31 Ekim 2016 Pazartesi

İSTANBUL'DA YAŞAMAK -I

Apartman blokları arasında esen sert rüzgâr denizin öyküsünü anlatır. Balıkçı tekneleri ve yosunun öyküsüdür anlatılan. Rüzgârla birlikte dolaşır sokakları. Sonra uçar gider başka diyarlara yeni öyküler anlatmak için.
Günün en büyülü anlarını kime sorsan sabah ve akşamın serinliği olduğunu söyler.  Güneşin yumuşamış, yakıcı olmayan son ışıkları bir yandan eğreti apartmanları yıkarken diğer yandan da mahalle sakinlerini sokaklara davet eder.
Günün altın ışıklarının büyüleyici etkisini beklemeden sabahın erken saatlerinde parkları, nefes alınacak yeşil alanları doldurur yüzleri sert, elleri nasırlı insanlar. Serinleyip yorgunluklarını atacakları başka yerde yoktur zaten. Bir döngüdür bu, bir devinim, değişmez.
İstanbul adeta bir yaban arısı kovanını andırıyor. Havanın sıcak olduğu günlerde caddelere, meydanlara, cafelere, AVM’lere insan selleri akıyor. Birbirine yaslanmış apartman aralarında kendilerine oyun alanı olarak dar sokakları seçmiş çocuklar. Oynayacakları bir yer yok, var olan yerlere de arabalar park etmiş. Meydana gelecek bir depremde insanların toplanacakları geniş alanları bulmak  olanaksız.
Caddeleri dolduran insanlarla konuşmanın manası yok. İnsanlar stres içinde. Çöp toplayanlar, dilenenler, Suriye’den gelenler her yerde.
Suriyelilerin çalışıp para kazanacakları bir iş bulmaları zor olduğundan aç kalmamak için çareyi dilenmekte bulmuşlar. Yaşlısı genci, erkeği kadınıyla dileniyorlar. Savaşın mağdur ettiği bu insanların dilenmekten başka çareleri de yok. İnsan bunların hangi birine yardım edeceğini bilemiyor. Aç kalmamak için her gün dilenmek zorundalar.
Apartmanların dükkan amaçlı yapılmış alt katlarında bulunan tek göz odalarda çoluk çocuk hep bir arada yaşamaya çalışıyorlar. Savaşın öldürücü darbesinde yok olup gitmektense buna çoktan razılar. Etrafımız bu şekilde yaşamaya çalışan Suriyelilerle dolu. Bu durum gösteriyor ki bir toplumun huzur içinde yaşaması halkın varlığını devam ettirebilmesi için çok önemli.
Allah kimseyi zor duruma düşürmesin. Yerinden yurdundan etmesin. Kurulu düzenleri savaş nedeniyle alt üst olan bu insanlar zor şartlarda hayatta kalmaya çalışıyorlar. Kısacası İstanbul’da yaşamak kolay değil.
Son günlerde Irakta IŞİD terör örgütü militanlarının yaptığı katliamlar düşünüldüğünde insan insanlığından utanıyor. Bu nasıl bir insanlık anlayışı nasıl bir inanç anlayışıdır ki savunmasız siviller acımasızca katlediliyor. Yaşanan kaos ortamını, insanların katledilmesini, yerlerinden yurtlarından edilmesini görünce bir arada sorunsuzca yaşamanın ne denli önemli olduğu bir kez daha anlaşılıyor.

Kardeşlik ve adalet duygusunu kaybetmeden, kutuplaşmaya meydan vermeden bir arada sorunsuzca yaşamanın önemini anlamamız gerekiyor. 

28 Ekim 2016 Cuma

OSMANGAZİ KÖPRÜSÜ VE ŞEHİR HASTANELERİ

İstanbul ile İzmir arasında ulaşımı kısaltacak olan Osmangazi köprüsü 30 Haziran 2016 günü açıldı. Araçların köprüden geçiş ücretinin de 89 TL. olacağı açıklandı.
12 Temmuz 2016 tarihli Hürriyet gazetesinin web sitesinde verilen habere göre "Eylül 2010 tarihli sözleşmede, körfez geçiş ücreti olarak belirlenen 35 dolarlık bedel için 2008 yılı baz alınmış. (Başbakan Sayın Yıldırım geçenlerde temeli 2017 yılında atılıp 2023 yılında bitirilmesi hedeflenen Çanakkale 1915 köprüsünün geçiş ücretini de 15 Avro + KDV olarak açıkladı.) Geçiş ücreti her yıl ABD'de ki tüketici fiyatları endeksindeki artış kadar yükseliyor. Bu rakam yıl sonunda 40 dolara ulaşacak. Bugün uygulanan 25 dolarlık (88.75 TL) geçiş ücreti ile 40 dolar arasındaki 15 dolarlık farkı devlet firmaya ödeyecek.
Günlük geçen araç sayısı 40 binden az olursa da eksik geçen araç başına devlet firmaya 40 dolar verecek."
Yine aynı gazetenin 1 Ağustos tarihli internet haberinde "Devletin günlük 40 bin geçiş garantisi verdiği köprüyü kullananların sayısının 5-6 binlerde kaldığı belirtildi. Devlet günde milyonlarca dolar zararda."
Gelelim Şehir Hastanelerine.
Devletin "borç üstlenimi" burada da karşımıza çıkıyor.
Çiğdem Toker 21 Ekim 2016 tarihli Cumhuriyet Gazetesindeki yazısında şunları yazıyor. "Devlet Şehir Hastaneleri yapacağım diyen şirkete bedava arazi veriyor, üstüne bir de şirkete kira ödemeyi taahhüt ediyor. Şirketin bulduğu dış kredinin ödemesinde sorun çıkma ihtimaline karşı da 'ben üstlenirim' diyor.
Yetmiyor, 'Her yıl milletimin şu kadar sayıdaki kısmı hastalanarak senin hastanene yatacak. Ben bunu garanti ediyorum' diyor...Hastalanan ahali, olur a o hastaneye gitmeyi tercih etmezse, aradaki farkın parasını hazine, o şirkete ödüyor."
Yapılan köprü ve yapılmakta olan Şehir Hastaneleri ile ilgili devletin yükümlülüğü bunlar.
Köprüden günlük olarak geçmesi taahhüt edilen araç sayısı yetersiz kaldığında aradaki farkı şirkete devlet ödeyecek.
Taahhüt edilen kadar hasta Şehir Hastanelerine gitmediği zaman da aradaki farkı yine devlet ödeyecek.
Dolar'ın 3.1192 rakamına ulaştığı düşünüldüğünde devletin ödeyeceği miktarın TL. bazında arttığı görülmektedir.





http://www.hurriyet.com.tr/osmangazi-koprusu-devlete-zarar-ettiriyor-40177896
http://www.hurriyet.com.tr/osmangazi-koprusunde-gec-gecme-40-dolar-40142263

20 Ekim 2016 Perşembe

AKŞAMIN ALACAKARANLIĞINDA

Alaca karanlıkta, sokak lambalarının loş ışığında, sırtı iyice kamburlaşmış, dizleri fersizleşmiş, elinde yıpranmış bastonuyla kaldırımdan destek alarak yavaş adımlarla parka doğru gelen bir ihtiyar dikkatimi çekti. Başında kulaklarına kadar inen siyah bir bere vardı. Sırtında rengi solmaya yüz tutmuş bir ceket, gömleğindeki düğmelerin bir kısmı açık, ayağında boyası ve rengi solmuş bir ayakkabı ve ütüsüz pantolonu ile yan tarafımda boş olan banka adeta kendini bırakırcasına oturdu. Ceketinin yan cebinden mendilini çıkardı. Yüzündeki teri sildi. Bastonunu yana bıraktı. Beresini hafifçe düzeltti. Yüzü yılların yorgunluğu ile kırışmış, derisi sertleşmişti. Çehresi güneşten yanmış, kavrulmuştu. Belli ki gün boyu güneş ve ayaz ile mücadele ediyordu.
Yerimden kalkıp yanına gittim. Kadim şehrin en yakın tanığıydı o. Selam verip bankın boş kalan kısmına  oturdum. İhtiyar başını telaşsızca kaldırıp yüzüme baktı. Gözleri fersizleşmişti. Dikkatli bakıldığında o gözlerde çok şey görmek mümkündü. Avurtları çökmüş, sakalları iyice kırlaşmıştı. Zayıf uzun boyluydu. Belli ki yoksuldu lakin onurlu bakışları vardı. Feleğin sillesini yediği belli oluyordu ama isyankâr değildi.  İç dünyasında bir fırtınanın koptuğu belli iken o bunu ne hisleri ne de duyguları ile belli etmiyordu.
İhtiyarı sessizce izlemiş, tüm duygularım felce uğramıştı. Her şey susmuştu. Ne araba homurtuları, ne korna sesleri, ne de azalmakta olan çocuk seslerini duyuyordum. Yalnızca uzaklarda bir yerde çığırtkan bir kuşun tiz sesi çınlıyordu. Ya da bana öyle gelmişti.
Banka oturunca ayaklarını uzattı. Aç mıydı ? Evi yakın mıydı yoksa uzak mıydı? Sormaya cesaret edemedim. İhtiyarın durumu derin düşünceye dalmama neden oldu. Acısını içinde yaşıyor diye düşündüm. İhtiyar konuşmak istedi lakin konuşamadı. Mendilini yüzüne kapatarak bir süre öyle kaldı. Nefes alışları gittikçe yavaşladı.
Akşam olmuş herkes evlerine çekilmişken bu ihtiyarın parkta olması üzücüydü. Hani hava sıcak olduğunda akşam serinliğinde dışarı çıkılır ya. O başka. Şu an öyle bir durum yok. Akşam ile birlikte ayaz hissedilir şekilde artmıştı. O halde ihtiyarı akşam soğuğunda parka getiren şey neydi bilinmez. Oturduğunda terini silmesi epey bir yürüdüğünü gösteriyordu. Hem yorulmuş hem de terlemişti. İnsan yaşlanmaya görsün. Gençliğindeki mücadeleci ruhunu kaybediyor.
Ani bir şekilde kenara bıraktığı bastonunu aldı. Bastona dayanarak kalkmaya çalıştı. O an fersiz gözlerle yüzüme baktı. "Evim az ilerideki sokakta" dedi. "Sabah çıkıp şöyle bir dolanayım dedim. Soğuklar arttıkça dışarı çıkılmaz olur. Dizlerim ağrıyor. Epey bir dolandım. Yorulmuşum." Yaşlı adamın söyledikleri karşısında yılların yıpratıcılığını düşündüm. Bir gün bizlerde benzer duruma düşecektik. Yaşlanıp bir köşeye çekilmek durumunda kalacaktık.
"Evinize kadar size eşlik edeyim" dedim.
"Gerek yok evladım" dedi. "Bir sokak ileride gideceğim yer. Siz zahmet etmeyin." Israr etmedim.
"İyi akşamlar amca. Soğukta fazla dışarı çıkmayın. Güneşe aldanmayın. Üşütür hasta olursunuz."
"Peki evladım. Size de iyi akşamlar" deyip bastonundan destek alarak evinin yolunu tuttu.

İhtiyarın gitmesi ile parkta yalnız kaldım. Başkalarının acılarına yabancıyız diye düşündüm. Günü kurtarmanın peşindeyiz. Bu bir korkaklık mı yoksa vurdumduymazlık mıydı? Başkalarını anlamaktan korkar mı olmuştuk? 

19 Ekim 2016 Çarşamba

ONLARIN TOPRAKLARIMIZI ALMASI DEMEK, BİZİM TOPRAKSIZ KALMAMIZ DEMEK

Dünya Nehirler Konferansı, dünyanın farklı yerlerinde baraj karşıtı mücadele veren halkları bir araya getirdi.
Bu mücadelelerde yer alan kadınlar da, birbirlerine deneyimlerini aktardı.
Brezilya'da ki Belo Monte ve Türkiye'de ki Ilısu barajlarına karşı kadınların verdiği mücadele, Karadeniz'de sarı yazmasıyla direnen kadınlarla, Brezilya'da ki Kayapo yerlisi kadınlar, Güney Arjantin'in Patagonya bölgesinde yaşayan Mapuçi kadınlarını buluşturmanın bir aracı oldu adeta.
Resimde görülen Mapuçi yerlisi Moira Milan; "Mapuçi 'Dünyanın İnsanları' demek.
Arjantin ve Şili'de yaşıyoruz.
Topraklarımızda ki hayatı savunmak için mücadele ediyoruz.
Bizim kültürümüz toprakla ve insanla başlıyor.
Günümüz iklim değişikliğinin de etkisiyle kimi ünlü insanlar bizim topraklarımızı satın alıyor.
Onların topraklarımızı alması, bizim topraksız kalmamız demek.
Su krizinin de olduğu bu dönemde su kaynakları açısından çok zengin bir yer Patagonya. O yüzden burayı korumak bizler için çok önemli." diye konuşuyor.
Dünyanın  çeşitli bölgelerinde olduğu gibi ülkemizde de su sorunu yaşanmaktadır. Konya Ovası'nın su sorunu ortadadır.
Suyun korunması geleceğimizin korunması demektir. Unutmayalım.
HES'lerin yapımı ile onlarca dere borulara hapsedildi.
Üçüncü köprünün bağlantı yollarının inşasında binlerce ağaç kesildi.
Türk Akımı inşaatı sırasında da Istrancalar da binlerce ağacın kesilmesinin gündeme geleceği düşünülüyor.
Bilim adamlarının düşüncesine göre;
Eğer okyanus suları 6 (yazıyla altı) derece ısındığı taktirde, (ki Kuzey Kutup buzullarının erimesi göz önüne alındığında ısınmanın devam ettiği anlaşılıyor) okyanus canlılarının toplu yok oluşu gerçekleşecek ve bu da dünyanın yaşanmaz hale gelmesine neden olacaktır.




16 Ekim 2016 Pazar

DEĞİŞİM

Yaşam kulvarında zaman en iyi yargıç olsa da akıllara gelen soru şu. İnsanlar niçin değişiyor?
İhtiyaçları, istekleri, hükmetme arzuları, zalimlikleri, yok etme girişimleri neden dur durak bilmiyor?
Farklı düşüncede kulaç atanların değişimin ana sebeplerine verecekleri cevaplar hiç kuşkusuz farklı olacaktır.
Değişimin ana kumandasına bakıldığında karşımıza egemenler, emperyalistler, kapitalistler ve bu sistemden palazlanan piyonlar çıkıyor.
Ben düşüncesinin etkisine kapılmış olanlarla kibirliliğin pençesinde kıvrananların hükmetme isteği etrafı kasıp kavuruyor.
Değişimin ana kaynağı egemenler, emperyalistler ve kapitalistler ise hiç kuşkusuz değişimin olumsuz yönde gelişmesinde de suçludurlar.
Bunlar ikiyüzlü politikaları ile milyonlarca insanın yaşamını zora sokuyor, yok ediyor, zapturapt altına alıyor.
Akıllarda olumsuz imgeler oluşmuş durumda.
İnsanlar gelecekteki yaşam şartlarının sorunsuz olması için terör belasından kurtulmak için, dünyanın yaşanabilirliğinin zora girmemesi ve milyonlarca insanın olumsuz etkilenmemesi için de mücadele etmeli. Emperyalist zihniyet toplumlar üzerinde elini çekmeli. Bireyleri ve yaşam koşullarını ve coğrafyalarını rahat bırakmalı.
Bırakalım insanlar kendi sorunlarını kendileri çözsünler. Uzak diyarlardan, binlerce kilometre uzaktan gelip toplumun yaşamına müdahale edilmemeli.
İnsanlar umutsuzluğa ve güvensizliğe itilmemeli.
Değişimin en önemli sebepleri arasında açlık ve susuzluk, yokluk ve yoksulluk, terörün yerinden yurdundan kopardığı sığınmacıların durumu ve kargaşa ortamı içinde bulunan coğrafyaların varlığı da sayılabilir.
Modern yaşam tarzının benimsendiği yüzyılımızda artan ihtiyaçların karşılanması için zorlananlar, köle pazarlarında varlığı ile yokluğu egemenlerin iki dudağı arasında olanlar, hayatta kalma mücadelesi veren kimsesizler, erkek egemen toplumda varlığı ile yokluğu umursanmayan kadınlar, insanın insana yaptığı zulüm ve ölümün her yerde olması değişimi tetikleyen etmenler olarak düşünülebilir.
Yapılan kıyımların, ötekileştirmelerin, insanın insana yaptıklarının kanıksanması, ölümün doğallıktan yoksun kılınması, binlerce yıldan süzülüp gelen kültür eserlerinin balyoz darbeleriyle yerle bir edilmesi, geçmişin ayak izlerinin yer yüzünden silinmek istenmesi.
Yüzyıllardır kazanılan insanî değerler yok edildiğinde kaybedecek olan insanlıktır. İnsanlığın geleceğidir.
Vicdansızlığı, acımasızlığı, rant avcılığını, ahlâksızlığı, yalancılığı, kibirliliği, ötekileştirmeyi bir kenara bırakmak gerekir.
Demokrasiye, insan haklarına, özgürlük anlayışına, adalet ve eşitlik anlayışına sarılmak gerekir.


12 Ekim 2016 Çarşamba

İLK KURŞUNU ATAN HASAN TAHSİN'İ KONAK MEYDANINDA ŞEHİT ETTİLER

Demokrasinin birinci koşulu fikir ve düşünce özgürlüğüdür. Demokrasi azınlığın haklarını koruyan rejimdir. Demokraside eşitlik vardır. Herkes çıkıp düşüncelerini kanunlar çerçevesinde açıklamalıdır.
Düşüncesini açıkladı diye, farklı düşünüyor diye insanları ötekileştirmek, yok saymak demokrasi ile bağdaşmaz.
Lakin gerçeklerle alakası olmayan beyanatların da gerçeği dile getirerek çürütülmesi, insanlara anlatılması lazım.
Kurtuluş Savaşı gerçeğini anlayamayanların verdikleri beyanatların ne denli yanlış olduğunun da anlatılması lazım.
Verdiği beyanatlarla gündeme gelen Kadir Mısırlıoğlu bugün haber sitelerine düşen bir beyanatında Kurtuluş Savaşı ile ilgili olarak "Beni tefe koyarlar ama keşke yunan galip gelseydi. Ne hilafet yıkılırdı. Ne şeriat yıkılırdı. Ne medreseler lağvedilirdi. Ne hocalar asılırdı. Hiç biri olmazdı." Evet aynen böyle söylemiş. 28 Mayıs tarihli videoya alınan konuşmasında.
Kadir Mısırlıoğlu böyle düşünüyor.
Yunan galip gelseydi, Anadolu işgal edilseydi yunan Anadolu halkına nasıl davranırdı, neler yapardı acaba bu konuda ki düşüncesini de açıklasa da bilgilensek.
Mondros Ateşkes Antlaşması'nın 7. maddesi, İtilaf Devletlerine "güvenliklerini tehlikede gördükleri herhangi bir stratejik bölgeyi, asker çıkararak işgal etme yetkisi" veriyordu.
Osmanlının yaptığı anlaşmanın ilgili maddesi sonucu yunanlılar İzmir ve çevresine asker çıkardılar.
İlk Kurşun'u atan Hasan Tahsin'i Konak Meydanı'nda şehit ettiler.
Bu daha başlangıçtı.
Ege kıyılarını işgal etikten sonra ileri harekâta devam edip ele geçirdikleri yerlerde yaşayan silahsız ve savunmasız Anadolu insanına yapmış oldukları zulüm ve vahşet dünya zulüm tarihine geçmiştir.
Yapılan zulüm ve katliamlara bakıldığında Anadolu'da tek bir Türk ve Müslüman kalmayacak şekilde katliamlar yapacakları anlaşılmaktadır.
"..ama keşke yunan galip gelseydi" beyanatını veren Mısırlıoğlu'na verilecek en güzel cevap arşivlerde duruyor.
"Ne hilafet yıkılırdı, Ne şeriat yıkılırdı" beyanatına, yunan mezalimi devam etseydi Anadolu'da acaba şeriat ve hilafet kalacak mıydı?
İtilaf Devletleri'nin desteğini de alan yunanlılar katliam ve tecavüzlere, akla hayale gelmeyecek korkunç işkencelere başlamışlardı.
Soğukkanlı bir insanın tüylerini bile diken diken eden bu işkencelerin yanı sıra işgal ettikleri yerlerde halkın mallarını yağma ve gasp etmişler, sahiplerini de öldürmüşlerdir.
Özellikle yunanlıların İzmir'e çıkması, yerli Rumlara cesaret vermiş, oluşturulan çetelerle bölge halkına işkence ve zulüm yapmışlardır.
Yunanın yaptığı mezalim sonucu yerini yurdunu terk edip güvenli olduğunu düşündükleri yerlere göç edenlerin (muhacir) durumunu Yücel Özkaya "Milli Mücadelede Ege Çevresi" adlı kitabında şöyle açıklıyor.
"Bir Pazar ki, Hicran ile Dolu!
Bir lokma ekmek derdi, yağmur ve soğuk altında buruk ve kulakları kızaran kadıncağızlar çakıllı taşlar üzerine bağdaş oturmuşlardı. Arkalarındaki kuru otlar üzerinde beş on nar ile birkaç avuç dağ kestanesi ile alışverişe çıkmışlar. Ve bu Köşk Nahiyesinin üç bakkal ile bir kasap ve iki kahvehaneden mürekkep olan çarşısının pazarı imiş.
Dul kadınlar ekmekle kestane ve nar mübadele ediyorlardı. Issız dağların sisli zirvelerinden toplanan kestaneler, bedbaht muhacirlere sermaye teşkil ediyor.
Bir hüzn-ü yetimâne ile boynunu bükenler birkaç paralık ahz ü itâ için gözüme bakıyorlardı.
Hepsini dolaştım ve hepsinden bir şeyler satın almak istedim.
Hepsi de bu çekilmez azaptan bıkmışlardı. 'Hani ölüversem arkada yetimler kalacak" diyorlardı.
Birden bir fısıltı oldu ve birden lonca tarafına çevrildiler.
Dört kişinin omuzunda ırgalanan kapaksız bir tabuttan bir az ilerdeki câmi enkazına doğru götürülen mevtanın ayakları sallanıyordu.
Boyunları bükerek yüzüme bakıştılar.
Cenaze geldikçe (geldiği sırada) uzattığım nar ücretini elleri titreyerek almaya çalışan genç kadın ' Açlıktan hep' diye göğüs geçirdi.
'Kim imiş acaba dedim. Dudaklarını büktü. Arkasına dönerek:
'Bu mu dedi..Sizlerden ırak bir muhacir çocuğu.."
Bu yaşanan olaylardan bir damla sadece. Bu olaya benzer daha binlercesi var.
"Keşke yunan galip gelseydi" diyenler acaba bu olan bitenleri bilmiyorlar mı?


 NOT: İlgili beyanatın linki:
http://odatv.com/vid_video.php?id=8E865

8 Ekim 2016 Cumartesi

ANLAYIŞ FARKI

Zaman akıp gidiyor. Yaşanan olumlu ve olumsuz olayların bıraktığı izler insan yaşamında belirleyiciliğini koruyor.
Gazete manşetlerine, televizyon ekranlarına yansıyan o kadar çok olay var ki insan belleğini şaşkına uğratan.
Osmanlı heveslilerinin cumhuriyet rejimine karşı söylediklerini okudukça bu ülkede demokrasiyi içselleştirememiş Osmanlının meşrutiyetini arayanların hala var olduğunu görüyoruz.
Cumhuriyet öncesine, cumhuriyet ile kaybolan şeyi aramaya heves edenlerin, o şeyin varlığının yok olmasından önce içine düştüğü hasta adam rolüne iyi bakmaları gerekir.
Temelleri sarsılmış, kapitülasyonların kabulü ile emperyalizmin egemenliğine girmiş, ayakta kalabilmek için Sevr'i kabul etmiş, Mondros'u imza altına almış, Batı'nın ekonomik anlayışını, siyasi yaklaşımını ve teknolojisini uygulamaya çalışmış borç içinde bir devletin varlığını unutmuş görünüyorlar.
Gerçek şudur ki ne son padişahların politikaları, ne İttihat ve Terakki anlayışı ne de Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkma kararı vermeden önce ki arayışları Osmanlıyı kurtaramadı.
O dönemde ulemanın verdiği bazı kararlara bakalım ve heveslenenler için bir kaç örnek ile yetinelim.
1831 senesinde İstanbul'da yaşanan veba salgını için gemilere karantina kabul görmüyor.
Yine aynı yıllarda baş gösteren kolera salgınında  suyun kaynatılarak içilmesi benimsenmiyor.
1850'li yıllarda evlenecek çiftlerin frengi muayenesinden geçirilmesi ulemanın karşı koyması ve şeyhülislamın fetvası ile kaderci anlayış çerçevesinde ele alınıyor.
III.Murat zamanında, matematik ve astronomi bilgini Takiyyedin'in Tophane'de kurduğu rasathane İstanbul'da veba salgını olması ve kuyruklu yıldız'ın belirmesi nedeni ile yıkılmıştır. Gerekçesi, göklerin esrarının öğrenilmesinin istenmemesi.
Osmanlı dönemi ve anlayışı geride kalmıştır.
Ne günümüzün aydınlanmacı anlayışı, ne de teknolojisi geçmiş ile uyum sağlayamaz.

Osmanlının fetva geleneğinin demokrasi içinde yeri yoktur.