31 Ekim 2021 Pazar

MELTEM SOKAĞI


 

Gece ağaç dallarının savrulması, perişan haldeki kiremitlerin çıkardığı tıkırtılar ve gittikçe şiddetlenen rüzgârın ıslık çalarak sabaha kadar esip gürlemesi beni uyutmadı. Aralıklarla yağan yağmurun gizemli damlaları ise pencere camlarına vurup durdu.

Yağmurdan ıslanan dağları, ıslak yapraklardan damlayan su seslerini ve taşan derelerin içinde gümüş sırtlı narin balıkları hayal ettim.

İnsanların birbirlerine neden düşman olduklarına, düşmanca davrandıklarına anlam vermeye çalıştım. Kutuplardan ekvatora, ovalardan yaylalara yaşam alanı bulmuş canlıları düşündüm. İnsanların, dağların zirvelerine ulaşıp özgürlüğe kanat açma isteklerini duyumsadım. Ovayı bırakıp dağlara koşanlara hak verdim. İmrendim.

Günlük yalanlar, yanlışlar, kuşkular, an be an kaybedilenler neden yaşam biçimi olmuştu insanlar için? İnsanoğlu neyin peşinde idi? İnsani değerler neler olmalıydı? Bir yandan yanlış yapan diğer yandan başkalarını suçlayanlar. Savunmalar. Saldırılar. Yaşam biçimimiz bu mu olmalıydı?

Gittikçe bulanıklaşan ve dipsiz bir kuyuya atılan taşın karanlıkta kaybolması gibi basında yer alan haberler insanları umutsuzluğa düşürüyor. Yaşanan bu sürecin insanları umutsuzluğa düşürmesi elbette kaçınılmaz. Bu sürecin insanların güç ve enerjisini tüketmeden, düşünce ufkunu açmasına ve güven duygusunu pekiştirmesi gerektiğine inanıyorum.

Bitmez tükenmez hırslarımıza, gücümüze güç katma hevesimize dur demeden “devasa bir iştahla” mazlumların, güçsüzlerin, korunmasızların, savunmasızların ve yoksulların yaşamında var olanları da alma düşüncesinin bırakılması gerektiğine inanıyorum. Çünkü eğer içinde insan yoksa bir yerin zenginliğinden, güzelliklerinden bahsetmenin bir anlamı var mıdır?

Yaşam biçimimizle, doğaya olan saygısızlığımızla, insanın insana olan duyarsızlığı ile bulunduğumuz coğrafyayı yaşanabilir olmaktan var gücümüzle çıkarmaya çalışıyoruz. Gün gelecek uğrunda mücadele edeceğimiz bir değerimiz dünya üzerinde kalmayacak belki de.

Değerlerimizin, önem verdiğimiz ve saygı duyduğumuz güzelliklerin kaybolmaması için etrafımızda, yanımızda yöremizde bulunan insanların sorunları ile ilgilenmek, dertlerine az da olsa çare olmak en azından moral vermek için uğraş vermeliyiz. Birbirimizi demoralize etme çabası içinde olmanın ne bize nede başkalarına bir yararı olmayacaktır. Ancak elbette bunu yaparken de inandığımız doğrulardan vazgeçmemiz anlamı çıkarılmamalı.

Ekim ayının soğuk ve ayazın hüküm sürdüğü bir öğle vaktinde olsam. Sincan'da Meltem sokağının kitapçısını, kalabalığını, kendine özgü havasını, kebapçısını, dönerci önünde oluşan sabırsız insanların oluşturduğu kuyrukları ve çocukların annelerini sıkboğaz etmelerindeki aceleciliği görsem yeniden.

Sağa sola koşuşturan insanların acele edişlerini, yağmur altında ışıl ışıl parlayan kaldırımlarda el ele yürüyen insanların durup göz attıkları vitrin camlarının canlı duruşlarını seyretmenin vazgeçilmezliğini de.

O anın dinginliğinde köşe başını mesken tutmuş, apartman saçağının korunaklı yerinde etrafı kolaçan eden, üstü başı yırtık, çarpık bacaklı, ayakkabıları solgun ve çamur içinde, tüyleri dökülmüş bir kuşun soğukta titremesine benzer bir titreyişle ellerini açmış ihtiyarın gelen geçen insanlarla “diyalogunu” uzaktan seyretmenin düşündürdüklerini de.

Gittikçe zorlaşan yaşam koşullarından toplumun her kesimi etkileniyor. Öğrenciler, ana ve babalar, sizler, kısaca toplumu oluşturan bütün kesimler. Etkilenmeyi en aza indirmenin bizlerin elinde olduğunu unutmadan yaşam mücadelesine ortak olmak için çaba sarf etmeliyiz. 

7 Ekim 2021 Perşembe

HAYAT ZOR, İNSANLARI TANIMAK DAHA DA ZOR


 

Minibüsten inan amca Sinan'ın omuzuna nasırlı elini babacan tavırla koymuş "güle güle  git evlat. Tırnağına taş değmesin. Yolun açık olsun. Senin gibi gençlere ihtiyacımız var. Geleceğimiz sizlersiniz. Bizle artık yaşlandık. Üç beş hayvan, bir kaç dönüm tarlayla günümüz geçti. Sizler ekmeğinizi uzakta olsa gideceğiniz yerde kazanın. "

Yaşlı amcanın sözlerine karşı diyecek bir şey yoktu. Amcanın elini öpüp vedalaştı. İlçede yolcu otobüslerinin mola verdiği lokantaya gitti.

Kendi geleceğinin yolculuğuna çıkmıştı. Lokantanın önündeki hareketliliğe inat sessizliğe bürünen Sinan otobüsün gelmesini kuytu bir köşede, elinde kırık bavulu ile beklemeye başladı. Havanın ayazı yakıcıydı. Üşüyordu. Ellerini eski paltosunun ceplerine koymuş, yakasını da kulaklarına kadar çekmişti. Etrafta beyaz renk hakimdi. Yer yer buz tutmuş kar öbekleri vardı. Boğazı kurumaya, aldığı nefes kirpiklerinde buz tutmaya başlamıştı. Soğuktan kaçmak, içini ısıtmak için yan tarafta bulunan küçük çay ocağına sığındı. Üst üste iki bardak sıcak çay Sinan'ı az da olsa rahatlatmıştı.

Çay ocağının sahibi orta yaşlarda güler yüzlü biriydi. Sinan'ın elindeki bavulu görünce otobüs beklediğini anlamıştı. İçinden "bu kış günü bu çocuk elinde kırık bir bavulla nereye, neden gider" diye düşündü.

"Oğul, yolculuk nereye bu kış günü" diye sordu.

"Ankara'ya amca" diye cevap verdi Sinan.

"Hayırlısı oğul"

"Sağol amca, otobüs gecikir mi acaba?"

"Fazla gecikmez. Birazdan gelir. Biletini aldın mı? Almadıysan lokantaya git ordan al."

"Aldım amca sağol"

Sinan, çay parasını verip tekrar dışarıya çıktı. Çünkü çay ocağı küçük bir yerdi. Fazla kalmaya gerek yoktu. Hem içtiği çayda içini ısıtmış, rahatlamıştı.

Bir süre sonra otobüs geldi. Yolcular verilen yarım saatlik molada hem karınlarını doyurmuş hem de diğer ihtiyaçlarını gidermişti. Nihayet mola süresi bitmişti. Sinan, bavulunu bagaja verdikten sonra otobüse bindi. En arkada bulunan dörtlü koltuktaki yerine oturdu. Yolcular da tek tek gelip yerlerini aldılar. Uzun sürecek yolculuk başlamıştı.

 

Yorucu bir yolculuğun sonunda ayazın hüküm sürdüğü başkente gelmişti. Otobüs terminalinde abisi beklemişti Sinan'ı. Ankara'nın yabancısısın yol yordam bilmezsin diye. Birbirlerine sarıldı iki kardeş. Uzun yıllar olmuştu görüşmeyeli. Eve gidince gece geç saate kadar oturup dertleştiler. Çalışmak zor demişti abisi. Sabır gerektirir. Özveri gerektirir. İşini anlattı. Geçimini. Sinan'ın yanına gitmesine ve göreve başlayacak olmasına sevinmişti. "Emeklerin boşa gitmedi. Hem kendi yolunu çizmiş, hem de bizlerin beklentisini boşa çıkarmamış olacaksın." diyerek hem sevincini belirtmiş hem de anne ve babasını sormuştu.

"İyiler" dedi Sinan. "Yaşlansalar da eskisi gibi dermanları olmasa da çalışıyorlar. Genç değiller. Yorgunlar. Dertleri bizleriz. Bizlerin muhannete muhtaç olmadan hayatımızı huzur içinde geçirmemiz. Onların varlığı bizler için önemli."  

Abisinin "emeklerin boşa gitmedi." sözleri üzerine;

"Doğru dersin" diye cevap verdi Sinan. "En çok da onlar sevindi. Hele de küçük kardeşim Hasan'ın sevincine diyecek yoktu. Köyde kaldığım sürece içinde bulunduğum duygu karmaşasını en iyi onlar biliyor. Yakından tanık oldular. Zor şey işsiz olmak. Geleceğe tutunmak için bir dalı olmamak. Şimdi hem ben hem de onlar mutlular. Bakalım zaman ne gösterecek."

"Verdiğin karar önemli" dedi abisi. "Hayat dikenlerle, taşlarla, çalılarla dolu. Karşına çıkacak dikenlerle mücadele etmeyi de herkese güvenmemeyi de öğreneceksin. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu da tecrübe edeceksin. Hele bir git görevine başla. Daha ilk günden bazı zorluklar karşına çıkacak belki de."

"Doğru dersin. Yaşadıkları toprakların şekillendirdiği insanlar içselleştirdikleri mutluluğun da trajedinin de gereğini yerine getirecek, yaşadıkları travmanın yansıması belki de bizleri vuracak."

"İşte " dedi abisi "tam da bu nedenle insanların düşüncelerini iyi okumak, psikolojilerini, yaşamdan ne beklediklerini anlamak lazım. Dikenlerin azaltılması buna bağlıdır."  

İri yarı, güler yüzlü, güven veren düşünceleri ile abisinin söylediklerini yabana atmamak lazımdı. Öyle ya insanların içinde bulundukları ruh durumu psikolojilerinin belirleyicisi değil miydi?

"İnsanları tanımak kolay değil" dedi Sinan. "Sözleri başka, davranışları başka olanlar toplumu sarıp sarmalamış durumda. Söz konusu para, mal mülk ise bencillik, kibir had safhada."

"Bunu anladığına göre önemli olanın çok para kazanmak değil, sağlam bir meslek edinmek ve o mesleğin gereğini yerine getirmek olduğunun da bilincindesin demektir. Yani bir bakıma kendini doyurman, yazı yabana muhtaç olmaman önemli. Tabi ki  insanların hepsi aynı değildir. İyisi de vardır, kötüsü de. Akıllısı da vardır akılsızı da, doğrusu da vardır eğrisi de, ahlaklısı da vardır, ahlaksızı da, üç kağıtçısı da vardır fakir fukaranın elinde tutanı da. Bunları birbirinden ayırt etmek lazım."

"İnsanları bu hale getiren şey nedir?" diye sordu Sinan "neden insanlar mal mülk için, çıkar için bir başkasına zalimlik eder?"

"Hayat zor, insanları tanımak daha da zor. Kendi çıkarı için bir diğerine zalimce davranmayı seçenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çok. Amaç daha çok kazanmak, güç sahibi olmak, bunların çoğunun kibrinden geçilmez. Çoğu cahildir, kendinden başkasını düşünmez." diye cevap verdi abisi. "Hayatı zorlaştıran toplumun çıkarı yerine kendi çıkarını düşünenlerin sayısının azımsanmayacak kadar çok olmasıdır. Bunu zamanla daha iyi görecek ve anlayacaksın. Tökezlememek için doğru olmalısın, vicdanlı olmayı, adaletli olmayı, insanlara hak ettiği değeri vermeyi bilmelisin. Hayallere kapılma. En korktuğum şey hayallere kapılmak hayatın gerçeğinden uzaklaşmaktır"

Doğru diyordu abisi. İki yüzlü insanlardan uzak durmalı,  sorunları çöze çöze yol alınmalıydı. Olgunlaştıkça hayatı basite almamalıydı insan, sen onu basite alırsan bir gün o da seni basite alırdı.