10 Mart 2024 Pazar

GEÇMİŞE YOLCULUK / ÇOCUK GELİNLER...


 

Sulusepken yağan kar doğaya gelinliğini giydirirken minibüs hızla yol alıyordu. Motorunda çıkan homurtu ve siyah egzoz dumanı eşliğinde bacaları tüten dağınık taş evlerin olduğu yerleşimlerden geçti uzun süre. Alabildiğine uzanan bozkırda ne bir ağaç ne bir canlı vardı. Sanırsın gizli bir el tekmil canlıları yerin altına çekmişti. Öylesine sessiz, öylesine dingindi etraf. Taşranın kent, köy ya da kasabaları ulaşılmaz uzaklıktadır bir diğer bölgeye. Kırsalın bu tamamen kendisine özgü dünyasında, geniş yerleşim yerlerinden uzakta içine kapalı bir toplum yaşamı söz konusudur.

Amacımız ziyaret değildi. Öğretmen olarak ilk görev yerine gitmenin heyecanı vardı içimizde. Büyük bir merakla minibüs şoförüne arada bir soruyorduk “daha yolumuz çok mu ağabey”. Şoför arkaya dönüp gülerek “geldik geldik” diyordu her defasında. Saatler geçiyor köy bir türlü görünmüyordu. Ufukta devasa görkemi ile dağların dorukları ovaya bakıyordu. Tilkinin bakır döktüğü topraklardı buralar. Her şey şaşırtıcıydı. Meraklanmaya başlamıştık. Nasıl bir köyde görev yapacağımızı, kalacak yer bulup bulamayacağımızı düşünüyorduk. Gittiğimiz yer bir köydü ve karakış acımasız yüzünü göstermeye başlamıştı. Hiç kimseyi tanımıyorduk. Bozkırda yağan karın altında, ayazda, acımasız soğukta saatlerce dışarıda kalmak da vardı işin ucunda. Düşündükçe dişlerimin birbirine “zangır zangır” vurduğunu hatırlıyorum.

Bir yandan uçsuz bucaksız beyazlığı ve yol kenarında birikmiş kar öbeklerini seyrediyor, bir yandan da üşümemek için parkalarımıza sıkıca sarılıyorduk. Arabanın içi yavaş yavaş soğumaya, hareketsiz duran yolcular da üşümeye başlamıştı. İki arkadaştık. İkimizde aynı köyde görevlendirilmiştik.

Şoför “görüyor musunuz bacalardan çıkan dumanları” deyince gösterdiği yöne odaklandı gözlerimiz. Evlerin üzerinde dumanlar yükseliyordu. Hem de onlarcasında birden. Köyün yakınında ki gölün yüzeyi beyaz bir örtü ile kaplanmıştı. Sonradan öğrenecektik gölün yüzeyinin bir kaç ay kalın bir buz tabakası ile kaplı kalacağını. Islak camın ardından yağan kar camı yalıyor, ben de cama yapışan kar tanelerini silecekmişim gibi elimi uzatıyordum. İçimden bir ses “umudunu yitirme” diyordu durmadan. Islak bulutlar vardı gökyüzünde. Uzaklardaki taş evler beyazlığın içinde bir görünüp bir kayboluyordu. Sırtını hafif meyilli bir yamaca yaslamış köyün etrafında seyrekte olsa söğüt ağaçlarının dalları kendini rüzgârın gizemine bırakmıştı.

Minibüsten indiğimizde gideceğimiz okulun yolunu soracak kimseye rastlamadık. Minibüs uzaklaşş, kalan yolcularını bir başka köye götürüyordu. Soğuktu ve üşüyorduk. Epey bir bekleyiş sonrasında beyaz saçlı, kasketini kulaklarına kadar indirmiş, siyah paltosuna sıkıca sarılmış bir adama sorduk gideceğimiz yeri. Eliyle şapkasını hafif kaldırıp “aha şurada” dedi, umarsız. Kimsiniz, necisiniz arkadaş deme gereğini duymadan tekrar şapkasını indirip yürüyüp gitti. Adam gözden kaybolana kadar vurgun yemiş gibi kıpırdamadan durduk bir süre.

Ayak parmaklarımızdaki sızı üzerine tarif edilen yere doğru hızlı adımlarla yürümeye başladık. Gittiğimiz yer bildiğimiz okul binalarına benzemiyordu. Düz damlı beyaz badanalı bir yerdi. Duvarlarının sıvaları dökülmüş, giriş kapısı yer yer kırılmıştı. Tam bir virane görünümünde idi. Sonradan öğretmenler odasının damı çökecek öğle yemeğinde olan öğretmenler de ölümden kıl payı kurtulacaktı.

Köy tahminimizden de büyüktü. Evlerin arasında dışarıdan bakıldığında tabelası olmayan bakkal dükkânları ve kahvehaneler vardı. Öğrencilerimizin varlığı bize yetiyordu artık. Geçen zaman içerisinde yeni köyümüze de okulumuza alışmamız uzun sürmedi. İlk günlerde çektiğimiz büyük zorlukları, meşakkatleri, kırılganlıkları, yağan kar ve yağmur ile çamur deryasına dönen yollarda ayakkabılarımızın çamura bulanmasını, zorlukla yürüyüşümüzü, ahırdan bozma bir göz damda uzun süre kalışımızı, yağmur yağğında damlamasını çoktan unutmuştuk.

Aradan aylar geçti. Kış gitmiş yerini bahara bırakmıştı. Etraf yeşillenmeye ağaçlar yaprak açmaya başlamıştı. Gölün maviliği çoktandır görünür olmuştu. Kışın o beyazlığından ve kar esaretinden eser kalmamıştı.

Sonra, hızla sürüp giden, alabildiğine monoton ve sessiz hayat sürüp gitti uzun yıllar boyunca. Bu hayat iç karartıcı bir masal gibi hatırımda halen. Şimdi geçmişin yaşanmışlıklarını gözümün önünde yeniden canlandırdığımda, kendim bile bütün bunların gerçekten böyle olduğuna güçlükle inanıyorum. Ama gerçekler geçmişin boğucu bir halkası olarak devam ediyor hala.

Birgün bir öğretmen arkadaşımız kardeşini köyde nişanlamak istediğini söyledi. Kızı babasından istemek için bizimde beraberinde gitmemizi istiyordu. Çaresiz kabul ettik. Ama bir şartımız vardı. Yörenin düğün geleneklerini ve kız istemenin usullerini bilmediğimizi ve önceden açıklamasını istedik. Gülerek kabul etti.

Kız evine gittiğimizde sıcak bir şekilde karşılandık. Bizi kadınlar, bebekler ve kız çocukları ile elli yaşlarında, kısa boylu, kirli sakallı bir adam karşıladı. Penceresi evin üzerinde olan, tavanı lepik denilen yassı taşlarla kaplı bir yerdi burası. Zemin halı kaplıydı. Adam yerdeki minderin üzerine oturdu. Sessizce bize bakmaya başladı. Gergin görünüyordu. Bizde etrafına sıralanmıştık. Kısa bir sohbetten sonra öğretmen arkadaşımız adama dönüp kızını kardeşi ile evlendirmek istediğini filan söyledi. Uzun uğraşlardan ve dil dökmelerden sonra baba kızını vermeye razı oldu. Çeyiz ve başlık konusu o sırada konuşuldu. Çeşitli beyanatlarda bulunuldu. Adam, asla bir babanın kızını isteği dışında evlendirmemesi gerektiğini söyledi. Erken yaşta doğum yapmanın risklerinden bahsetti. Evliliğe adım atmanın gelin açısından kolay bir durum olmadığını söyledi. Dağ köyünde bu düşüncelere sahip birinin olması insanın içini aydınlatıyordu. Kadınlardan tek bir ses çıkmadı konuşma boyunca. Kenarda sessizce ve başlarını kaldırmadan oturdular. Kadınların söz hakkının olmamasını yadırgamıştık. Çünkü bizim oralarda böyle durumlarda kadınlara da söz verilir düşüncesi sorulurdu.

Gelenek gereği elinde kahve tepsisi ile evlenecek olan kız içeriye girdi. Bir an şaşkınlıktan küçük dilimizi yutacak olduk. Bu daha çocuk sayılırdı. Yaşının küçük olduğunu söylememişlerdi o zamana kadar. Sesimiz çıkmadıysa da nutkumuz tutuldu. Dilimiz damağımız kurudu. Bu bizim öğrencilerimizin yaşıtı idi. Lakin yapacağımız bir şey de yoktu. Adamın söylediklerini düşündük bir an. Öğretmen arkadaşımızın yüzüne baktık sessizce, gözlerimizde “neden buradayız” pişmanlığı okunuyordu. Birbirimize acı birer tebessümle baktık. Gözlerimizi yere indirdik.

Benzer şekilde kendi öğrencilerimiz arasında da bu tür yaşı küçük kız çocuklarının evlendirildiğini duyduk sonradan.

Yıllar sonra bir şekilde karşılaşğım bir kız öğrencim de küçük yaşta amcasının oğlu ile rızası olmadan evlendirildiğini, evlendiği ilk yıllarda çok ağladığını fakat çaresiz durumu kabullenmek zorunda kaldığını söyledi. “Küçük yaşta evlendirilen mağdurlardan biriyim” diyordu konuşmamızın başında. “17 yaşında, arkadaşlarım okula giderken ben amcamın oğlu ile evlendirildim. Hiç tanımadığım, hiç görmediğim şehre getirdiler beni. Uzun süre ağladım. Yıllar sonra çocuk sahibi oldum, tek tesellim çocuklarımdı artık benim için”. İçim burkulmuştu bu duruma. Gerçi aradan yıllar geçmiş, çocukları büyümüştü çoktan. Fakat konuşmasında hala bir pişmanlık içinde olduğu anlaşılıyordu. Eşini sevmeden başkalarının isteği ile evlendirilmişti. Benim de gözlerim dolmuştu bu duruma dinleyince açıkçası. İçinde büyük bir kırgınlığın hala devam ettiğini hissetmemek olanaksızdı. Çaresizliğin, büyüklerine söz geçirememenin kurbanlarından biriydi o da. O bir çocuk gelindi çünkü.

Çocuk gelin olarak çektiği sıkıntı ve acılı süreci geri döndürmenin olanağı yok. Ne yazık ki küçük yaşta zorla evlilikler binlerce kadının yaşamını elinden alıyor. Aile içi şiddet, yoksulluğun çaresizliği, berdel, cinsiyet eşitsizliği, genç kızların alınıp satılması insanın boğazında düğümlenip kalıyor. Kuşaklararası devam eden bu anlayışın sorgulanmaksızın yirmi birinci yüzyılda da devam ediyor olması en çok kadınlarla çocukları mağdur ediyor.

Daha oyuncaklardan uzaklaşabilecek kadar büyümeden, çevreyi ve yaşamın varlığını tam algılayamadan, evliliğin getirdiği sorumluluğa sahip çıkması istenen çocuklar hayatlarının baharında yaşlanmaktan kurtulamıyor. Okula giderken ya da sokakta oynarken, kendinden habersiz, isteği dışında yapılan pazarlıklar sonrası kendini bir adamın koynunda buluyor. Yaşananları bir kader olarak algılayıp çektiği acıları içine atmaya zorlanıyor ve bunun acısı yaşamı boyunca hiç geçmiyor.

Ülkemizde erken yaşta ve zorla yapılan evlilikler sadece Doğu ve Güneydoğu’da yaşanmıyor. Aksine tüm bölgelerde, çok az değişen farklı sosyal alışkanlıklar ve geleneklere dayalı olarak devam ediyor. Bugün çocuk gelinlerin görülme oranı % 28. Uçan Süpürge Derneği Koordinatörü Sevna Somuncuoğlu bu konuda gerçek rakamın acilen tespit edilmesi gerektiğini kaydediyor. Somuncuoğlu bu evliliklerin büyük kentlerde de olduğunu söyleyip şunları ekliyor “ Araştırmamızda ‘çocuk gelinler’in topluma olan etkisi ve dezavantajları üzerinde durduk Ama ‘çocuk gelinler’in gerçek sayısının belirlenip demografik yapının ortaya çıkartılması gerekiyor. Araştırma sırasında bize ‘bizim bölgemizde çocuk gelin yok, Doğu Anadolu Bölgesi’nde var’ diyorlar. Ama öyle değil. Türkiye’nin her yerinde ‘çocuk gelin’var. Hatta büyük kentlerde daha sık görülüyor.” Bu saptama benim yukarıda yazdıklarım ve şahit olduklarımın doğruluğunu kanıtlamaktadır.

Cehalet, toplum baskısı, gelenekler, sosyal yaşamın vazgeçilmez kültür anlayışı öteden beri kadını ateş çemberinde tutuyor. Sorunun kökenine inilmiyor. Bu duruma direnen kadınlar ise acımasız “töre” illetinden yakalarını kurtaramıyor, bedelini hayatları ile ödüyorlar. Evlatlarına değer biçip, onlar üzerinden kazanç sağlayan, başlık parası gibi yasal olmayan uygulamalar çocukları daha da mağdur ediyor.

Erken ve zorla evlilik insan hakları ve çocuk hakları ihlalidir. Erken yaşta kendi rızası dışında ya da büyüklerinin rızası ile zorla evliliğe itmek bir şiddet türü olarak karşımızda durmaktadır. Bunun engellenmesi için toplumun bilinçlendirilmesi ve gerekli eğitimin verilmesi gerekir. Ayrıca yasalarda caydırıcı önlemlerin alınmasında yarar vardır.

Yapılan araştırmalara göre ülkemizde üç evlilikten biri çocuk yaşta yapılıyor. Çocuk yaşta evlendirme nedenlerinin başında yoksulluk, kalabalık ya da parçalanmış aile yapısı ve evliliği meşrulaştırmak için dayandırılan dini ve kültürel değerler geliyor.

Çocuklar, gelin gittikleri evde cinsel ve ekonomik anlamda hizmet eden bireylere dönüşüyor.

Çocuk gelinler ömür boyu istismar mağduru olup çıkıyor.