24 Kasım 2019 Pazar

YAZACAKSA DÜŞÜNEREK YAZMALI BİR İNSAN..



Derler ki "her okur kendini okur", "her yazar da kendini yazar". Dolayısıyla insan kendini kuşatan, varlığını saran dış ve iç dünyasını yazar. Ve onlarca yılda süregelen ayak izlerinin bıraktığı öyküleri.
Gazetelerde ve web sitelerinde yazılanları çizilenleri okuruz. Yazılan çizilenlere farklı görüşlere sahip olanlar tarafından yorumlar yapılır. Kimi zaman yapılan yorumlar doğru olanı yansıtmaz. Yapılan yorum yapanın dünya görüşünü, yaşam anlayışını empoze etmek amaçlıdır.
Sosyal medya hesaplarında bunu yapanlara rastlamak şaşırtıcı değil.
Bu yaklaşım okurun zihnine soru tohumları eker, onları yanlış yönlendirip çıkmaz sokakta yalnız bırakır.
Oysa sorumluluk bilinciyle hareket edenin görevi, toplumsal duyarlılığı göz ardı etmeden düşüncelerini dile getirmektir. Fikir ve düşünce özgürlüğünün gereği de budur.
İnsanlara sığınak yapmak insanı nasıl ayakta tutarsa, yazmak ve okumak da insanı ayakta tutar. Varlık sebebimiz toplumun geleceğidir. Yazılacak her cümle düşünülerek yazılmalı.
Davranışlarımız dünyada tecrübe edilen, davranışlara sadık olmalı; etik anlayışımız hem kendimize hem çevreye zıt olmamalı.
Okurun yol haritasını bu davranışlar yönlendiriyor.
Farklı coğrafyalarda yaşayan insan o coğrafyanın şartlarına göre, fikirlerini beyan eder. Kendi anlayışına uygun olan neyse ona göre davranır. Toplum psikolojisinin ve algı yönetiminin bir sonucudur bu.
Buna algı yanılsaması da diyoruz.
Ancak fikir beyan ederken, yazarken yada çizerken dönülemeyecek kırmızı çizgiler geçilmemeli. Söylencelerle gerçekleri bir potada eritirken pek çok insanın bakıp göremediği ama kendi içinde derinlik barındıran gerçekler okura ulaştırılmalı.
Söz söylenip yazılı doküman haline gelmişse, velev ki doğru olan yazılmamışsa, aklıselim düşünüldüğünde, nasıl bir hata yapıldığı görülecektir. Kapsamlı araştırmanın gereğinin yerine getirilmediği de.
İnsan egosunda bencillik ve ben’lik kavramları vardır. Bu kavramların baskın olup olmaması da o kişinin ters köşeye yatıp yatmamasını etkiler.
Üstesinden gelebileceğimiz sorunlar her daim vardır. Sorunların üstesinden gelip, toplumu rahatlatıcı önlemler alma ve çözüm üretmekte.
Yaptığımız değerlendirmelerle sorunları daha da içinden çıkılmaz hale getirmemeliyiz.
Toplumu kutuplaştırmak, diğerini ötekileştirmek doğru bir yaklaşım değildir. Ortak paydada birleşmemek ve karar vermemek de.


22 Kasım 2019 Cuma

KIRILMALAR, SAVRULMALAR...




Gözlerimi açtığımda gün ışımıştı. Perdeleri açtım. Dışarısının gürültüsü bir anda evin içine doldu. Ayazın etkili olmaya başladığı şu günlerde, sabahın erken saatinde işe gitmenin telaşıyla yola çıkanların ve araçların doldurduğu caddeye bir göz attım. Gökyüzünde kırlangıçlar, martılar bir o yana bir bu yana, göklerin efendisi bizleriz dercesine kanat çırpıyordu.
Çoktandır uyumak istesem de uykum kaçıyor. Yaşanan olayların "bu kadarı da olmaz" dedirten durumu her insan gibi beni de rahatsız ediyor.
Yeryüzünün farklı coğrafyalarında yaşanan kırılmalar, savrulmalar, ölümler, ötekileştirmeler hep insan odaklı.
Oysaki insan, davranışıyla, sözüyle, bakış açısıyla, çevreye, doğaya ve diğer insanlara yaklaşımıyla değerlenir. Bence insan, hem başkalarıyla hem de kendisiyle uyum içinde olmalı. Başkalarıyla ve kendisiyle olan kavgasını bırakmalı.
Düşünce ve mantığın kabul ettiği kurallara göre hareket etmeli. İnsan hakları kavramını ve adalet anlayışını kavramalı. Bulunduğu çevrede rahat bir yaşamın varlığı buna bağlıdır. Unutulmamalıdır ki, kimse kimseden üstün değildir. Birinin sahip olduğu haklara diğerleri de sahiptir. Dolayısıyla herkes vicdanının kabul ettiği şekilde davranmalıdır. Çünkü, vicdan kim olduğundur. Yaşanan olumsuzluklara karşı duyarsız kalıp kalmamak da bir vicdan meselesidir. Her daim, davranışlarımızda kendimizi yansıtırız. Hiç bir şeyi gizlemek olanaklı değildir. Ne yapılırsa yapılsın insan davranışları yaptıklarını eninde sonunda ele verir. Hani derler ya "vicdanlı davran" diye. Vicdan varsa varsın, yoksa yoksun. Bireyin topluma katılmasının görülmez ana yoludur vicdan. Dolayısıyla vicdan varsa insan vardır.
Yaşadığımız çevreyi, çevrede yaşayan insan profilini içselleştirmeliyiz. Pişmanlığını duyacağımız hiç bir şeyi bilerek ve isteyerek yapmamalıyız. Her türlü yalandan, kaygıdan uzak durmalıyız.


15 Kasım 2019 Cuma

ÇANAKKALE CEPHESİ VE GELİBOLU-3


18 Mart öncesi, itilaf devletlerinin boğaz çevresine yığdığı kuvvetlerin topçu atışlarındaki amacı, Türk tabyalarını imha etmek, tabyaların imhası sonrasında boğazdaki mayınları temizlemek, Türk savunmasını manevi yönden çökertmekti.
25 Şubat 1915 günü sabah saatlerinde, başlayan yoğun top atışı sonucu, Ertuğrul ve Orhaniye tabyaları toprağa gömüldü. Düşman bombardımanı Kirte'ye kadar bataryalarımızı enkaz haline getirdi.
Ertesi gün ve daha ertesi gün müttefik devletlerin mayın tarama gemileri boğaza girmiş, lakin istediklerini yapamadan Soğandere seyyar bataryası tarafından bir kısmı batırılmış kalanlarda geldikleri yere geri dönmüşlerdi.
Sonraki günlerde, Nusrat mayın gemisi eldeki son mayınların Boğaz'a dökülmesini tamamlamıştı.

İngiliz donanmasının Boğaz'daki Türk tabyalarını bombalaması itilaf devletlerinin Boğaz'ı rahat geçecekleri savını güçlendirdi. Rusya'da harekete geçmişti. Yunanlılar boş durur mu, onlarında 3 tümenle savaşa katılma isteği, Yunanistan'ın İstanbul'a girmesini istemeyen Rusya tarafından istenmedi.  4 Mart tarihli nota ile de, Rusya, İngiltere'den boğazları istedi.
Boğazları geçmeden İstanbul ve çevresini aralarında pay etmeye başlamışlardı.
O sıralarda Çanakkale'ye yeni gelmiş olan Yarbay Mustafa kemal, sevk ve idaresi ile muharebelere ağırlığını koymaya başlamıştı.
...
Anadolu'dan gelen Mehmetçikler ve İstanbullu yedek subayların karşısında İngiliz kömür işçileri, İskoçyalılar , Avustralyalı koyun çobanları, Kuzey Afrikalı çöl bedevileri ,Senegalliler ve Hintliler vardı. Her iki taraf karşı karşıya gelmeden önce, müttefik devletlerinin Çanakkale'yi denizden geçme umutlarının tükenmesi gerekiyordu.
Ve bu 18 Mart günü gerçekleşti.

Bir yandan Türk topçusunun yaptığı atışlar sonrası İngiliz mayın tarama gemilerinin faaliyet gösterememesi, diğer yandan Nusrat mayın gemisinin döktüğü mayınlar, müttefik devletlerin gemilerine ağır kayıplar verdirdi.
Balkan savaşları ile sarsılan Osmanlı Devleti'ne, Çanakkale'yi geçerek son darbeyi indirme amacında olan müttefiklerin iradesi kırıldı.
Donanmasının büyük bir bölümünün Boğaz'ın serin sularına gömülmesi sonrası, müttefik devletler, karadan saldırıyı denemiş, bir çok yerde daha karaya ayak basamadan toprağa düşmüşlerdi.
İngilizler 18 Mart'tan sonra pes edip geri çekilmemiş, Gelibolu Yarımadası'nı ele geçirip planlarını Gerçekleştirme ısrarını sürdürmüşlerdir. Lakin, istediklerini bir türlü elde etme olanağı bulamamış, Her hücumları Mehmetçiğin göğsünde eriyip yok olmuşlardır.
Çarpışmalar devam ederken, her iki taraf için de büyük çaplı kayıp Anzak çıkarması sırasında yaşanmıştır. Mehmetçik, Gelibolu  Yarımadası ve Çanakkale'de yaptığı  amansız savunma ile kendisinden sayı ve mühimmatça fazla olan salıdır güçlerini darmadağın etmiştir.
Türkler Çanakkale'de bir ölüm kalım savaşı verdiklerinin bilinci ve tevekkülü ile savaştılar. Conk Bayırı'nda 57. Alay'ın askerleri birkaç dakika sonra öleceklerini bildikleri halde hiç tereddüt etmeden ölen arkadaşlarının yerine geçmişlerdi. Bu alay Mustafa Kemal'in komutasındaydı.
Çanakkale muharebelerinde sayısız kahramanlık öyküsü yazılmakta, rütbeli veya rütbesiz askerler var güçleri ile düşmana karşı göğüslerini siper etmekteydiler.
Bunlardan bir tanesi, Seddülbahir bölgesinde  bulunan 26. Alay'dan Yahya çavuş'tu. 25 Nisan 1915 günü sabahın erken saatlerinde düşman çıkarması başlar. Çatışma esnasında 10. bölük komutanı Yüzbaşı Hüseyin Bey'in ağır yaralanıp savaş dışı kalması sonrasında Yahya Çavuş komutayı ele alır. Yahya Çavuş, İngilizlerin bir dizi çok kuvvetli hücumunu püskürttükten sonra bir süngü hücumu ile kuşatma girişimlerini önlemiş, durumu kontrol altına aldıktan sonra geri kalan askerlerini toplayarak çekilmeyi başarmıştır.
Ertuğrul Koyu çıkarmasının 2. gününde Yahya Çavuş bacağından yaralanır. Ancak, geri çekilmeyi başarır. O gün, Yahya Çavuş'la birlikte bölükten sadece 67 Mehmetçik geriye dönmüştür. Ezineli olan Yahya Çavuş tedavisinin tamamlanması sonrasında cepheye geri döner. 4 Haziran 1915'te yapılan 3.Kirte muharebelerinde bir süngü taarruzu esnasında ağır bir yara alır ve hastaneye kaldırılır. Ancak, 5 Haziran 1915'te Eceabat'ta hastanede hayata gözlerini yumarak şehit olur.

...
İngiliz ve Anzak askerleri, dolayısıyla müttefik kuvvetleri, Çanakkale'ye Türklerden çok farklı bir havada gelmişlerdir. Türkler vatanlarını savunmak için oradadırlar. Onlar ise, ülkelerinden binlerce kilometre uzakta olan bir ülkeyi ele geçirme amacıyla oradadırlar.
Çanakkale'ye gelirken Mısır'da izin günlerinde piramitlere tırmanmışlar,Nil kıyısında sarhoş olmuşlardır. Onlara göre Çanakkale'yi geçmek için çok fazla bir çaba sarf etmek gerekmiyordu. Nasılsa karşılarında Balkan Savaş'ları ve iç  siyasal çalkantılarla zayıflamış, "hasta adam" diye nitelendirdikleri bir devlet vardı.

...
Çanakkale muharebelerinde her iki tarafta ağır kayıplar verdi. Müttefik kayıplarının toplamı 50 bin ölü, 90 bin yaralı ve kalanı hasta olmak üzere 250 bini bulmuştu. Çanakkale'ye gelen 489 bin müttefik askerinin yarısı yok olmuştur.
Türk tarafında ise 57 bin ölü, 97 bin yaralı, 11 bin kayıp(hemen hepsi ölmüştü) ve kalanı hasta olmak üzere 250 bine yakın zayiat vardı.
Bu Balkan Savaşları'nda yeni çıkmış Türkler için büyük bir zaferdi. Mağrur İngilizler için ise büyük bir yenilgi.
Türk ordusu güvenini yeniden kazandı.
Buradan çıkan subaylar Kurtuluş Savaşı'nı başarıya götüren kadroyu oluşturdu.
Rusya'da ise ihtilal sonrası Çarlık yıkılmıştır.
...
Mustafa kemal tarih sahnesine çıkmıştır.
Seyit onbaşı 240 okkalık koca gülle ile koca gemiyi  sulara gömmüştür.
Mermiler havada çarpışmış, Türk kahramanlığını tüm dünya bir kez daha görmüştür.
Günümüzde Çanakkale ve Gelibolu Yarımadası'nda muharebelerin yapıldığı yerleri, anıt ve şehitlikleri, orada yaşanan dramı ve kahramanlık ruhunu içine çekmek için her yaşta insan ziyaret etmektedir.

14 Kasım 2019 Perşembe

ÇANAKKALE CEPHESİ VE GELİBOLU-2


1914 yılı. I.Dünya Savaşı başlamış, devletler gırtlak gırtlağa kapışmışlardı. Birbirlerini linç etme, bozuk para gibi cephedeki askerleri harcama gayretleri son hızla devam etmekteydi. Tarihin sayfalarında var olan binlerce kanlı savaştan ders almayan güçler yeni ve sonu gelmez bir maceranın kapısını aralamıştı.
3 Kasım 1914'te Çanakkale'ye ilk bombardıman yapıldı. Bu Çanakkale muharebelerinin yaklaştığının ilk işaretiydi.
Büyük bir kapışma için karşılıklı askeri önlemler alınırken, Türk ordusunun yarısını oluşturan 21 tümen Trakya ve Boğazlarda toplanmaktaydı.

İstanbul'u susturarak Süveyş Kanalı ve Hindistan yolu üzerindeki Türk varlığını tamamen ortadan kaldırmak isteyen İngiltere ve müttefikleri, Çanakkale Savaşları'na katılmak için değişik etnik ve dinsel kökenden askerleri Mısır'da toplamaya başladı.
İngiliz ordusunda kimler yoktu ki.
İngilizler, İskoçlar, İrlandalılar, yabancı lejyonerler, Hindistan'dan gelenler, Yahudi ve Rumlardan oluşan amele taburları, Kuzey Afrika ve Cezayirli piyadeler, Nepalliler, Yeni Zelanda ve Avustralyalılar (Anzak askerleri).
İngiltere, gelen istihbarat raporlarına göre artık Osmanlı Devleti'nin tükendiğini, onlarca yıldır durmadan sürdürülen bölme, parçalama, zayıflatma hamlelerinin sonuç verdiğini, son bir darbeyi vurmanın zamanı geldiğini düşünmekteydi.

Yıl 1912. Balkanlar siyasi çalkantılarla kaynar bir kazan gibi fokur fokur kaynıyordu. Osmanlı orduları, cephelerde, tarihin en ağır ve en acı yenilgilerine, hezimete  uğruyordu.
Açlık, susuzluk, hastalık kırıp geçiriyordu insanları.
Balkanlardaki ecdat toprakları kaybedilmiş, asırlardır Rumeli'de yaşayan binlerce Müslüman nüfus katliama maruz kalmış, pek çoğu hunharca katledilmiş, büyük bir kısmı tüm malını mülkünü geride bırakarak Anadolu'ya sığınmıştı. Yollarda ölüm kol geziyordu.
Bu durumda, İngilizlere göre, içinde dirlik ve düzenin bozulduğu, siyasal çekişmelerle boğuşan bir devletin, dünyanın en güçlü donanması olan İngiliz donanmasına ve İngiltere-Fransa ittifakının sahip olduğu muazzam bir kuvvete direnmesi düşünülemezdi.

...
Çanakkale'nin ilk raundu Şubat 1915'te başladı. İngiliz donanması kıyı tabyalarını yok etmek için 18 Mart'a kadar durmadan bombardıman yaptı. Seddülbahir'deki topları yok etmek için uğraştı.
Ölüm bu topraklara dönmüştü. Günlerce süren bombardıman ve çatışmalarda binlerce asker toprağa düşmüştü.
Muharebe alanlarının hakimiyeti topçunun elindeydi, yüzbinlerce asker son anlarında sadece  yaklaşan top mermisinin çıkardığı sesi duymuştu.
Asırlardır "Düvel-i Muazzama" ya karşı mücadele eden Mehmetçik, savaşın başlamasıyla, son bir gayretle silahına davranmış, geride bıraktığı büyüklerinin elini öpüp helallik almış, çocuklarını, yavuklusunu, baba ocağına emanet edip yollara düşmüş, Çanakkale'ye gelmişti. Gün vatanı savunma günüydü. Gün geride bıraktıklarını kurtarma günüydü.


13 Kasım 2019 Çarşamba

ÇANAKKALE CEPHESİ VE GELİBOLU-I


Birinci Dünya Savaşı öncesi, sanayisini geliştirmiş ülkeler, az gelişmiş ve sömürge ülkelerde ekonomik ve siyasi üstünlüğü ele geçirmek için kendi aralarında kıyasiye bir mücadeleye başlamıştı.
Bu bağlamda, Almanya ile Avusturya-Macaristan arasında "ikili ittifak" antlaşması imzalanmış, 1882'de İtalya'nın katılması ile "üçlü ittifak" halini almıştı.
Üçlü ittifak'ın sömürge elde etme, nüfuz bölgeleri oluşturma çabası karşısında, 1893'te Fransa ile Rusya, 1904'te Fransa ile İngiltere, 1907'de İngiltere ve Rusya kendi aralarında anlaşmışlar, böylece İngiltere, Fransa ve Rusya arasında "üçlü itilaf" meydana gelmişti.
Güç odaklarının karşılıklı silahlanması devam ederken bir yandan da siyasi anlaşmazlıklar devam ediyordu.
Geniş çaplı bir savaşın taşları döşenmeye başlamıştı.
Nitekim, savaşın kıvılcımını ateşleyen olay, 28 Haziran 1914'de Avusturya- Macaristan veliahdı ile eşinin Saraybosna'da bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi oldu.
Taraflar birbirlerine peş peşe savaş ilan ettiler.
...

Osmanlı Devleti, savaş başladığında elinde tuttuğu bölgelerde çıkan sorunlarla uğraşıyordu.
Osmanlılar Balkan felaketinin yıkıntılarını onarmaya çalışırken, Ağustos 1914'de Berlin, Paris ve Londra'da milyonlarca insan savaşı kazanacaklarından emin cepheye koşuyordu.
Lakin, cepheye koşan milyonların umudu, İsviçre sınırından Manş Denizi'ne kadar uzanan siperlere çakılıp kaldı.
....
Almanya'nın Rusya'ya savaş açmasının ertesi günü, 2 Ağustos 1914'te, İstanbul'da Osmanlı Devleti ile Almanya arasında gizli bir ittifak antlaşması imzalanmıştı. Aynı gün Osmanlılar umumi bir seferberlik ilan ettiler.
Osmanlı Devleti'nin tarafsız kalma düşüncesi, 10 Ağustos 1914'te Akdeniz'de İngiliz donanmasından kaçan Goeben ve Breslau adlı iki Alman kruvazörü Çanakkale Boğazı'na girerek Osmanlı Devleti'ne sığındılar.Devletin tarafsızlığı Alman gemilerinin Türk karasularını terk etmelerini gerektiriyordu. Lakin, iki gemide Osmanlı Devleti'nce satın alınarak meseleye çözüm getirildi.
Ancak, Yavuz ve Midilli adı verilen kruvazörlerin Rusya'nın Sivastopol ve Novorosisk limanlarını topa tutması, Rusya'nın Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etmesine neden oldu.
...
Birinci Dünya Savaşı tüm hızıyla devam ederken, İtilaf devletleri, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını geçersek, Osmanlılar savaştan çekilir, Rusya'ya destek götürülebilir ve bu sayede Almanya cephelerde sıkıştırılabilir düşüncesindeydi.









12 Kasım 2019 Salı

MUSTAFA KEMAL'İN VERDİĞİ KURTULUŞ MÜCADELESİ


Genç yaşında Ordular Komutanlığı rütbesine yükselen Mustafa kemal Atatürk hiç kuşkusuz 20.yüzyılın en önemli devlet adamlarından biridir. Osmanlı İmparatorluğu, Ekim 1914'te girmemesi gereken bir savaşa, I.Dünya Savaşı'na girmiş, aradan geçen dört yılın sonunda 30 Ekim 1918'de Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzalamak zorunda kalmış ve büyük kayıplar vermiştir.
Mustafa Kemal, Mondros'un imzalanmasından kısa bir süre sonra, 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelmiştir. İstanbul'da memleketin içinde bulunduğu durumdan kurtulması için çalışmalar yapmış, İttihat Terakki Partisi ve İttihat Terakki'ye tam karşıt olan Hürriyet ve İtilaf Partisi ileri gelenleriyle, Anadolu'dan gelen komutanlarla, Trakya'dan gelen örgütlerle görüşmüştür.


İstanbul'da devletin içinde bulunduğu durumdan kurtulması için yeni yollar bulmak ve neler yapılabileceği konusunda çalışmalar yapmıştır.
Yapılan değerlendirmeler sonucu, Anadolu'ya geçme kararı alındı, işgalci güçlere karşı verilecek bağımsızlık savaşının kadrosunun oluşturulması için çalışmalara başladı.
16 Mayıs 1919'da İstanbul'dan ayrıldı. Bağımsızlık mücadelesini vermek için Bandırma Vapuru ile 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı.
Adriyatik kıyılarıyla Çin arasında, Hindistan yarımadasının kuzeyi ile Rusya'nın güneyi arasında kalan uçsuz bucaksız Avrasya topraklarında yer alan en güçlü devlet olan Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmuş ve şekillendirmiştir.
Mustafa Kemal anti-emperyalistti. Yani emperyalizme karşıydı. Çünkü, çağdaş insanların oluşturacağı evrensel bir toplumun varlığına inanıyordu. İyimserdi. Hümanistti. Laiklik ilkesini benimsemişti.Batı toplumlarının gücünü, bilgisini, zenginliğini artırmaya yönelik çalışmalarını görüyor, Anadolu insanının o yıllarda içinde bulunduğu zorlu koşullardan çıkması için ekonomide ve bilimsel alanda gerekli çalışmaların yapılması için mücadele veriyordu.
Alev Coşkun'un yazdığı "Samsun'dan Önce Bilinmeyen 6 Ay İşgal, Hüzün, Hazırlık" adlı kitabında Alemdar gazetesi yazarı (Ulusal Kurtuluş Savaşı sürerken, Anadolu direnişine karşı sert yazılar yazmıştır), gazeteci Refi Cevat Ulunay'ın Şişli'de Mustafa kemal ile görüşmesi şöyle  anlatılır.
Mustafa Kemal'in düşüncesi konusunda bir fikir vermesi açısından, çok daha uzun olan söyleşinin kısa bir bölümünü aktaracağım.
"Çanakkale ile ilgili sorularımı bitirip not ettikten sonra ayrılmak üzere ayağa kalktığım zaman, Mustafa Kemal 'biraz daha oturunuz, lütfen' dedi."
"Oturdum. Şöyle bir konuşma geçti aramızda:
- Soracağınız sualler bitti mi?- Bitti paşam.
-'Bu vatan içine düştüğü bu felaketten nasıl kurtarılır, istiklaline (bağımsızlığına) nasıl kavuşturulur?' diye bir sual sormanızı isterdim.
 -Af buyurunuz paşa hazretleri, bugün içinde bulunduğumuz bu şartlardan bu vatanın kurtarılmasını en uzak bir ihtimalle (olasılıkla) dahi mümkün görmediğim için böyle bir sual sormayı hiç aklımdan geçirmedim." ( Sayfa, 216)
Kurtuluşu mümkün görmeyen bir gazeteci, kurtuluş ile ilgili bir soru sorma gereğini dahi aklının ucundan geçirmiyor.
Yılgınlığı, kaybedişi kabullenmeyi, var olmayı başkalarının boyunduruğu (mandası) altında kabullenen bir zihniyeti, verdiği amansız mücadele ile yerle bir eden Mustafa Kemal'in büyüklüğü daha iyi anlaşılıyor.

9 Kasım 2019 Cumartesi

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK



Mustafa Kemal Atatürk, her an yüreklerimizde varlığını sürdürecek kadar büyüktür. Büyüklüğünü anlamak için yok olmakta olan bir milletin nasıl ve hangi zor şartlarda kurtarıldığına bakmak yeterlidir.

Mustafa Kemal, sadece Kurtuluş Savaşı sırasında askeri anlamda emperyalist güç odaklarına karşı verdiği müthiş mücadele ile değil; savaş sonrasında siyasi, kültürel ve ekonomik anlamda da aldığı önlemlerle ve yaptığı uygulamalarla da büyüklüğünü kanıtlamıştır.

Mustafa Kemal bir direniştir. Türk milletinin var olma mücadelesinin çelikleşmiş ifadesidir. Vefa ve namus borcumuzdur. Varlığımız, bağımsızlığımız, yarınlarımız, onurumuz, toprağı vatan yapan düşüncemiz, bilgimiz, enerjimiz, aydınlanmamız ve erdemimizdir.

Bu nedenle Mustafa Kemal’in bize sunduğu gerçek zenginliğimizin, özgür birey olma erdeminin, bağımsız ve çağa uygun yaşam tarzımızın öneminin bilincinde olmalıyız.
Bu zenginliklerimizin ve Mustafa Kemal’in milletimize kazandırdığı kavramların, devrimlerin ve değişimlerin ayırdında olmalı onlara sıkı sıkıya sarılmalıyız.
O’nun vurguladığı gibi; düşünce, bilgi, beden yönünden güçlü ve yüksek karakterli birey olmalıyız.
Emanet ettiği cumhuriyete, fikirlerine ve düşüncelerine sahip çıkmalıyız.
O’nu yaşıyor ve yaşatıyor olmalıyız.

8 Kasım 2019 Cuma

TARİHİ GERÇEKLERİ SAPTIRMA GAYRETLERİ BEYHUDE BİR ÇABADIR



Özgürlükler ve demokrasi tarihimizin neredeyse 200 yılı aşkın bir geçmişi vardır. Bu, bir çağdaşlaşma ve anayasal hakları elde etme tarihidir.
Peki, tarihimizin bu yönü tam olarak biliniyor mu?
Ne yazık ki hayır!
Alternatif tarihçiler, yakın tarihimizi altüst ediyorlar; gerçekleri saptırarak yansıtıyorlar.
Örneklerini ve gayretlerini yazılı basından takip ediyoruz.
Ülkemizde herkes her şeyin uzmanı kesilmiş.
Kimi sivri zekalılar tarihi olayların ele alındığı yerli ve yabancı arşivleri tam olarak ve tarafsızca tarayıp görüş belirteceklerine, tarihi olayları saptırmanın gayretindeler.
Bir örnek vermek gerekirse, yüz yıl önce yaşanan 31 Mart gerici ayaklanmasını, basit, sıradan bir olay olarak değerlendiriyorlar. Bu gerici kalkışmaya son veren "Hareket Ordusu"nu küçümseyen, aşağılayan yorumlarda bulunuyorlar...
Oysa hiçbir tarihi olay, oluştuğu koşullar bir kenara itilerek irdelenemez. Böylesi bir yaklaşımla yapılan çözümlemelerin ayakları havada kalır.