "bir şey söylemeyecek misin?" diye sordu.
Sinan hissettiği hiç bir şeyi Aslı'dan gizlemeye niyeti yoktu.
"Ne söyleyebilirim ki Aslı. Hayat acımasız, insanlar ön yargılı. Bizler ise o hayat içinde kayıp giden iki yıldız gibiyiz. Günlerdir içinden bir türlü çıkamadığım derin düşünceler artık beni bunaltıyor. Her gece sokaklarda geç saatlere kadar yürüyor, evinizin penceresinde son ışık da sönene kadar bekliyorum. O bekleyişlerde, gecenin ayazında ailemin kim olduğunu sorguladım. Senin ailenin de kim olduğunu sorguladım. İçinde bulunduğumuz durumu düşündüm. Ve aramızda bulunan aileler arası derin uçurum nedeniyle hiç bir zaman gerçek yanıtı bulamadım. Gerçek olan şu ki benim ailem kırsalda beden gücüyle ekmeğini taştan çıkarmaya çalışan bir aile. Senin baban okulumuzda görev yapan bir öğretmen. Beden gücüyle ekmeğini kazanmanın ne olduğunun pratikte farkında değil. Senin ailenin yaşantısı ile benim ailemin yaşantısı arasında dağlar kadar uçurum var.
Ben yoksulluğun, çaresizliğin içinde büyüdüm. Sen ise belki de bu anlamda yoksulluğun ne olduğunu yaşamadan büyüdün. Biz birbirimizi seven iki insanız. Ama  baban bizim bir araya gelmemizi asla kabul etmez. Bunu sende biliyorsun."
Aslı bu sözler üzerine başını öne eğdi. Sinan haklıydı. Babası ve çevresi buna asla razı olmazlardı. Babası razı olacak olsa bile, dar kalıplar içinde yetişmiş olan amcaları sorun çıkarırdı. Aslı çaresizdi. Umuda dair söyleyecek tek bir sözü yoktu.
Sinan Aslı'nın gözlerinin içine baktı. Aslı'nın gözlerinin de, kendisi kadar çaresiz ve yalnız olduğunu hissetti. O gözlerde bir ağırlık, bir umutsuzluk gizliydi.
"Haklısın Sinan, ne diyebilirim ki. Bizim gelecekteki hayatımız ne yazık ki birilerinin vereceği, kendilerince doğru olduğunu düşündükleri kararla şekillenecek. Bu çok acı verici bir durum."


16 Temmuz 2018 Pazartesi

YAŞAM KAVGASI BİTER Mİ HİÇ !

Şöyle durup düşünüyorum da, dertleriyle, kaygılarıyla, umut ve sevinçleriyle kocaman bir yıl daha geçti.
”Yaşam kavgası biter mi hiç?” derler ya, bitmez elbette,  biterse aslında her şey biter.
Tüm avareliklere rağmen, tüm zorluklara rağmen yaşamak güzel şeydir, vazgeçilmezdir yaşamak ve özgürce caddelerde, sokaklarda, park ve bahçelerde, kırlarda dostlarla birlikte koşuşturmak.
Kocaman bir yıl geçti aradan, gönlümüzce miydi?
Yoksa değil miydi?
Yoksa yüreğimizin bir yanı hüzün, diğer yanı mutluluk muydu?
Kolay olana tutsak değilseniz eğer, yüreğinizin dostudur hüzün.
İnsanlarımız “çevre çevre” derken, daha bir kirlendi çevre, yok oldu ormanlarımız, yok oldu yaban hayatı; ya da göç ettiler karacalar, geyikler yangından kaçarak ormanı olan yerlere.
Sadece onlar değil tarlalarda ki tavşanlar, keklikler, üveyikler.
Aç ve uykusuz, korku dolu gözlerle dolandılar, doyuramadılar karınlarını, ya öldüler ya da terk ettiler.
Dönmemek üzere göç ettiler uzaklara!
Şehirlerimizi, kasabalarımızı, köylerimizi kirletip yaşanmaz duruma getirdiler.
İnsanlar işine gidip gelirken koca bir günün yorgunluğundan daha çok eziyet çeker oldular.
Yine de bulunduğumuz yerden gidemiyoruz.
Sadece iş-güç nedeni ile mi acaba?
Bu cevap yeterli olmaz bence.
Çünkü o koca şehirde alıştığımız bir yaşam biçimi var; bir kültür biçimi, bir kargaşa ve dostlarımız sevdiklerimiz var, hızlı ya da yavaş yaşam biçimi ile seviyoruz bulunduğumuz yeri aslında.
Yurdumun her köşesi bir başka güzel benim için.
O güzel köşelere, o güzel köşelerin yanına-yöresine varıp insanıma hizmet vermek onurlu bir mutluluk.
O güzel insanların bir tebessümü, bir çift güzel lafı onur ödüllerinin en büyüğü benim için.
Çünkü o insanların soluduğu havayı soluyor, içtiği suyu içiyor, kokladığı çiçeği kokluyor, yaşadığı sevinci yaşıyor, çektiği sıkıntıya ortak oluyorsunuz.
Kocaman bir yıl daha geçti.
Acıları, hüzünleri, sevinçleri ile kocaman bir yıl.
İnsan yaşamında devinim vardır, durağanlık yoktur.
Bu devinim içinde kendine onurlu yer bulanların yanı sıra aymazlık yapanlar da vardır hiç kuşkusuz.
Yanımıza yöremize, sağımıza solumuza bakınıp durduğumuz da, bize bakan bir çift sevgi dolu gözün yanı sıra; pusuda bekleyip avının üstüne atılmaya hazırlanan bir vahşi hayvan gibi, sizin de bizim de üzerimize atılmayı bekleyen zihniyeti de görürsünüz ne yazık ki.
İnsanoğlunu bazen, egosunu tatmin etmek için, savunmaları bir zırh gibi kuşanmış, almış eline gürzünü kılıcını, her fırsatta birilerini suçlamayı ya da kendisini savunmayı görev edinmiş olarak algılarsınız.
 Aslın da siz değil de o yaptıkları ile size bu duyguyu yaşatır yoğun olarak.
Ve nasıl bir olgudur bu?
Nasıl bir duygudur?
Nasıl bir anlayıştır?
Birileri hep suçlu birileri hep haklımıdır gerçekten?
İnsanoğlu suçlamalardan bıkmaz usanmaz mı hiç?
Ve hep haklıdır birileri ve ne yazık ki hep haksızdır diğerleri.
Bu yaşamımızın her anında, her alanında yoğun olarak yaşanıp durur.
Okullarda öğrenciler arasında, iş yerinde aynı işi yapanlar arasında, ezenler ve ezilenler arasında.
Vee hatta aynı yuvayı oluşturanlar arasında sessizce yaşanır durur.
Toplumumuz derdini anlatamayanlarla, hakkını savunamayanlarla ve bunun acısını yaşayanlarla doludur.
Bu durum da nasıl bir çıkış yolu aranır?
Yüreğine bir damlacık su serpmenin yolu nasıl aranır ve nasıl bulunur?
İşte tam da bu nokta da savunma mekanizması geçer harekete.
Bazıları zaman zaman, bazıları ise sürekli savunurlar kendilerini.
Ya birini suçladıklarında ya da suçluluklarını ört bas ederken sık sık kullanırlar bu mekanizmayı.

15 Temmuz 2018 Pazar

YER ALMANYA, TARİH 16 EKİM 2016



Dünyada öncelik insanlığını bilmek, insanca yaşamaktır. Doğruluk, dürüstlük, hak ve adalet, eşitlik, diğerini ötelememek gibi ilkelere bağlılık insanlığın bir gereğidir.
Lakin işin özü bu olması gerekirken, bencilliğin, ahlaksızlığın, üçkağıtçılığın tavan yaptığı durumlarla karşılaşmak insanım diyenlerin vicdanını sızlatıyor.
Benzerlerine sıklıkla ülkemizde de rastladığımız tehdit, tecavüz, ahlaksızlık olaylarına çeşitli ülkelerde de rastlamak şaşırtıcı olmuyor.
Lanetliyoruz,
Allah belanızı versin diyoruz,
Vicdanı ve ahlakı olan bunları yapmaz, siz nasıl bir ailede yetiştiniz, nasıl bir ortamda eğitim aldınız, sizin ananız bacınız, eşiniz, çocuğunuz yok mu diyoruz.
Toplumca tepki veriyoruz lakin yaşananların önüne bir türlü geçilemiyor.
İnsan hem kendine saygı duymalı, hem de diğerine.
Hastalıkların en belalısı başkalarına saygı duymamaktır.
Başkalarına saygı duymayanlar, hayata akıllarıyla bağlanamayan insanlardır.
Montaigne der ki "Doğru yol uğrunda kendimi ateşe atabilirim; ama elden gelirse başkalarını yanmaktan korurum."
......
"Yer Almanya,
Tarih 16 Ekim 2016
Almanya'nın güneyindeki Freiburg kentinde tıp okuyan 19 yaşındaki Üniversite öğrencisi Maria Ladenburger bir öğrenci partisinden ayrıldıktan kısa bir süre  sonra saldırıya uğrar, tecavüz edilir, Dreisam Nehri'ne atılır, genç kız boğularak can verir.
Alman polisinin çalışması sonrasında olayın detayları ortaya çıkar.
Olay yeri yakınında bulunan Maria'ya ait bir şal üzerinden alınan örneklerde 17 yaşındaki Afgan mültecinin DNA'sına rastlanır.
Güvenlik kamerası görüntüleri sayesinde şüpheliye ulaşılır.
Afgan mülteci tek başına geldiği Almanya'da yaşı küçük olduğundan Alman bir ailenin yanına verilmiştir.
Öldürülen genç kızın mülteci merkezinde gönüllü olarak çalıştığı ve mültecilere yardım etmek için çabaladığı olayın ayrıntılarında verilmekte."
Ortadoğu ülkelerinden, Afganistan'dan, Pakistan'dan, Afrika ülkelerinden yaşadıkları toprakları bir şekilde terk edip; yolda karşılaşacakları çeşitli zorlukları, ve ölümleri göze alarak Avrupa ülkelerine göç eden, mülteci konumunda olan bu insanlar gittikleri ülkelerde de bildiklerinden şaşmamakta direniyor olmalılar ki bu durumun yaşanılmasına neden oluyorlar.

Bir de utanmadan kendilerine yardım etmek için çırpınanlara karşı yapıyorlar bunları.
Tarihe bakıldığında, Ortadoğu'da, Afganistan'da, Afrika ülkelerinde insanların birbirleriye sürekli bir çatışma içinde oldukları görülür.
IŞID'ın Suriye ve Irak topraklarında yaptıkları orta yerde durmakta.
Yaptıkları insanlık adına bir şey yok.
Lakin tehdit, öldürme, tecavüz, ahlaksızlık diz boyu.
Zorda kaldıklarında kaçıp sığındıkları yer Avrupa ülkeleri.
Demek ki orada da rahat durmuyorlar.
İnsan olmanın gereği diğerinin haklarına saygılı olmaktan geçer.
Bir insan kendi amacı için diğerine ihanet etmemeli, akıl ve vicdanı ile hareket etmeli; ahlaklı, dürüst, doğru, insan haklarına saygılı olmalıdır.
Bu yaşananlar bir kabus değilse ya nedir?
Genç bir kız saldırıya uğruyor, tecavüz ediliyor ve öldürülüyor.
Ülkemizde son aylarda yaşanan saldırı, tecavüz ve öldürmeler de insanın vicdanını sızlatıyor.
Suçu işleyenler ve hastalıklı hücreler hak etikleri cezayı almalıdır.