24 Kasım 2023 Cuma

ÖĞRETMEN OLMAK


Öğretmenlik kutsal onur verici bir meslektir
bilene.

Kendini eğitime adayana. Öğrencilerini sevgiyle kucaklayıp, onlara öz güven aşılayıp , iyi birer birey olmaları için çabalayana.

Demokratik değerler ancak aydın, idealist öğretmenlerin süzgecinden geçip de membasından pınar misali öğrencilerine akar.
Bir dağ köyü ıssızlığın da,
Bir şehir keşmekeşinde.
İster istemez, umutlar kırılırken, hayaller sukuta uğrarken,
Kimi kez kendine yetmezken,
Öğretmeni ayakta tutan masum çocukların içli tebessümleri, derin bakışları değil midir yorgunluğunu unutturan.
Kendi içinde türlü nedenlerle kayıp gitme noktasına gelen bir öğrenciye yerine göre ana, baba olmak,
onu en iyi şekilde yetiştirip başarıya ulaşması için rehberlik etmek ,
kazanımlarıyla gurur duymak,
bir öğretmen için ne mutluluk verici bir duygudur.



13 Kasım 2023 Pazartesi

O YILLARDA ÖĞRETMEN OLMAK

 



Bir kış akşamı, Akbaba dağından vınlayarak gelen soğuk ve sert rüzgârın uğultusu etrafı sarsıyordu. Hafta sonuydu.

Hava çoktan kararmıştı. Köydeki bir iki dükkan kapanmış, köylüler akşamın alacasında kahvelerde yanan sobanın etrafında toplanmışlardı olasılıkla. Bir kısmı da gün içindeki bütün koşuşturmanın ardından tükenmekte olan güçlerini bir an önce evlerine ulaşmak, rüzgarın ve soğuğun şiddetinden kurtulmak için tüketiyordu.

Anadolu'nun kuzey doğusunda, Ermenistan sınırında bulunan Cala da, gaz lambası ışığında, etrafın pek seçilemediği odanın orta yerinde yanan sobanın başına sokulmuş, ısınmaya çalışıyorlardı. Kendi ruhsal dünyalarına, geçmişlerine, rüyalarına dalmışlardı. Sessizliği yanan sobanın gürültüsü bozuyor, adeta fırtınanın sesi ile yarışıyordu. Lambanın loş ışığında oluşan gölgelere dikmişlerdi gözlerini.

Dışarıda kar fırtınası başladı başlayacaktı.

Odanın içinde yanan sobanın ateşi içlerini ısıtmıştı. Ama dışarıda hava en az eksi otuz dereceydi. Dışarıya çıkmanın olanağı yoktu.

Avuçlarının içinde bir dolup bir boşalan, yanan sobanın üzerinde demledikleri çaylarını yudumluyor, bir yandan da içinde bulundukları durumla dalga geçiyorlardı. Omuzlarında ağır bir yük varmışçasına huzursuzdular.

Etkili kar yağışı yolları kaparsa diye. Kapanan yolların açılması belki günler alabilirdi.

Sinan çayını bir kenara bırakıp, "Yollar kapanırsa ne yapacağız" Ömer dedi sıkıntılı.

Ömer her zamanki tavrını bozmadan gülümsedi.

"Yapacak bir şey yok."

"Nasıl yok. Yollar kapanırsa ekmek gelmez."

"Gelmezse gelmesin" dedi Ömer.

Ömer haklıydı. Yapacak bir şey yoktu.

Aradan çok geçmeden beklenen kar fırtınası uğultuyla kapıları zorlamaya başlamıştı.

Odanın tek penceresi damın üstündeydi bereket.

 Sinan az da olsa rahatlamak için, "günlerdir böyle fırtına olmadı" dedi, Ömer'e endişeyle.

Ömer sessizce yanan sobadan sızan alevlerin odanın tavanındaki ışık oyununu izliyordu. Cevap vermedi. Yollar kapanır da kapana kısılırsak ekmeksiz ne yapacaklardı?

Bunu düşünmemişlerdi daha önce. Düşünmeye de zaman olmamıştı. Kış şartlarında yöreye gelmişlerdi. Yabancıydılar. Yörenin şartlarının ağırlığı ile karşı karşıya kalmışlardı. Gördükleri yerler Anadolu'nun batısıydı o güne kadar. Doğusunun şartlarını ne soran ne de anlatan olmuştu.

İmkansızlığın ne olduğunu az da olsa yaşamaya başlamışlardı. Yörede günü herkesten farklı yaşamak mümkün değildi. Burada insanların bu mevsimde hayatlarını nasıl sürdürdüklerinin ipuçlarını bu sert ve dondurucu soğuk az da olsa öğretiyordu.

Başlangıçta ısınma sorununu halletmeye uğraşmışlardı. Henüz o günlerde kar yağmadığı için yollar kapanınca gelmeyecek olan ekmeği nasıl temin edeceklerini  akıllarına dahi getirmemişlerdi.

Getirmemişlerdi ama şartlar acımasızdı.

Dizginlenemez bir heyecan vardı içlerinde. Aşılmaz dağların arasında, sevinç, korku ve kaygı, umut ve umutsuzluk, yarın ne olacağına duyulan merak.

Bir bilinmezle karşı karşıya olmanın getirdiği çaresizlik.

"Gelmezse gelmesin!" diye tamamladı sözünü Sinan.

"Aliyar amcanın bakkal dükkanı var ya!"

"Evet var."

"Alırız bir kaç paket makarna evdekilere ilaveten, olur biter."

"Başka çaremizde yok zaten. Lakin ekmeğin yerini her daim makarna tutmaz ki" .

"Ne yapmayı düşünüyorsun bu durumda, ne yapmalıyız?"

"Yapacağımız tek şey var. Köylünün yaptığını yapmak."

"Ne yani çuvalla un alıp ekmek mi yaptıracağız?" dedi Ömer.

"Lordun oğlu, ne yapacağız başka bir çözüm yolu varsa söyle de onu yapalım."

Sıkıntı bastığında gözlüklerini silmeyi alışkanlık haline getirmişti. Gözlüklerini sildi.

Tekrar taktı.

Çıkardı tekrar sildi.

Ömer'in bu hareketi yaparken vereceği kararı düşündüğünü biliyordu Sinan.

Ömer sıkıntıyla Sinan'ın yüzüne baktı.

"Başka çare gözükmüyor!" dedi.

"Havalar biraz düzelince un alıp ekmek yaptırmak lazım. Şenlik beye sorarız. O bize yol yordam gösterir."


3 Kasım 2023 Cuma

BOZKIRDAN KAÇIŞ


 

İnsanın sadece kendisi için yaşaması bencillik ve haksızlıktır.

Zamanı geriye sarıyorum.

Yıllar öncesinin bozkırına.

Geçen zaman ve yaşananlar önce bulanık, sonrasında duru görüntülerle zihnimde beliriyor.

Bozkırın her çocuğu gibi benim de bir amacım var.

Okuyup bir meslek sahibi olmak.

Sarısıcağın kavuruculuğundan, ayazın keskin şamarından, yokluğun sıkıntısından, zor yaşam koşullarının yoruculuğundan kurtulmak.

Ne ki bu kolay değil.

Tıpkı yaşamda hiç bir şeyin kolay olmaması gibi.

Eğitimin önemini bilen, eğitim ve aydınlanma ile çocuklarının bozkırın direncini kırıp uzaklara gitmesini isteyen bir ana baba.

Çektiğim sıkıntıyı çocuklarım çekmesin diyen bir gülüş bir inanç onlarınki.

Onlar kendileri için yaşamadılar.

Gönülleri çocukları için çırpındı.

...

İlkokul ve liseyi ilçede okudum.

Tek gözlü, daracık bir evde.

Ev demeyelim, tek göz bir odada.

Büyükannem, ve kardeşimle birlikte.

O oda hem yatak odası, hem mutfak, hem oturma ve ders çalışma yeriydi.

Bir köşede üst üste dizili kışlık yakacak.

Diğer köşede yataklar, bir diğerinde kap kacak.

Ne bir masa ne tek sandalye.

O günleri nasıl aştık anlatamam.

Söyleyeceğim tek şey, bozkırdan aydınlığa ulaşmanın verdiği dirençle ulaştık lise yıllarının sonuna.

.....

Bir gün babam yanına çağırdı.

Ağabeyinin yanına gideceksin dedi.

İçim içime sığmıyor.

Özlemişim ağabeyimi.

Trafik cümbüşüne.

Koca koca yapılara.

Çocukluğumun bozkırından Ankara'ya.

Adımlarım ürkek, yüzüm solgun, yaprak döken sonbahar gibi dirençsiz.

Öyle ya.

Yeni bir yer, alışık olmadığım.

Her yer beton, tek tük yol kenarlarında ağaçlar.

Mevsim sonbahar.

Bir serinlik, bir rüzgâr, havada kömür kokusu, toz duman, is.

.....

Liseyi bitirmiş üniversite sınavlarına hazırlanıyordum. Ağabeyim iki yıl olmuştu üniversiteyi Ankara'da okumaya başlayalı.

Ankara otobüs terminaline sıkıcı ve alışık olmadığım bir otobüs yolculuğu sonrasında yorgun bir şekilde inmiştim. Gözlerim ağabeyimi aradı. O karmaşada ara ki bulasın. En nihayet iki kardeş kucaklaştık. Hasret giderdik. Gözlerimiz doldu.

Yabancısıydım o yıllarda Ankara'nın.

Ağabeyimin yanı sıra çıktık yola. Yürüyoruz. Ağabeyim anlatıyordu. Şurası Tren Garı. Bak şurası Gençlik Parkı. Daha yukarıda Ulus. İlk TBMM binası.

Acıkmıştım. Biraz dolaştıktan sonra ağabeyime, "ekmek alıp eve gidelim. Hem yorgunum hem de  aç."

"Tamam" dedi. "Gel minibüse binelim. Ekmek ve diğer alacaklarımı mahalledeki bakkaldan alırız."

Dedim ya mevsim sonbahar.

Ağaç yaprakları yerde rüzgarla savruluyor hoyratça.

Isıtmayan kış güneşi. Kalabalık caddeler, tenha sokaklar. Avare dolananların ayak sesleri.

Etrafta rengi solmaya başlamış binalar. Dükkanlar, kumaş satan mağazalar. Simitçi tezgahları. Mevsim sonbahar olunca bulut kümeleri. Arada bir yüzünü gösteren ama ısıtmayan güneş. Korna sesleri. Cadde ve sokaklarda insan kalabalığı. Serseri mayın gibi dolaşanlar. Velhasıl şehrin kalabalığı.

Ağabeyimle telaşsıza yürüdük minibüslerin yolcu alıp kalktığı yere.

"Anlat" dedi ağabeyim gülerek. "Ne var ne yok köyde. Babalar nasıl. İşleri nasıl."

Yutkundum. Ne diyebilirdim ki.

Hep var olacağını düşündüğümüz yaşamın gailesi için.

"Ne olsun, köy ve bozkır aynı. İnsanlar aynı. İşler eh işte yürüyor ağır aksak. Yaşam gailesinin ince ipliği koptu kopacak."